Yazar: Bektaş Deneri

*Yazımız spoiler içermez.

Geçtiğimiz yaz sinemacı bir arkadaşım heyecanlı bir şekilde yeni çıkan bir belgeselden bahsetmişti. Belgesel Cem Kaya’nın “Aşk, Mark ve Ölüm” isimli çalışmasıydı. Eski usul kaset, teyp gibi nesnelere olan tutkumu da bildiğinden benim çok seveceğimi, kesin izlemem gerektiğini söyledi. Ben de kötü bir izleyici ama amatör bir meraklı olduğumdan izlerim demiş oldum. Aradan neredeyse bir yıl geçti, her karşılaşmamızda izledin mi diye sordu, mahcup oldum izlemediğim için, fakat en sonunda izledim… Uzun zamandır bu kadar etkileyici ve güzel bir şey izlemedim sanıyorum. Yazının girişinde bütün okurlarımıza bu şahane yapımı önerelim. Sonra neler düşündürdüğünden bahsedelim.

Belgesel en genel anlamıyla 1960’larda Türkiye’den Almanya’ya giden işçilerin hikayesini anlatıyor. Bunu yaparken o yıllardan bugüne dek göçmen işçilerin müzikle kurduğu ilişkiyi ele alıyor. Gurbet müzikleri, türküler, arabesk, düğün müzikleri, protest müzik, rock müzik, Anadolu ezgileri ile batı üslubu arasında gidip gelen orijinal çalışmalar, hip-hop… Bütün bu müzik janrları ve müziğin bu serüveni bize gurbette işçi olmanın dramatik hikayesini anlatıyor. Orhan Gencebay’dan Cavidan Ünal’a, Hatay Engin’den Neşet Ertaş’a, Yüksel Özkasap’tan Derdiyoklar’a, Cem Karaca’dan Boe B.’ye kadar onlarca müzisyen ve onların eserleri bize belgesel boyunca dramatik bir göç ve proletarya hikayesini anlatıyor.

İddiasız bir sinema izleyicisi olarak belgeselin tekniğini, içeriğini, sinematografisini ayrıntılı bir biçimde değerlendirmem güç. Ancak herhalde her amatör izleyici kendi meşrebince bir meseleden etkileniyor. Göç, belgeselin odağında duran ve izleyici olarak beni oldukça etkileyen bir mesele olarak duruyor. Sadece kendi ülkesinden binlerce kilometre uzağa giden insanların ne hissettiğini, zorlukları, dram ve özlemi düşündüğümden değil. İnsanlık tarihi kadar eski olan göçün bugün bize hissettirdikleri için… Tam da bu tartışmaları sıcak bir şekilde hissettiğimiz bir zamandan geçtiğimiz için herhalde.

Tam da avro kuru almış başını giderken ve pek çoğumuz ağız tadıyla bir tatil bile yapamazken Avrupa’dan tatile gelen “Almancılar”ın gündem olduğu bir dönemdeyiz. Tam da bu dönemde savaştan, baskıdan ya da farklı haklı gerekçelerle ülkesinden kaçan milyonlarca göçmene karşı sistemli bir saldırının olduğu bir dönemdeyiz. İşte tam da bu dönemde bu belgesel oldukça anlamlı bir yere oturuyor.

Halk arasında Almancı kelimesi, 1960’lardan itibaren yaşanan yoğun göç dalgası ile Almanya başta olmak üzere pek çok ülkeye çalışmaya giden insanları tanımlıyor. Almancılar ile son on yıldır yoğun bir şekilde Türkiye’ye göç eden insanlar arasında, tuhaf bir ilişki var. O yüzden tartışmayı biraz buraya bükelim. Hatta eli yükselterek “Türkiye bir doktor/ yazılımcı/ mühendis/ tesisatçı/ marangoz/ kalıp ustası/ kaynakçı/ sinemacı/ avukat … (bir işçi) kaybetti, Hollanda/ Almanya/ İngiltere (ileri kapitalist bir ülke, mümkünse emperyalist) … (bir işçi) kazandı” şeklinde kendisini ifade eden insanları da bu tartışma bağlamına alalım. Almanya’da göçmen akrabası olan insanın Türkiye’ye gelen göçmene düşman olduğu, Türkiye’den Avrupa’ya gitmeye çalışıp buraya gelen göçmenlere karşı ayrımcılık yapıldığı tuhaf bir etkileşim söz konusu. Evet, gerekçeleri çok farklı görülen çeşit çeşit göç ve her türden göçmenin birbirine düşman olabildiği bir dünya. Resme uzaktan bakınca tuhaf, içine girince anlaşılmaz oluyor. Biz yeterli bir mesafeden bakalım göçmenlere.

Almanya’ya giden işçiler – belgeselde de çok iyi aksedildiği gibi – oldukça zorlu bir entegrasyon ve iş koşulları ile yaşadılar. Halen kendilerini yabancı hisseden, ikinci sınıf vatandaş olan milyonlarca Türk, Arap, Kürt ya da farklı uluslardan birçok insan yaşıyor Almanya’da. Hepsi de göçmen damgası ile – öyle ya da böyle – birlikte yaşıyorlar. Öte yandan göçmenlerin Almanya’da yaşadıklarının yanında ekonomik olarak görece iyi durumda olmaları, döviz kurundaki bu farkla da Türkiye’ye gelip rahatça tatil yapabildikleri de bir vakıa. Burada Almancı işçilere/ emeklilere kızmalı mıyız? Doğru bildiniz, kızmamalıyız. Peki kime kızmalıyız, ilk elden ekonomiyi bu hale getirenlere, sonrasında dünyayı suni sınırlarla bu biçimde bölenlere ve esas olarak kendisi sınır tanımayan ama bizi fabrika ölçeğinden ülke ölçeğine kadar (ve göçmenleri genellikle şehir ölçeğine kadar) hapseden sermayeye kızmalıyız. Kızmakla kalmamalı, mücadele etmeliyiz.

Şimdi geri dönelim, Türkiye’de üniversite okuyan ve hükümetin baskılarından, aileden, ekonomik darboğazdan ya da ataerkil politikalardan bıkan ve bir şekilde yurtdışına gitmeye çalışanlara. Onlar da anlaşılır ve meşru. Aynı sorunlar, başka bağlamda yaşanıyor. Belki bu kuşağın gidişini Killa Hakan gibi lümpen protest karışımı bir müzik resmetmeyecek, belki kasvetli bir modern roman anlatısı bu kuşağın hikayesini anlatacak. Yine de bu kuşak giderken entegrasyon, yabancı düşmanlığı ya da yalnızlık gibi birçok sorunla karşılaşıyor.

Bir de ülkemize gelen Suriyeli, Afgan, Iraklı, Türkmenistanlı, Özbekistanlı, her ulustan kayıt dışı ve kelle koltukta yaşayan insanlar var. Son dönemde ırkçı politikalar buraya odaklanırken sanki savaşı bu göçmenler çıkarmış, sanki ücretlerin baskılanmasının sorumlusu işgüzar patronlar değilmiş, sanki kiraları arttıran ev sahipleri değilmiş, sanki göçmenler olmasa ataerkinin bütün kurum ve uygulamaları ortadan kalkacakmış gibi; bütün sorumluluk göçmenlere atfediliyor. Şimdi soralım Federal Almanya ile Türkiye Cumhuriyeti 1960’larda uluslararası işgücü anlaşması yaptığı için o dönem yapılan göç meşru fakat savaştan kaçıp kayıtdışı Türkiye’ye ya da başka ülkelere yapılan göç gayrımeşru, öyle mi? Göçün meşruiyeti devletlerarası hukuka bağlı kalamaz.

Her zaman insanlar daha iyi bir hayat umuduyla göç ediyor. Bu iş, sınırlar, savaşlar ve sömürü yok olmadan ortadan kalmayacak. Öyle ise Aşk, Mark ve Ölüm’ün düşündürdüklerini biraz daha özetleyelim. Milyonlarca insan 1960’larda Almanya’ya daha iyi bir hayat için göç etti, milyonlarca insan 2010’larda Türkiye’ye daha iyi bir hayat için göç etti ve bugün milyonlarca insan daha iyi bir hayat için bir yerlere göç ediyor. O zaman göçmenleri değil de onları göçe zorlayanları mı düşünsek, zira buradan bakınca isimler, kesimler değişiyor fakat göç zorunluluğu değişmiyor.

Bu uzun ve meşakkatli konu bu yazı ile ifade etmek çok güç. Ne bu belgeseli ne de göç olgusunu tek bir yönüyle ele alamayız. Zaten yazarken de göç, tatil, avro kuru, Derdiyoklar, Almancılar, her şey karıştı. Fakat – demek ki, hakikaten – müzik bazen anlatım için oldukça etkili olabiliyor. Hazır bu şahane belgeseli de izlemişken oradan öğrendiğim bir Cem Karaca parçasını buraya iliştirerek yazıyı sonlandırayım. Dinleyelim, izleyelim. He bir de – en önemlisi – yeryüzünün sınırsız olması için her ulustan işçi ve göçmen kardeşimizle mücadeleye devam edelim.

*https://www.youtube.com/watch?v=8agUW1U70k8