Sosyalist devrimin güncelliği
Kapitalizmin, tarihinin en sarsıcı ve derin krizlerinden birisinin içinden geçmekte olduğunu, burjuva iktisatçılar ve düşünürler dahi belirtiyor. Bu krizin enkaz niteliğindeki toplumsal sonuçları sadece milyonların işsiz kalması, yaygınlaşan açlık ve hastalıklar, ücretlerin erimesi, kamu hizmetlerinin yağmalanması, demokratik kazanımların baltalanması ile sınırlı değil. Burjuvazi bu krizin geçici bir süreç olduğunun propagandasını yapsa da her geçen gün bize bu krizin yapısal bir karakter taşıdığını gösteriyor. İçerisinden geçtiğimiz buhranın kronikliğini, “Buhran geçicidir!” tarzında sınıfsal bir panikle verilmiş cevaplardan da anlayabiliyoruz. 1873 ve 1929 krizlerinden, birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşları aracılığıyla ve bu savaşlarda üretici güçleri (insanı, doğayı, tekniği) toplu halde imha ederek çıkan burjuvazi, 2008’den bu yana birkaç sene geçmiş olmasına rağmen, krizin sonlanmak üzere olduğu iddiasında!
Ancak birinci emperyalist paylaşım savaşının ardından geçen yüzün üzerindeki senenin ardından yine patlak veren Ukrayna krizi, 20. yüzyılın başında da bu karakteristik sorunla karşılaşan burjuvazinin, “yüksek teknolojili” donanımına rağmen, toplumsal ve demokratik krizler karşısında siyasal olarak ne kadar aciz kalabileceğini her yönüyle ifşa ediyor.
İşte sosyalist devrimin güncelliği de tam olarak bu toplumsal ve demokratik krizlerin burjuvazi tarafından çözülemeyecek olduğu olgusundan, bir ihtiyaç ve dolayısıyla da bir zorunluluk olarak doğuyor! Bir avuç kapitalist, sosyal ve ekonomik zenginliğin bütününe yakın bir çoğunluğunda kurduğu tekeli sürdürebilmek adına, milyonlarca insanı sömürüye ve sefalete mahkum ediyor. Dahası bu genel tablo, sınıf mücadelesi tarafından ne kadar tehdit edilirse, burjuvazi bilinçli olarak faşist ve paramiliter yapıları o denli ön plana sürüyor. Bu pişkinler ekonomik olarak mülksüzleştirilmektense, milyonların katledilmesini ve tarihin kana boyanmasını tercih ediyorlar!
Mantık ve akıl sınırlarını zorlayan olgu, bir devrimin gerçekleşmesi değil, tam aksine bir devrimin gerçekleşmemesi durumunda ortaya çıkacak olan yeni-köleci barbar bir toplumsal örgütlenmedir. Burjuvazi tarihsel miadını doldurmuştur! Politik miadını doldurup doldurmayacağı ise bize bakmaktadır. Bu sınıfın mevcut krizden çıkış reçetesi ulusların savaşı, demokratik hakların parçalanması ve sınıfsal kazanımların (erken emeklilik, 8 saat iş günü, ücretli tatil izni, sendika, sigorta, vb.) en ufak kırıntılarına kadar yok edilmeleridir!
Hayat boşluk kaldırmaz. Egemen sınıfların siyasal ve ekonomik faturalarına karşı somut bir alternatifin inşa edilemediği bir dünya durumu, geleceğin karanlığına dair çekilen Hollywood yapımı distopyaları mumla aratacaktır! Bu somut alternatif ise, üretim araçları üzerinden burjuva mülkiyetini kaldırmayı öngören sosyalist devrimin programından başka bir şey değildir.
Bankaların borçlarının toplumun ezilenlerine fatura edilmesi, kamusal hizmetlere ayrılan fonların özel sermayeye teşvik olarak aktarılması ve kemer sıkma paketlerinin uygulanması karşısında çıplak elleriyle mücadeleye atılan geniş kitleler, işte bu programın gereksinimini, hem de oldukça yakıcı bir şekilde, hissediyorlar. Ancak bu programın ete kemiğe bürünebilmesi ve devrimci politika yapmak, çıplak ellerden fazlasını, yani siyasi kurumları (parti, sendika, öz örgütlenmeler, vs.) gerektiriyor. Bugün yeryüzü üzerindeki mücadelelerin bolluğundan bahsetmek mümkün olsa da, aynısı mücadeleci aygıtlar için söz konusu değildir. İşte bir “duvar ustası” olarak devrimci olmanın önemi de, bu noktada kendini gösteriyor.
Devrimci olmak
Bugün “devrimci olmak” denildiğinde farklı anlamlara gelebilen farklı ifadeler geliyor akıllara. Genellikle devrimciliğin bir “gençlik heyecanı” olduğu söyleniyor. Devrimcilerin “gri bir kişiliğe” sahip oldukları ve örgütlerinin “beyin yıkadığı” iddia ediliyor. Bu köhnemiş önyargılar ve yalanlar, bir kavram ve düşünce-yaşama tarzı olarak “devrimci olmayı” hem izole edip insanları ondan soğutuyor, hem de karşısındaki insanın düşünsel yeteneklerini küçümseyip ciddiye almayarak küstahça “beyninin yıkandığını” söylüyor. Biz bu burjuva önyargılarını bütünüyle reddediyoruz!
Aynı zamanda devrimci olmayı yalnızca yumurta atmak ve benzeri eylemlerle sınırlamak da doğru olmaz. Nasıl ki kapitalizmin ilk dönemlerinde, yaşadıkları problemleri üretim araçlarının varlığına bağlayarak makineleri kıran İngiliz işçiler başarıya ulaşamadılarsa, gençlik de yumurta atarak çok yol alamayacaktır. Zira problemlerin kaynağı makinelerin kendisi değil, makinelerin üzerindeki mülkiyet ilişkileriydi. Tıpkı gençlik problemlerinin kaynağının yumurta atılan birey değil, bu bireylerin temsilciliğini üstlendiği sermayenin kendisi olması gibi.
Devrimcilik ilk olarak bir plan ve programa dayanan ve sabır gerektiren uzun erimli bir mücadeledir. Son tahlilde öznel isteklerin değil, nesnel koşulların bir sonucudur. Heyecanlı bir hobi değil, günlük ve tarihsel sıkıntılarımızın bizi olmaya ittiği karakterdir. Devrimci olmak toplumsal ve tarihsel koşulların, yani genelde sınıflı toplumun özelde de kapitalist üretim tarzının bir sonucudur ve kendisini var eden şartlar yok edildiğinde kendisi de ortadan kalkacaktır.
Bir devrimcinin asıl ve nihai hedefi, gelecek kuşakların devrimci olmak zorunda kalmamalarını başarabilmektir.
Gençlik kapitalizme karşı!
Kapitalizm genel olarak bütün toplumsal kesimleri burjuva sermaye birikim sürecinin birer parçası haline getirir. Tekelci kapitalizm denen günümüz emperyalizm çağında gençliğin işlevi, hayatın her köşesinde iktidarı elinde tutan finans kapitalin ihtiyaçlarını yerine getirebilmek üzere eğitilmektir. Bunun yanı sıra yedek sanayi ordusunu oluşturmak ve/veya istihdam edilmektir. Böylelikle gençlik kapitalist toplumun başlıca çelişkilerinin ağırlığını sırtında hissetmektedir. Ya geçici kazançlara razı olmak ya da işsizler ordusuna katılmak — işte burjuvazinin önümüze koyduğu seçenekler bunlardır!
Kapitalizmin tarihi boyunca işçi gençlik, ucuz iş-gücü sömürüsünün önde gelen öznesi olagelmiştir. Hayatta kalma maliyeti, yetişkin bir işçiye oranla daha düşük olabildiğinden, kapitalistler ücretler üzerinde genel bir basınç yaratabilmek adına işçi gençliğin iş-gücünü asgari ücret seviyelerinin çok çok altında kiralamıştır. Bu politika, hem işçi sınıfı içerisindeki birliği parçalamayı ve sınıfın farklı kesimlerini kamplaştırmayı, hem de genç nüfusun ekonomik sömürü düzleminde en önde gelen ücretli köleler olmasını amaçlamaktadır.
Yönetici sınıf, işçi gençliğin yetenek, güç ve enerjisinden onu daha fazla sömürebilmek için faydalanır. İşçi gençliğin, hem emekçi hem de genç olarak iki yanlı bir sömürüye hedef olması bundandır. Düşük ücretlerin yanı sıra, en kötü çalışma koşullarına sahip olan da çoğunlukla işçi gençliktir. Sömürü ilişkilerini en yoğun hisseden kesim olarak emekçi gençlik dünya üzerindeki insan gücünün yaklaşık üçte birini oluşturuyor. Emperyalizmin ve onun ihtiyaçlarının aktarma kayışı rolündeki hükümetlerin bu kesime yönelik uyguladığı baskı, şiddet ve göz boyama politikalarının arka planında yatan ekonomik ve sınıfsal kaygılar da buradan kaynaklanıyor.
Bir krizler sistemi olarak kapitalizm, kendisinden iş bekleyenlerin sayısını arttırdıkça, yaş ortalamasını da düşürüyor. Gençlik arasındaki işsizlik, toplumsal ortalamanın bir hayli yukarısında. Gerici ve baskıcı iş yasalarının daha da ağırlaştırdığı çalışma şartları altında iş bulma “şansına” erişemeyen işsiz gençlik, kriz karşısında çöken aile bütçelerine katkıda bulunamayarak bunalıma, intihara ve umutsuzluğa sürükleniyor. Dışlanmışlığı ve itilmişliği sosyal hayatın her alanında hisseden bu kesim, kendisini ifade edebileceği araçlardan (platformlar, mekânlar, vs.) yoksun. Kapitalizmin ülseri olan işsizlik, büyük sermaye çevrelerinin politik, ekonomik ve toplumsal yaşam üzerindeki egemenliğinin neden olduğu derin ve genel bir bunalım olarak, gençliğe geleceksizlikten başka bir şey vadetmiyor.
Kapitalizmi sarsan mali kriz, sadece tekrarlayıcı doğasıyla değil fakat aynı zamanda daimi ve derin köklü özellikleri nedeniyle de gençliğin ihtiyaçları ile şimdiki durumu arasındaki uçurumu derinleştirip genişletmektedir. Burjuvazinin krizden çıkış programının dikişleri patladıkça özelleştirmeler yoluyla işini kaybeden, sosyal hakları budanan, en demokratik hakları şiddetle bastırılan, eğitim ve sağlık hizmetlerinin tamamen dışında bırakılan da gençlik oluyor.
Ucuz iş-gücünün ve sonu görünmeyen işsizlik maratonunun öznesi olan genç işçi ve işsiz yığınlarında muazzam bir sınıfsal öfke ve tepki birikmektedir. Bu sınıf öfkesini emperyalist üretim ve bölüşüm ilişkilerine yöneltmekten başka çıkar yol yoktur. Krizlerin yarattığı korkunç enkazın altında kalmamak adına, gençliğin karşılaştığı toplumsal ve ekonomik sorunları anti-kapitalist talepler halinde somutlaştırarak, onlar etrafında bir mücadele örgütlemek, mutlak bir ihtiyaç halini almaktadır. Bu ihtiyacın politik bir alternatif doğrultusunda giderilmesi, “ya barbarlık, ya sosyalizm” ikileminin de cevabını verecektir.
Neo-liberal saldırı dalgası
Mesleki bir kariyere sahip olmayı düşlemek, mezuniyet sonrası görece bir refaha ulaşacağını sanmak, “sınıf atlama”yı ve iş-gücü piyasasının kendisine bir gelecek vadedeceğini düşünmek… Bunlar, öğrenciler üniversitelere girerken bilinçlerine pompalanan burjuva ideolojisinin ufak bir kısmı. Ancak her öğrencinin kendi günlük yaşantısında da hissettiği üzere, burjuva kara propagandanın yarattığı soyut beklentiler ile hayat alabildiğine çelişiyor. Zira öğrencilik artık “sınıf atlama”nın değil, geleceğin işçileri ve işsizleri olmanın ismi!
Uluslararası sermayenin öğrenci politikası derinleştikçe, öğrenciler ile toplumun ezilen kesimleri daha da bütünleşiyorlar. Finans kapital, dünya çapında 50 milyondan fazla öğretmen, 1 milyar öğrenci ve binlerce kuruluşla yaklaşık iki trilyon dolarlık hacmi olan eğitim sektörünü, pazarlama politikalarıyla bir piyasa hizmeti haline getirmeye kararlı. Bu kararlılık en yüksek ifadesini, 1999 yılında 29 ülkenin ve daha sonra da Türkiye’nin, Bologna Süreci’ni başlatmasında buldu. Peki Bologna Süreci neleri öngörüyor?
Şirketleşen üniversite!
1970’lerden beri düşen kâr oranları, yaşanan aşırı birikme ve sermayenin hareket alanının daralması, iş-gücü piyasasında nitelikli bilgiye duyulan ihtiyacı doğurdu ve yeni yatırım alanlarının “keşfi” gündeme geldi. Kapitalizmin dönemsel ihtiyaçlarına uygun olarak sürekli yeniden yapılandırılan üniversiteler de bu yeni arayıştan nasibini aldı!
Gerek uluslararası finans kuruluşları, gerekse ulusal patron örgütleri… Hepsinin Bologna Süreci bağlamında programlarında aynı ilke yer alıyor: “üniversite özerkliği.”
Bu “özerklik,” faaliyetlerin ticarileştirilmesini, sermaye piyasasından “borç” alınmasını ve akademik personelin ataması, seçimi, terfisi, işten çıkarılması ile çalışma koşullarının ve ücretlerin belirlenmesi gibi kararları üniversite yönetiminde bulunan “paydaşların,” yani sermaye çevrelerinin vermesini amaçlıyor! Dahası, araştırmaların ve projelerin içeriğinin belirlenmesinin yetkisi kar ortaklarına verilerek, bilimsel üretim süreci burjuva sermaye birikiminin sağlıklı bir düzlemde akması için kullanılıyor. Performansa dayalı çalışma koşulları ve güvencesizlik kural haline getiriliyor.
Kısacası üniversiteler özel sermayenin kar ettiği alanlara dönüştürülürken, kapıları da piyasa ilişkilerine sonuna kadar açılıyor ve bilimsel bilgi ticari bir meta halini alıyor. Öğrenciler ise bu metayı satın alan “müşteri” konumuna indirgeniyor.
Öğrenciler ucuz iş-gücü kaynağı!
Kapitalizmin ihtiyaçları gereği sürekli halen gelen yüksek işsizlik oranları, derme çatma yapılarda niteliksiz ve vasıfsız eğitim kurumlarını ortaya çıkardı ve bu kurumlar son derece çarpık bir biçimde “istihdam alanları” olarak kullanılmaya başlandı. Bir AR-GE faaliyeti olarak üniversitelerde TeknoKent’lerin kuruldu ve kurulmaya da devam ediyor.
TeknoKent’ler üniversite ile sanayi arasında işbirliğini sağlayan kurumlar olarak tanımlanıyor. Bu kurumların amaçları arasında bölgeye yabancı sermayeyi çekmek, ticaretteki rekabet gücünü arttırmak ve şirketler için yeni ürünler üretmek gibi maddeler mevcut. TeknoKent’ler bir şirketmişçesine birçok firmaya hizmet verirken, aynı zamanda da kamu kaynaklarından finanse edilmekteler. Böylece hem özel sermayenin yatırım çalışmalarının masrafları toplumsal vergilerden ödeniyor, hem de üniversite bileşenleri ucuz iş-gücü kaynağı olarak kullanılıyor! Sanayideki sömürü ilişkileri okullara taşınıyor! TeknoKent’ler tüm bunların yanı sıra, eğitime ayrılan devlet bütçesinin özel sermayeye teşvik olarak aktarılmasında da önemli bir yer teşkil ediyor.
Sadece burjuvazinin işine gelen bilgileri üretin!
IMF ve Dünya Bankası benzeri emperyalist kurumların, eğitim politikaları düzleminde ülkelere dayattığı yapısal “uyum” programları, toplumun genelinin ihtiyacını hissettiği, ancak sermayenin doğrudan gereksinimi olmayan bilgilerin üretilmemesini vaaz ediyor. Bu bağlamda Türkiye de dâhil birçok ülkede “Sosyoloji” ve “Felsefe” tarzı sosyal bilimler üniversitelerde birer bölüm olmaktan çıkartılıyorlar. Bu bölümler burjuvazinin neo-liberal sömürü ilişkilerini derinleştirmesi için ihtiyaç duyduğu eleman gereksinimi adına “Pazarlama Sosyolojisi” ve “Pazarlama Felsefesi” olarak değiştiriliyor. Böylece yazılan tezler ile yapılan araştırmalar ve projeler, patronların yeni saldırı politikalarının, misal rant adına fitili ateşlenen “kentsel dönüşümün” nasıl daha ileri götürülebileceği üzerine oluyor!
Bilginin sadece üniversitelerdeki paydaşlar lehine olacak şekilde üretilmesi, en radikal biçimine TeknoKent’lerde bulunan ve yine bir AR-GE faaliyeti olan Teknopark’larda kavuşuyor. Teknopark’lar “şirketler için yeni teknolojik ürünler” kisvesi altında, Kürt bölgelerinde sömürgeci amaçlarla bulunan Türkiye burjuvazisine ve onun daimi ordusuna silah üretiyor! Kürt gençliğinin karşısında seferber olduğu kalekollar ve seferberlikleri sırasında onlara karşı kullanılan silah teknolojileri, okullarımızda tasarlanıp üretiliyor!
Neo-liberal dönemde öğrenci olmak!
Neo-liberalizmin dokunduğu her şeyi piyasa ilişkilerine açması, eğitimin ticarileştirilmesinin ve üretimde yaşanan sömürünün okullara taşınmasının önünü açtı. Bir CV sahibi olabilmek, sertifika programlarına ve stajyerlik faaliyetlerine katılmak veya eğitimini sürdürürken bir yandan da çalışmak zorunda kalmak… Artık üniversiteye adımımızı attığımız andan itibaren ucuz emek-gücü piyasasının bir parçası oluyoruz.
Bologna Sürecinin öngördüğü uygulamalar, bu gerçekliğin bilincinde olarak, sömürü ilişkilerini içselleştirmiş “neo-liberal öğrenci” modelini yaratmayı amaçlamaktadır. Üniversiteler içerisinde yaratılan rekabet ve başarı hırsı, öğrencilerin toplumsal sorumluluk, dayanışma gibi değerlerden uzaklaştırılmasına ve kariyer, kar gibi hırslarla hareket etmesine neden olmaktadır!
Meslek liseleri; sömürü yuvaları!
Meslek liselerinde okuyan emekçi gençler üretime dolaysız katılarak staj sömürüsüyle, güvencesiz ve kölece çalıştırılmayla doğrudan temas ediyorlar. Meslek liseliler stajlarda, asgari ücretin üçte biri ile veya ücretsiz çalıştırılıyor. Stajlarda can güvenliği sağlanmaması bir kenara, sigorta da yatırılmıyor. Üreten sınıf dâhilinde bakıldığında en ucuza (ve hatta bedavaya!) çalıştırılan Meslek Liselilerin birçok hakkı gasp edilmiş vaziyette. Can güvenliği, sigorta, ücret artışı, çalışma saatlerinin kısaltılması gibi haklarından mahrum edilen Meslek Liseliler, en temel mücadele aygıtlarından biri olan sendikadan da mahrum!
Gerçekte ucuz iş-gücünün sömürüsü anlamına gelen stajlarda, öğrenciler, özel işletmeler tarafından saatlerce çalıştırılıyor. Ortalama bir yetişkin işçinin yaptığı işin kat ve kat daha fazlasını yapan emekçi gençlik, kendi mesleki alanına girmeyen temizlik, çay ve benzerleri gibi angarya işleri de yapmaya mecbur bırakılıyor. Böylece patron, hem bu işleri ücretsiz yaptırarak, hem de işlerin paylaşımı için birkaç çalışan daha işe almayarak, kârını birkaç kat katlıyor.
Meslek Liselilerin bir iş gününde yaptıklarını, öğrenci olmayan birisi yaparsa kat ve kat daha fazla ücret alıyor. Endüstri Meslek Liseleri öğrencilerinin tümü, son senelerinde haftanın 3 günü zorunlu staj yapıyorlar. Teknik ve Anadolu Teknik Liseleri’nde ise öğrenciler 10. sınıfta 4 hafta ve 11. sınıfta 5 hafta zorunlu staj yapıyorlar. Ancak Meslek Liselilerin stajlar dışında, “uygulamalı projeler” adı altında derslerde ürettikleri ve harcadıkları emek-güçleri de var.
Meslek Liseliler, sadece genç ve öğrenci oldukları için, ürettikleri değerler sonuna kadar ücretsiz olarak sömürülüyor. Ne var ki Meslek Liselerindeki sorunlar staj sömürüsüyle kapanmıyor. Bu okullardaki eğitimin niteliksizliği ve dahası, okuduğu mesleki alanla ilgili materyallerin yetersizliğinden dolayı birçok öğrencinin ihtiyacını hissettiği pratiği yapamaması, büyük bir eşitsizlik doğuruyor. Materyal eksikliği sebebiyle mesleğinin inceliklerine tam olarak hâkim olamayan ve eğitimin niteliksizliği ile müfredatların dershanelerde farklı oluşundan dolayı üniversite sınavına hazırlanamayan Meslek Liseli emekçi öğrenciler 2 senelik yüksekokullara mecbur bırakılıyorlar!
Meslek Liseliler ve Meslek Yüksekokulu’nda okuyanlar, günlük hayatta içine girdikleri sömürü ilişkileri nedeniyle, işçi sınıfının dolaysız bileşenleridirler. Buralarda “okuyan” yüz binlerce öğrencinin emek-gücü, hiçbir engelle karşılanmaksızın sayısız uluslararası firmaya, ücretsiz veya çok ucuza pazarlanmaktadır.
Erkek egemen kapitalizm, kadın gençliği sindiremeyecek!
Gençler üzerinde uygulanmakta olan neo-liberal saldırı politikalarından kadın gençlik de nasibini fazlasıyla alıyor! Öyle ki kadın öğrencilerin, sırf kadın oldukları için karşılaştıkları çifte baskı ve sömürüyü göz ardı etmek mümkün değil.
Öğrenci olmanın yanı sıra kadın olmaktan kaynaklı problemlerin başında meslek seçimleri, düşük ücretler ve işsizlik geliyor.“Kadınlara özel meslekler” adı altında toplumsal cinsiyetçi bakış açısı yaygınlaştırılıyor ve kadınların yalnızca belirli iş kollarında çalışması uygun görülüyor. Bununla birlikte erkeklerle aynı işi yapan kadınların erkeklere oranla çok daha düşük ücretler alıyor olması, kadınlar üzerindeki baskının bir diğer boyutunu gözler önüne seriyor. Kadınlara yönelik bu ayrımcı tutum, cinsiyetçi eğitim sisteminde ve müfredatında da somutlaşıyor.
Yürürlüğe konulan yasalar, kadınların “ev kadınlığı” adı altında aldıkları eğitime devam etmelerini engelliyor, çok küçük yaşlarda zorla evlendirilmelerinin önünü açıyor. Kadınlar sokaklardan, iş yerlerinden, okullardan adım adım uzaklaştırılıyor. Bu sayede, ufak yaşlardan itibaren devlet tarafından kendilerine biçilen “annelik” rolünü üstleniyor, “ev gelirlerine katkı” adı altında parça başı işlerle esnek ve güvencesiz çalıştırılmak üzere evlere hapsediliyor. Tüm bunlar sistemin kadın algısını açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Okullar, yurtlar, sokaklar ve iş yerleri olmak üzere tüm yaşam alanları genç kadınlar için adeta bir hayatta kalma yarışına ev sahipliği yapıyor. Tüm taciz ve tecavüz davalarında devlet, yaşananlardan kadınları sorumlu tutuyor ve suçluların en hafif cezalarla süreci atlatmalarının önünü açıyor. Alınan kararlar işlenen cinayetleri de meşrulaştırıyor; kadınlar her alanda sevgilileri, kocaları tarafından bir bir öldürülüyor.
Devletin cinsiyetçi yaklaşımı kadınlar ile birlikte LGBTİ bireyleri de fazlasıyla etkiliyor. Eğitimin her geçen yıl muhafazakârlaşmasıyla birlikte cinsel ve fiziksel şiddet gören lezbiyen, gay, biseksüel, trans ve interseks (LGBTİ) bireyler ötekileştirilmeye devam ediliyor. Nefret cinayetlerinde suçluların aldığı cezai indirimler ise birbirini izliyor.
Yaşanan tüm bu sorunlara devletin hiçbir çözüm getiremiyor ve hatta sorunları bizzat derinleştiriyor oluşu aslında sorunun sistemden kaynaklı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla tüm bu saldırılara karşı kadın mücadelesinin gençlik içerisinde de yaygınlaştırılması ve güçlendirilmesi oldukça önemli.
Gençliğin sorunları, sınıflar mücadelesinden bağımsız değil!
İşçi sınıfının sosyalist devrimin öznesi olmasının nesnel zeminini, iktidarı ele geçirdiğinde sömürüye dayanan herhangi bir mülkiyet biçimini devam ettirmesinde küçük de olsa bir çıkarı bulunmaması oluşturur. Kapitalist toplum örgütlenmesinde, bütün bir insanlığın toplumsal kurtuluşunu gerçekleştiremeden kendi sınıfsal kurtuluşunu gerçekleştiremeyecek olan tek sınıf, işçi sınıfıdır. Bir yandan sınıflı toplumu yok ederken diğer yandan da kendi iktidarının da sonlanmasını sağlayacak toplumsal mekanizmaları ve koşulları ancak işçi sınıfı, üretimden gelen gücüyle ve tarihsel pozisyonu aracılığıyla gerçekleştirebilir.
İşçi sınıfı, insanlığın ve onun tarihinin tanık olduğu bu en büyük hedefi gerçekleştirebilmek için kendi devrimci partisine ihtiyaç duyar. Bu devrimci parti sınıfın hafızası olur; onu merkezileştirir ve birleştirir; yerelde kalan mücadelelerin bütünlüğünü sağlar; yayınlarıyla sınıfa ve onun direnişine kılavuzluk eder. Böylesi bir partinin inşası ancak ve ancak üretimin en yoğun yaşandığı alanlar olan fabrikalarda ve atölyelerde örgütlenme yoluna gidilerek başarıya ulaşabilir.
Ne var ki işçi sınıfı bu tarihsel görevi yerine getirirken, kendi dışında kalan bütün toplumsal tabakaları karşısına alamaz. Tersine, diğer ezilen kesimler ve sınıflarla da ittifak kurmak, onları kendi kurtuluş hedefine kazanmak mecburiyetindedir. İşçi sınıfı, diğer ezilen tabakaların küçük-burjuva önyargılarına ve zaaflarına teslim olmadan ve kendi devrimci sosyalist programından herhangi politik bir taviz vermeden, bu tabakaları da ücretli kölelik sistemine karşı seferber etmelidir ve kendi parti inşasını bu alanlarda sürdürmelidir.
Bu noktada, gençliğin karşılaştığı toplumsal sorunların, egemen sınıfların topluma dayattığı politikalar sonucu doğan unsurlar olduğunu hatırlamak gerekiyor. Kendi hayatsal sorunlarının kaynağını ve çözümünü arayan bir gençlik, eninde sonunda bunların sınıfsal saldırı politikalarından filizlendiğini görmek durumunda kalacaktır. Böylece gençlik ister istemez, ekonominin toplumsal örgütlenişi temelli ortaya çıkan bu sorunlara çözüm arayan ve bunun kavgasını veren sınıfın safında yer almak zorundadır. Gençliğin emekçi sınıfların yanında yer almasını işte bu basit ilke zorunlu kılar: Sorun sınıfsal kaynaklı ise, çözüm de sınıfsal niteliktedir.
Siyasal iktidara hâkim olan ve ekonomiyi kendi çıkarları doğrultusunda örgütleyen sınıf değiştiğinde, gençlik politikası da özünde değişikliğe uğrayacaktır. Burjuvazinin iktidarda olduğu toplumlarda, gençlik politikalarının ve sorunlarının kaynak ve karakter açısından benzerlik göstermesi, tarihsel bir tesadüf değildir. Tam olarak bu gerçeğin varlığı sebebiyle, gençliğin mücadelesi işçi sınıfı iktidarı için verilen mücadelenin organik ve politik birer parçasıdır.
Sorunlarımız karşısında verdiğimiz mücadelenin talepleri ile bir işçi demokrasisinin tarihsel hedefleri arasında kurulması gereken köprünün yakıcı gereksinimi bundan kaynaklanmaktadır.
Küçük-burjuva sloganların iflası
İşçi, işsiz ve öğrenci gençlik karşılaştığı sorunların yapısal karakteri karşısında mücadeleye atıldığında, bu yapısal sorunların özüne değil de kabuğuna, kılıfına vurgu yapan sloganlarla ve taleplerle karşılaşabiliyor. Bu yüzeysel ve küçük-burjuva politikaların bir “alternatif” olarak sunulması, meselenin kaynağının ve niteliğinin ıskalanmasına ve ayrıca neo-liberal bir kurgu yaratılmasına sebebiyet veriyor. Zira bu küçük-burjuva politikalar ve sloganlar zinciri, sorunun sınıfsal boyutunun üzerinden atlayarak illüzyonların en gericisini sahneliyor ve kapitalizmi soldan yeniden üretiyor!
“Eğitimde fırsat eşitliği”; burjuva bir ütopya!
Bireylerin mülkiyet önünde eşitliği sağlanmaksızın, yasalar önünde eşitliğe sahip olması neye tekabül eder? Biz söyleyelim, sözde eşitliğe! Sınıfsal düzlemde eşit olmayanlara eşitlermiş gibi davranmak, ezilenin değil ezenin çıkarınadır. Toplumun sınıflı ve eşitsiz yapısının, herkese eşitmiş gibi davranılarak aşılabileceği sanısı, düz mantığın safsatasıdır. Diyalektik mantık, eşitsizliğin ve ayrımcılığın ancak yine eşitsiz ve ayrımcı davranılarak çözümlenebileceğini söyler.
Bizim yaklaşımımız eğitim kurumlarında aynı fırsatlara sahip olmayan, farklı sınıflardan ve uluslardan gelen öğrencilerin olduğu gerçeğinin göz ardı edilemeyeceğidir. Bu sebeple “eğitimde fırsat eşitliği” benzeri gökyüzünde kalan soyut ilkeleri değil, emekçi ailelerden gelmiş, her bakımdan baskı görmüş ve sömürülmüş öğrenciler lehinde öteki toplumsal kesimlere ayrımcılık yapılmasını, tek gerçekçi ve devrimci yol olarak görüyoruz.
“Bilimsel” eğitim mi? Ama hangi sınıf için?
Kapitalizm ve onun laboratuvarları ile üniversitelerinin bilim üretmediğini iddia etmek temelsiz, popülist ve dahası yanlış bir çıkarım olur. Tam tersine, burjuvazinin kapitalist üretimi arttırmak ve dolayısıyla da sömürüyü yoğunlaştırmak için bilim ve teknolojiye ihtiyacı vardır. Kapitalizm bilimi burjuvaların kar çıkarlarına alet etmekte ve onu kullanarak tarihin gördüğü en korkunç yıkımlara yol açabilmektedir. Dahası burjuvazi, bilimi, sömürü ilişkilerini rasyonelleştirmek için kullanmaktadır.
Sınıf mücadelesi söz konusu olduğunda safımız bellidir. Talep ve sloganlarımızla bilimin sınıfsal niteliğini vurgulamak ve burjuvazinin çıkarına işleyen burjuva üniversitelerinin karşısında, Özgür Emekçiler Üniversitesi safında yerimizi almalıyız!
Bilim ve teknoloji üretimi, laboratuvarlara hapsolmamalı, toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçiler yararına kullanılmalıdır. Kısacası bilimin karakteri burjuvaziden değil, işçi sınıfından yana olmalıdır. Bilim ancak işçi sınıfı demokrasisi altında insanlığın çıkarlarıyla uyumlu hale gelebilir ve özgürleşebilir.
“Özerk-demokratik üniversite” talebi mücadelenin boğazını sıkan bir ilmiktir!
Özerk-demokratik üniversite talebinin son derece muğlak olması bir yana, sınıfsal bakış açısından da savunulabilir bir yanı yoktur. “Özerk” ve/veya “demokratik” sıfatlarının sınıfsal bir özü bulunmamaktadır. Halbuki eğitim ve eğitim kurumları toplumsal sınıflardan bağımsız düşünülemez.
Bu talebin gerçek anlamı “iyileştirilmiş bir burjuva üniversitesi”nin ta kendisidir. Zira Türkiye burjuvazisinin ve onun örgütlerinin hazırladığı eğitim taslakları, bu üniversite modelinin hayata geçirilmesini zaten öngörmektedir! “Özerklik” mi? Evet, üniversitelerin piyasaya ve özel sermayeye açılabilmesi için devletin karşısında bir özerkliğe sahip olmasını savunuyorlar. “Demokratik” mi? Evet, ama üniversite bileşenleri için değil, “paydaşlar” ve kar ortakları için demokrasi!
Kötünün iyisi olan ve neo-liberal sömürü ilişkileri ile hiçbir şekilde zıtlaşmayan bu talebi, bir hedef haline getirmeyi reddediyoruz. Özerklik değil, özgürlük istiyoruz! Patronların değil, emekçilerin üniversitesini istiyoruz!
Ne savunuyoruz? Sosyalist alternatifi yükseltelim!
Kitlelerin yakıcı yaşamsal ihtiyaçlarını sınıf mücadelesinin mantığı içerisinde kavramak günlük ve tarihsel çıkarlar, asgari ve azami talepler arasında devrimci bir köprü kurulmasını gerektirir. Kaldırmak istediklerimizin yerine koymak istediklerimiz bir şekilde bu köprüde ifadesini bulamaz ise, sosyalizmi belirsiz bir geleceğe ertelemekten farksız bir şey yapmış oluruz. Bu nedenle mevcut durum ile hedef arasındaki bağı somutlaştırmak, kitle hareketinin sağlıklı kanallardan akması ve kalıcı kazanımlar elde edilmesi adına bir ihtiyaçtır.
Özgür Emekçiler Üniversitesi ve politeknik eğitim için ileri!
Özgür Emekçiler Üniversitesi (ÖEÜ) ile politeknik eğitim birbirlerinden bağımsız olarak düşünülemeyecek iki olgudur. Birinin varlığı diğerini şart koşar. Bunun nedeni ÖEÜ’nin, politeknik eğitimin üniversitede somutlaşmış versiyonu olmasında yatar.
Kapitalizm bilim ile emeği, maddi ve zihinsel iş-gücünü yani kafa emeği ile kol emeğini, daha önce hiçbir sınıflı toplum varyantının yapamadığı derecede bir radikallikle ayırdı. Bu çelişki köy-kent, tarım-sanayi düzlemine değin derinleşti. Politeknik eğitim, üretimin bütün dallarını teorik ve pratik bağlamda tanıtıcı bir şekilde sunarak, bu radikal ayrımı bütünleştirmeyi hedefler.
Politeknik eğitim çalışma ve emek süresinin araştırılması, incelenmesi, gözlem, gözetleme, denetleme, konuya ilişik okuma kitaplarının oluşturulması, keşif ve öğrenim gezileri tarzı yöntemlerle öğrencileri hem modern teknikle, hem de bu tekniğin düşünsel altyapısıyla tanıştırmayı amaçlar. Kapitalist teknoloji toplumu ve bireyleri bilgi ve tekniğin üreticisi yapmamıştır, basit birer uygulayıcısı durumuna düşürmüştür. Politeknik eğitim toplumu üretim süreci içerisinde bilinçli bir konuma çekerek, yaratıcılığın önündeki maddi engelleri kaldırmayı ve yabancılaşmayı aşmayı hedefler.
Politeknik eğitim bir özel ders konusu değildir, o tüm derslere nüfuz etmeli ve hepsini kapsamalıdır. Fizik, kimya, doğa ve toplum bilimleri derslerinin birbirine bağlanıp bütünleştirilmesini ve bu derslerin pratik çalışma ve eylemle benimsenmesi gerektiğini savunur. Böylece üretimin temellerini ve zeminini, bunun yanı sıra yaşanan ekonomik ve teknik ilişkiyi anlayan birey, teorinin veya pratiğin tek yanlılığını kırarak, doğal ve toplumsal süreçlere doğrudan kolektif müdahalenin öznesi halini alacaktır.
Bu yöntemle yapılandırılacak bir üniversite, her türlü yeteneğin ortaya çıkarılmasını ve kafa ile kol emeği arasındaki tarihsel koşullara bağlı çelişkinin ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir üniversite olmalıdır. Bu üniversitenin adı Özgür Emekçiler Üniversitesi’dir. ÖEÜ eğitim verirken başta işçi sınıfı olmak üzere ilk olarak ezilenlere öncelik verecektir, üniversite bileşenlerinin kendileri üzerinde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacaktır, bilginin bölünmüşlüğünü kırıp tek yanlılığı aşacaktır.
Sosyalist Gençlik Enternasyonal’imizi kurmaya!
Burjuvazi, kendisinden önceki sınıfların aksine bir dünya sistemi kurdu. Yeni pazar arayışları ve ulus-devlet sınırlarını aşan ticari faaliyetleri, onu, ekonominin toplumsal örgütlenişine uluslararası bir karakter kazandırmaya itti. Sonuç olarak burjuvazinin bilinçli olarak örgütlediği sınıfsal saldırı örgütleri ve politikaları da, uluslararası bir niteliğe sahip olur oldu. Saldırı örgütlerinin ve politikalarının bu özelliği, onlara karşı verilecek cevabın ve onlar karşısında örülecek siyasal alternatifin de enternasyonalist olmasını mecburi kıldı.
Bu bağlamda enternasyonalizm soyut bir ilke değildir, her ulusal kapitalizmin gittikçe daha fazla oranda dünya pazarına eklemlenmesinin, uluslararası işbölümünün, üretici güçlerin aşırı gelişiminin, ulus-devletlerin kronik krizinin ve sınıflar mücadelesinin son derece somut bir yansımasıdır.
İşçi, işsiz ve öğrenci gençliğin mücadele ettiği barikatların karşısında IMF, Dünya Bankası, NATO gibi emperyalist finans ve savaş örgütleri bulunmaktadır. Burjuvazinin ister askeri ister siyasal olsun uyguladığı bu “zor,” ancak başka bir “zor” tarafından parçalanıp tarihe gömülebilir. Genç kitlelerin bu eylem için kullanacakları araç devrimci örgüttür ve devrimci örgüt de dünya örgütüdür.
Bugün gençlik, hemen her ülkede alanları dolduruyor ve geleceğini savunmak adına kendisini ateş hattına atıyor. Genç kitleler mücadeleye kendiliklerinden ne kadar çok çekilirse, sosyalist bir gençlik enternasyonaline duyulan ihtiyaç o denli yakıcı hale geliyor. Bu Enternasyonal, gençliğin uluslararası direnişine ortak yanıtlar üretip mücadelede kalıcılığı sağlamalı, çok yönlü bir siyasal ajitasyonla işçi, işsiz ve öğrenci gençliği kendi çatısında birleştirebilmeli, işçi enternasyonali ile sürekli dayanışma halinde olmalı, emperyalizmin her türlü barbarca saldırısına karşı talepleri ve ihtiyaçları toplayarak siyasal programında en yüksek ifadesine kavuşturmalı ve farklı ülke gençlikleri arasında düzenli, ortak, sabırlı ve disiplinli bir faaliyet temelinde gerçek bağlar oluşturmalıdır.
Politik kitle eylemi için mücadeleye!
Bütün devrimlerin ve sınıfsal kazanımların toplumsal harcını kitlesellik ve kitle eylemleri oluşturur. Bu nedenle kitlelerden kopuk ve ona anlamsız gelen izole sokak çatışmalarının, örmeye çalıştığımız hareketi ilerletmediğini, tersine gerilettiğini söylüyoruz. Kendimizi kitleler yerine koymak durumunda olamayız. Kitlelerin karşısına geçip “merak etmeyin biz varız” demek, programımıza kazanmaya çalıştığımız kitleleri siyasal tembelliğe itmekle kalmaz, sınıflar mücadelesi üzerinde de emekçilerin aleyhine bir basınç oluşturur.
Biz, kitlesel seferberlikleri ve bu seferberliklerin sürekliliğini savunuyoruz. Önümüze tarihsel bir görev olarak koyduğumuz devrimci gençlik örgütünün inşasının da, ancak ve ancak bu seferberlikler içerisinde hayat bulabileceğini ve gelişebileceğini biliyoruz. Zira kitle seferberliklerinin devrimci bir tarzda oluşturulmuş talepleri ve sloganları, örmek istediğimiz işçi, işsiz ve öğrenci gençliğin birleşik mücadelesiyle, işçi sınıfının devrimci iktidarını öngören tarihsel hedefimiz arasındaki çimentodan başka bir şey değildir.
Taleplerimiz
- Emekçi gençlik için eşit işe eşit ücret! Ucuz ve genç emek-gücü sömürüsüne son! Esnek ve güvencesiz çalışmaya hayır! Özelleştirmelere ve emperyalist ekonomik planlara karşı insanca yaşama hakkı!
- Parasız eğitim! Aileleri emekçi olan öğrencilere burs! Kaynak yok diyenler hesap defterlerini açsınlar! Giderleri devlet karşılasın! Üniversiteye sınavsız giriş hakkı!
Burjuva basını, sürekli bir biçimde, eğitim siteminin ne kadar adil ve eşitçi olduğunu yazıyor ve bunun propagandasını emekçi gençliğe dek taşıyor. Eğer sistem o kadar adil ise, dağıtılan burslar yardım olmaktan çıksın! Herkes için bir hak haline getirilsin! Türkiye’de kimse eğitim için para vermesin! “Bunun için yeterli kaynak yok!” diyenler, hesap defterlerini kamunun denetimine sunsun! Eğitim hakkının gaspına son verilsin!
- İşsizliğe son, herkese iş güvencesi! Derhal bir kamu çalışma program oluşturulsun ve işler 6 saat 4 vardiya olmak üzere paylaştırılsın! İşten atmalar yasaklansın! İşsizlik fonu özel sermaye için değil, işsizler için kullanılsın!
20-24 yaş aralığında olan gençler arasında işsizlik %20 oranında. 15-19 arası için bu oran %16. 25-29 arası içinse %13… Patronlar, krizi bahane ederek toplu işten çıkarmalar yapıyorlar. Bunun yanında zorunlu ücretsiz izinler, yani tensikatlar da cabası! Patron, kârına kâr katarken ücretlerimizi yükseltmiyor ama ne zaman kendisinin neden olduğu kriz onu zarara uğratsa bizi kapı dışarı etmeyi biliyor. Biz çözümü biliyoruz! Bütün işler 4 vardiya 6 saat çalışma düzeniyle tüm çalışanlara ve çalışmak isteyip de, zorunda olup da çalışamayanlara paylaştırılsın! Dahası işten çıkarmalar yasaklansın! Herkese iş güvencesi sağlansın! Ücretsiz izinler durdurulsun! İşsizlik fonu işçiler lehine kullanılsın! İşsizliğe karşı 6 saat 4 vardiya!
- Özel üniversitelerin açılması yasaklansın! Vakıf üniversiteleri tazminatsız kamulaştırılsın! T.C. Bologna Deklarasyonu’ndan imzasını çeksin! Meslek liselerinde staj, üniversitelerde tecrübe adı altında sömürüye son!
Üniversiteler yapısal bir dönüşüm içerisindedirler. “Üniversite-sanayi işbirliği” bunun en açık göstergelerindendir. Artık burjuvazi silahlarını okullarımızda Teknopark adı altında üretiyor! Üniversiteler ticarethanelere dönüşüyor! Üstüne üstlük burjuvazi bu Teknopark’ların masraflarını “toplumsallaştırıyor”. Kirli çıkarlar için üretilen silahların parasını vermeyi reddediyoruz! Üniversite artık bir sınıf atlama kurumu değil; zira üniversiteler geleceğin aydınlarını değil, geleceğin işçilerini ve işsizlerini üretiyorlar. Bologna Deklarasyonu altında üniversitelerin kapitalizmin ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesine son! Türkiye Bologna Deklarasyonundan çıksın! Rekabetçi eğitim ve öğrenci modelleri çöpe! Üniversitelerde işçi-öğrenci denetimi!
- Baskılara ve tutuklamalara son! Öğrenci avına ve devlet terörüne son! Tutuklu öğrenciler serbest bırakılsın! Cezalar silinsin! Örgütlenme hakkının önündeki bütün engeller kaldırılsın! Sendikalar işçi gençliğe açılsın! Sendikalara girişte 18 yaş sınırlaması kaldırılsın!
Türkiye’de 1778’i tutuklu olmak üzere 2824 öğrenci cezaevinde. İlginçtir, tüm dünyada terörist olmakla suçlananların sayısı 35 117. Dünya nüfusunun %1,1’ine denk düşen Türkiye tüm bu sayının 12 897’sine, yani %37’sine tek başına sahip! Anlaşılan, sermayenin demokrasisi, yoksul ve farklı olanı terörist ilan ederek kendini meşrulaştırmaya çalışıp hayatta kalıyor. Bu tutuklamalar hukuki değil siyasidir! Çürümüş hukukunuzu istemiyoruz! Tutsaklar yalnız değillerdir! Örgütlenme hakkının önüne geçilemez!
- Her üniversiteye parasız revir ve kreş açılsın! Yurtlar ücretsiz olsun! Kadın öğrencilere parasız doğum kontrol ve kürtaj hakkı!
Eğitim kurumlarında cinsel şiddet kriz merkezleri istiyoruz!
- Eğitimin her alanında (okul, yurt, staj) cinsiyet ve cinsel tercihten kaynaklanan her türlü baskı ve ötekileştirme engellensin! Kadın ve erkek öğrencilere mezuniyet sonrası eşit iş olanağı!
- 4+4+4 kademeli eğitim sistemi çöpe! Kâr odaklı eğitim modelleri istemiyoruz! Sermaye odaklı değil, ihtiyaç odaklı eğitim!
4+4+4 kademeli eğitim sistemi, hükümetin neo-liberal saldırılarının bir parçasıdır. Kademeli eğitim modeli, diğer neo-liberal kardeşlerinden, yani bölgesel asgari ücret uygulamasından, özel istihdam bürolarından, kıdem tazminatına el konulmasında ve benzerlerinden bağımsız olarak düşünülemez. 4+4+4 ile beraber ilk 4 seneden sonra ekonomik olarak özel okullara gidemeyecek durumda olan çocukların önemli bir bölümü meslek okullarına gidiyor. Böylece 3 gün sanayide çalışacak olan işçi gençliğin gündemine yoğun sömürü ilişkileri oturmuş oluyor. 4+4+4 kadın-erkek arasındaki kölelik ilişkisini de pekiştiriyor. Kadın öğrencilerin ilk 4 senelik eğitimin ardından okuldan alınabilmesinin olanakları alabildiğine artıyor. Sanayide “eğitim” kılıfı altında sömürülen gençlik, elbette yetişkin bir işçiye göre daha düşük bir ücret alıyor hatta belki hiç almıyor! Bu durum da ücretlerin düşüşü yönünde muazzam bir basınç oluşturuyor. Kâr odaklı eğitim modelleri çöpe! Parasız, bilimsel, anadilinde eğitim! Parasız, nitelikli okul öncesi eğitim!
- Eğitimin şoven ve ırkçı karakterine son! Ulusal azınlıklara anadilde eğitim ve kendi müfredatlarını oluşturma hakkı! Türkiye burjuvazisinin alçakça çıkarları için ölmeyi ve sınıf kardeşlerimizi öldürmeyi reddediyoruz!
- Güvenceli iş, güvenli gelecek istiyoruz! Geleceğimiz bize aittir! Okullarda öğrenci ve işçi denetimi için ileri!
Yaşasın Özgür Emekçiler Üniversitesi!