Bitmek tükenmek bilmeyen olasılıklar sunuyor hayat. Dünyada bir tane Kemal Sunal yaşamışken; hala hepimizin hayatına dokunabiliyor, sanatsal görünümleri sonsuz çünkü. Sanat bir fikrin, güzelliğin farklı yöntemlerde ifade edilmesi olarak kabul ediliyor. Marx’a göre sanat; insan ve doğanın karşılıklı bir etkileşiminin yaratıcı eyleme dönüşme hali. Yaşamı insanileştiren, mekanik görünümünü perdeleyen şey. Ve insan yeteneğinin, yaratıcılığının son ürünü. Çok yönlü gelişen ve ayrı toplumsal dinamiklere sahip olan sanat, bu yönüyle yaşama lezzet katar.

Sanat doğası gereği idealleştirme üzerine kurulu olsa da esasında bir üstyapı ögesi olarak son derece toplumsaldır. Örneğin her ne kadar bireysel ve absürt bir eser olsa da, bu eser bir sanatçının düşünsel emeğini taşır ve hiçbir sanatçı yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemez. Dolayısıyla tek başına sanatın varlığından bahsedilmesi, kelimenin tam anlamıyla, olanaksızdır. Sanat; kültüreldir, politiktir, ekonomiktir ve daha nicesi.

Üzülerek söylemeliyim ki sanat, günümüz sınıflı toplumunda; özgür ve üretken doğasını yitirmekle cebelleşmekte, kendi için amaç olmaktan çıkıp, varlığını ‘sömürenler için’ olarak sürdürmektedir.

Sömürenler nasıl oluyor da kültürü ve sanatı böylece kullanabiliyorlar? Bu güzel sorunun yanıtı “hegemonya” kavramında bulunur. Sermaye sınıfı elindeki devletle zor kullanır. Ancak bu zor, ideolojik olarak ‘rıza üretme’ kavramından ayrık değildir. İşte bu diyalektik birliktelik, devrimci/düşünür Gramsci’nin ‘hegemonya’sıdır. Hegemonya, burjuvazinin ideolojik aygıtlar bütünüdür. Sermaye sınıfının kendi egemenliğini pekiştirmek ve yeniden üretebilmek, düşman sınıf ideolojilerini yok etmek için bu aygıta ihtiyacı vardır. Yani kapitalist toplumda; devlet, kolluk güçleri gibi zor araçlarının yanı sıra; medya, kültür, sanat gibi üst-yapı araçları da burjuvazinin elindedir. Sanatı üretimsel süreci dışında ele alırsak; tanıtan, destekleyen, yaygınlaştıran ve finanse eden, örgütlü bir sınıf olarak burjuvazidir.

Yalnızca kendi ekonomik varlığını düşünen patronlar sınıfının yönettiği toplumda, sanatın özgür olduğu söylenemez. Bu mantıksal düzlemde -eskinin klişesi- sanat; sanat için değil, toplum için değil, “sermaye” içindir. Acaba Marx sanat için, yabancılaşmış emeğin bir ürünüdür derken bundan mı bahsetmekteydi? Denebilir ki, özgür ve himayesiz sanata yalnızca hakim ideolojinin olmadığı sınıfsız bir toplumda ulaşılabilir.

Tabi ki burjuva idealizminin balçığına bulanmamış, güzel sanat eserleri yok değil. Ancak güncel durumda, bir yanda burjuvazi ve aygıtlarının sanatı; diğer yanda ise yoksul işçi sınıfına ulaşamayan özgür sanat var. Bu senaryo yüz kere oynansa da, kazanan yine burjuva sanatı olacaktır. Burjuva hegemonyasının ikiyüzlü iyimserliğini derinden sarsacak gerçekçi bir sanata ulaşmak; ancak toplumsal işbölümünün yeniden düzenlenmesiyle ve toplumun geri kesimlerinin eğitilmesiyle mümkün olabilir. Dolayısıyla sınıfsız ve özgür bir sanata ulaşabilmek esasında bir devrim sorunudur.

Kapitalizminin erken yıllarından bugüne, sanat meta dönüşümünü tamamlamıştır. Sanatçının biriciği olan eser, birey için oldukça basit bir tüketim ürünü haline gelmiştir. Sanat eğitimi olmayan bir göz için çöp değerinde olabilecek bir eser, kapitalist için- ona kâr getirdiği ölçüde değerlidir. Denebilir ki sanatçı; -yayıncıyı, yayımlayanı, pazarlayanı, göstereni, tanıtanı- kısacası piyasaya süreni zenginleştirdiği ölçüde değerlidir. Bu kokuşmuş düzende, üretenin manevi emeğiyle değil, meta halinde parasal değeriyle vardır eser. Sanat eseri, para getirmiyorsa “yok hükmündedir” onların gözünde. Bu yüzden kâr etmeyen devlet tiyatroları kapatılır. Sükse yapmayan müzisyenlerin eserleri reyonlarda satılmaz. Sanatçıyı sanatçı yapan şeylerin neredeyse hiçbirine sahip olmayan yazarların kitapları neredeyse her yerdedir. İçinde düşünsel emek olan, tasvir yeteneği olağanüstü eserler tanıtılmaz. Bunların sonucu olarak geçmişin üstün yetenekli insanları yerine; sadece “ünlüler” popülerleşir. Ünlülerin yeteneği olup olmadığına bakılmaz; resmi veya sosyal medyadaki varlıkları önemlidir. Kültür yerini, niteliksiz popüler-kültüre bırakır. İşte bu hegemonyanın kendini yeniden üretişi; tahakkümü altında bulundurduğu işçi sınıfını; yalnızca eğitimsel değil, kültürel ve sanatsal anlamda da cahil bırakışının canlı örneğidir.

Kültür ve sanat başlı başına insanın acil bir ihtiyacı olmamakla birlikte, bilgi çağında vazgeçilmez bir gereksinimdir. Buna karşın sömürenler; sanatın esasında gereksiz bir aktivite olduğunu öne sürerler veya popülerleşen sanata karşı bunu başaramadıkları ölçüde, emekçilere “köle ahlakı”nı dayatırlar. Yaşamdan, insani ihtiyaçlardan ve hatta kendinden vazgeçmeyi öğütlerler. Ne kadar az yer, az içer, az kitap alırsan; tiyatroya, meyhaneye, dansa ne kadar az gidersen; ne kadar az düşünür, sever, teori kurar, şarkı söyler, resim yaparsan; o kadar tasarruf edersin, sermayeni o denli biriktirirsin. (çünkü bütün bu insani aktiviteler ücrete tabidir ya da gereksizdir.)

Karnını doyurmakta zorlanan bir işçinin veya öğrencinin; kafa karmaşasına sebep olan tonla eser içinden güzel olanı bulabilmesini, bulsa bile estetik olarak değerlendirebilmesini ve nihayetinden bundan keyif alabilmesini bekleyemezsiniz. Bu sebeplerden ötürü kapitalizmde toplumun sanatından bahsedilmesi bir yana, emekçinin var olan sanata erişmesi bile bir hayaldir. İnsan ruhunun ve varlığının vazgeçilmez bir ihtiyacı haline gelen sanat; yaşama tadını veren şey, birçok kayıp duygunun da dışavurumudur. Bundan sebeple; sanat gereksiz değildir, olmazsa olmazdır.