Son senelerin, film ve dizi izleme eylemiyle alakalı olarak tekrarlanan en sık deyişi oldu bu: “Spoiler verme lütfen”, “Tamam, sizin için spoilersız yorumlayacağız”, “Beğendin mi filmi? Ama spoiler vermeden söyle fikirlerini” gibi. Bir film veya dizi üzerine fikrinizi, beğeninizi soran bir kimse, sorusunun cevabının ilksel şartı olarak spoiler duymamayı öne sürer veya benzer bir eser üzerine konuşacak veya kalem oynatacak bir kimse, yine spoiler vermeden konuyu işlemeye çalışır oldu.

Daha kötüsü, bu eserlerin teorik düzlemde incelenmesine, analiz edilmesine sayfalarını hasreden bazı dergilerin, bu ilkel duygu durumuna teslim olma eğilimleri sergiliyor olması. Sona sakladığımızı şimdiden ilan edelim: Spoiler’dan kaçınma, duyular tarafından henüz fethedilmemiş sanat eserine dönük bireysel bir keşif arzusunun samimi dışavurumu değil; karşısına geçip ilişkilenilmesi gereken “yedinci sanatın” birtakım sonuçlarına dönük yüzeysel ve tembel bir anlamama ısrarıdır.

Spoiler’ı nasıl tanımlayabiliriz? En kaba hâliyle hikaye ve hikayenin kronolojik akışı ile o akış sırasında yaşanan yükselmeler ile alçalmalar. Özetle filmin, dizinin veya bir diğer video ürününün öyküsü. Sorun burada başlamaktadır. Sinematik esere dair spoiler almak istemeyen seyirci, sinematik eseri doğrudan doğruya hikaye anlatımına indirgemekte, ikisini birbirine karıştırmaktadır. Bunun iki anlamı var: Söz konusu kişi ya hikaye anlatımı ile ona dair olan ilkelerin farkında değil ya da sinemanın ne olduğuna (olmadığına) dair, özellikle yüzyılımıza ait hatalı önyargılarla dolu izlenimlere sahip.

Ancak senaryo önemsizdir; hatta gelinen nokta itibariyle senaryolar genelleşmiş, karakterler ile atmosferler değişse de aynı patikaları izler olmuş, katharsis merkezli, formları farklı ancak nitelikleri eşdeğer döngüler halini almışlardır. Bu, senaryo yazım uğraşının içinde olduğu estetik buhrandan bağımsız bir olgudur (evet, bağımsız). Çünkü hikaye, sinemanın zorunlu bir bileşeni değildir. Yedinci sanatın ontolojik önkoşulu perdeye taşıyacağı öyküsü değil, olayı ortaya koyuşu, olayı ortaya koyuş tarzıdır. Noktasıyla virgülüyle aynı senaryonun, 12 farklı yönetmen tarafından işlendiğini farz edin; demek isteneni daha iyi anlayabileceksiniz.

Bir sinema eserinin kendi kendini var ederek ortaya koyuşu, hikayesinden; yani evet, senaryosundan bağımsızdır. Sinematik eser öykü değildir; onu öykü olarak yorumlama refleksi ise ortaya konuş ile göz arasındaki bir kopuşa delalettir. Denebilir ki bir filmin yaratım süreci, senaryoyla ilgisiz ve alakasız, hikayeden uzak ve bağımsızdır. Film ile dizinin çekilişi ile senaryonun ve anlattığı hikayenin bir bağlantısı, bağı yoktur. Sinema, belirli duyguların yüklü olduğu (öfke, neşe, huzur, hüzün ve benzerleri) parçaların, kronolojik bir sıralamaya tabi tutularak birleştirilmesiyle elde edilen bir bütün hikaye toplamı değildir. Sinegözün yorumu, kadraja almayı tercih ettiğiyle dışarıda bırakmayı tercih ettiği, gizli öznenin olaya dahil oluş açısı ile çerçevesi, renklerden tonlara, hareketlerden duraklamalara yaratılan kompozisyonun bir yönetime tabi tutulması; sinemayı daha çok bunlar tarif edebilir. Hikaye var edişi (ortaya koyuşu) değil ama var ediş, hikayeyi getirmelidir.

Bunu anlamak önemli. Neden? Çünkü bu farkındalık mevcut olmazsa “iyi” filmler olarak bilinenler veya ileri sürülenler, yalnızca “iyi” hikayesi olan veya hikayesi “iyi” anlatılmış olan filmler olur. Ki bu noktada söz konusu olan, artık film yapımı değil, Homeros’çuluktur – gelecek kuşakların mitolojisi olacak öykülerin yazımı.

Bu sebeple spoiler’dan kaçınma refleksi, anlaşılacağı üzere, sinematografik bir endişe olarak var olmaz. O aslında çiğ, yüzeysel, öykü merkezli ve senaryo odaklı hatalı bir bakış açısının ürünüdür. Neden? Çünkü o, sinemayı tüketmeye endekslidir; hikayenin, hikayeye tanık olmadan önce bilinmek istenmemesinin en önemli nedeni, o hikayenin görsel anlatımı sırasında alınacak olan zevke, hazza ve diğer bilumum duyguya bağımlı bir tüketim hezeyanıdır. Film böylece bir yedinci sanat olmaktan çıkar; bir tüketim nesnesi, bir arzu nesnesi halini alır. Filmin görevi, hikayesiyle birlikte onu tüketen kimsenin ihtiyaçlarını duygusal düzlemde tatmin etmesi, onu izleyen kimsenin kendinden zevk almasını sağlamaktır. Bu yetmez; ek olarak hikayenin “akıcı” olması gerekir ki tüketim acısız, pürüzsüz, “zaman dışı” ve “hissiz” olsun. Akıcılığı sağlayan ise, filmin, insanın en kaba, apolitik ve derinliksiz taraflarına teslim oluşudur. Sinemaya hikaye temelli bakışın sonucu, filmin tüketim zevki işlevini yerine getiren bir öykücülüğe indirgenmesidir.

Hikayeye dönük fetişist açlık, insanın kendi öz hikayesine yabancılaşmış olmasının bir sonucu olarak okunabilir. Kendi hikayelerimiz üzerinde kontrol sahibi olamadığımız oranda, benliğimiz haricindeki senaryolara ve onların mitsel olay akışlarına ilgi hissederiz, onları yüceltiriz. Kuşağımıza mutlak başarı öyküleri olarak aktarılan ve hepsinin de izbe bir garajda kurulduğu iddia edilen çokuluslu firmaların ve onların “karizmatik” CEO’larının “kalkınma” hikayelerinin ardında da benzer bir pazarlama mantığı yatar.

Filmlere, spoiler’ların ipuçlarını verdiği hikayelerin penceresinden bakmayı bırakmak doğru olacaktır. Herhangi bir olaylar örgüsünün güçlü anlatımlarına talip olanlar için romanlar daima mevcut. Sinema, bundan farklı bir sanat durumu. Dahası, bu farklı sanat durumunun, kendi var ettiği ilkeler ve ölçütler uyarınca gelişimi ve ileriye sıçraması, spoiler’dan kaçınma muhafazakârlığında açığa çıkan öykücü ve tüketimci seyirci toplamının etki olarak kırılmasına bağlı.