İşte Özgür Dünya, 2007 yapımı bir Ken Loach filmi. Film, Avrupa Birliği’nin 2004’teki genişlemesinden sonra, Doğu Avrupa’dan Birleşik Krallık’a işçi göçünün çarpıcı biçimde arttığı bir dönemde Londra’da geçiyor. Film bize bekar bir anne olan Angie’nin işçilikten patronluğa geçişiyle birlikte hayatında nelerin değiştiğine dair bir kesit sunuyor. Angie, Orta ve Doğu Avrupa’dan (çoğunlukla Polonya’dan olmak üzere) göçmen işçileri belli bir para karşılığı inşaat, tekstil, sosyal bakım gibi sektörlerde istihdam eden bir ajansta çalışmaktadır. O döneme baktığımızda istihdamda aracı rol üstlenen bu ajansların sayısının, Birleşik Krallık’ın işgücü piyasasını yeni üye ülkelerden gelen göçmenlere açmasıyla birlikte hızla arttığını görürüz. Filmin en başında Angie, kendi ülkesinde hemşirelik ya da öğretmenlik yapan göçmenleri bakıcılık gibi işlere yönlendirmektedir. Bu ajanslar, post-fordist esnek işgücü piyasalarının genişlemesi ve buna bağlı olarak geçici istihdamın artmasıyla birlikte, müşteri firmalara düşük maliyetli, “vasıfsız” göçmen işçi tedarik eden aracılar olarak Birleşik Krallık vatandaşlarının genellikle üstlenmek istemedikleri düşük ücretli güvencesiz işlere Doğu Avrupadan göçmen işçileri yerleştirirler (Sporton, 2013, s. 445). Uzun süreli sözleşmesi olan işçiler vardır muhakkak ki ancak çoğu göçmen gündelik, geçici işlerde çok az bir ücretle çalışmak, çok kötü koşullarda yaşamak zorunda kalırlar.
Angie’nin hayatı, amiri tarafından taciz edilip bu tacize karşı ses çıkardığı için işten atılmasıyla birlikte bir anda değişir. Tam terfi almayı beklerken tacize tahammül etmediği için işten atılması Angie için büyük bir hayal kırıklığı olur. Bir yandan da çocuğunun bakım sorumluluğu onun üstünde olduğundan işler onun için daha zor bir hale gelir. Bir işten diğerine sürüklenmekten bunalmış olan Angie, rahat bir hayata ancak kendi işini kurarak, kendisi patron olarak kavuşabileceğini fark eder. Sonunda arkadaşı Rose’la birlikte kendi istihdam ajanslarını kurarlar. Kurdukları ajans, kayıt dışı olduğu ve vergi ödemediği için yasa dışıdır, ancak Birleşik Krallık’ın “vasıfsız” işçiye olan ihtiyacı nedeniyle bu tarz kayıt dışı şirketler çok göze batacak kadar büyümedikleri sürece devlet tarafından görmezden gelindiği için sıkıntı yaşamazlar. Yine de tabii işin belli riskleri vardır. Ancak Angie bu riskleri alarak kar edebileceğinin farkındadır. Ödediği paranın işçiler ve aileleri için acı çekmekten başka bir şey olmadığını çok iyi bilir ancak umursamaz.
İşçilerin sosyal ve yasal statüleri, geldikleri ülkeye göre değişmektedir. Polonyalıların çalışma izni varken, sığınma başvurusu yetkililer tarafından reddedilen İranlı Mahmud’un oturma izni bile yoktur. Bu yüzden, o ve ailesi her an sınır dışı edilme riskiyle karşı karşıyadır. Avrupa Birliği’nin genişlemesi, hem Doğu Avrupa göçmenlerinin yeni bir iş gücü kaynağı haline gelmesi hem de “AB üyesi olmayan ülkelerden olan göçe bir alternatif” teşkil etmesi yüzünden Birleşik Krallık için iki şekilde de kazançlı bir durumdur (Mulvey ve Davidson, 2019, s. 12). Ayrıca Birleşik Krallık hükümeti, AB üyesi olmayan işçilerin işgücü piyasasına erişimini, bunu yalnızca yeni üye devletlerin vatandaşları için kolaylaştırarak dolaylı olarak kısıtlamıştır (2019, s. 20). Sığınma başvurularını reddetmek ve mevcut sığınmacılar için hayatı daha zor hale getirmek, hükümetin gelecekteki göçün gerçekleşmesini önlemek için uyguladığı bir politikadır (2019, s. 11), dolayısıyla Mahmud’un durumu bu politikanın bir sonucu olarak görülebilir.
Zaman geçtikçe, Angie’nin giderek daha acımasız ve tamamen kâr odaklı bir hale geldiğini görürüz. Her sabah göçmenler arasından o gün çalışacak işçileri seçerken eskisinden daha kaba davranmaya, onları aşağılamaya başlar; sorun çıkaran işçileri çekinmeden işten atar. Ne de olsa bu, özelleştirme ve deregülasyonun egemen olduğu “özgür bir dünya”dır. Neoliberalizmde göçmen, beşeri sermayeye sahip bir işçi olarak görülmez, becerilerinin kolayca hesaplanabilmesi ve otomatik olarak emek gücüne dönüştürülmesi anlamında bir meta olarak nesneleştirilir (Lehman, Annisette ve Agyemang, 2016, s.46). Bustamante’nin (1975) öne sürdüğü gibi, meta-göçmenler toplumsal olarak “sapkınlar” olarak görülür, önyargı ve ayrımcılığa maruz kalırlar ve en düşük ücretli işçilerdir (s.4). Göçmen olmak güvencesizlik anlamına gelir, işleri güvencesiz olduğu sürece yaşamları da savunmasızdır, devletten önemli bir destek görmezler. Hayatta kalmak için hemencecik bir işe ihtiyaçları vardır, bu yüzden onlara sunulan herhangi bir iş teklifini kabul etmeye hazırdırlar. Angie ve tişört fabrikasının işvereni, göçmen işçilerin ne kadar savunmasız olduğunun farkındadırlar. Bir işçi yeterince iyi çalışmadığı bahanesiyle işten çıkartılıp onun yerine bir diğeri işe alınır, hatta yasal güvenceleri olmadığı için bu işçilere bir açıklama dahi yapmak gerekmez.
Angie, patron olduğunda ve işçiler üzerinde nispi bir otorite elde ettiğinde, onu taciz eden amiriyle benzer bir fail konumuna düşer. Bunu gece kulübü sahnesinde görebiliriz. O ve Rose, geçim kaygısından kurtulup kar etmeye başladıkları bir dönemde, bir akşam kulüpte içki içip eğlenirler. Geceyi geçirmek için birilerini ararlarken Rose, Angie’ye sabah topladığı işçilerin ortamdaki erkeklerden daha yakışıklı olduğunu söyler. Kadınlar bu iki adamı tam da yabancı oldukları, İngilizce konuşamadıkları için çekici bulurlar. Angie iki işçiyi evlerine davet eder. Ancak Rose, Angie’nin geceyi geçirmesi için “yanlış adamı” davet ettiğini, aslında başka birini istediğini söyler. Angie ise “önemli değil, bu da yakışıklı” diye cevap verir. Bu adamlar onların gözünde birbirinin yerine geçebilirler, birinin bir diğerinden farkı yoktur. Kolayca ve sorunsuzca seks için kullanılabilirler çünkü Angie ve Rose’a hayır deme şansları yoktur.
İş ve kalacak yer vaadiyle Londra’ya gelen, ancak sonunda insanlık dışı muameleye maruz kalan, kötü şartlarda barınmaya mahkum olan, zaman zaman ücretleri ödenmeyen işçiler sınıf kiniyle doludurlar. Polonyalı Karol, yaşadığı karavan parkını “Londra’daki üçüncü dünya” olarak tarif eder ve hizmetçi değil insan olduğunu söyleyerek Angie’ye çıkışır. Ücretleri ödenmeyen işçiler önce Angie’yi döverler, sonra evine taşla saldırılar. Rose, Angie’nin kar etmek için başvurduğu yöntemlerden tiksinerek ortaklığı bırakır. Angie ise tüm bunları umursamadan işe aynı şekilde devam eder. Sonunda bir grup işçi Angie’nin çocuğunu kaçırırlar, Angie’yi bağlayıp borçlu olduğu paranın bir kısmını alırlar; kalan parayı vermesi koşuluyla çocuğunu bırakacaklarını söylerler. İşçilerden biri sandalyeye bağladıkları Angie’ye iş güvenliği olmadığı için kamyondan düşüp belkemiğini kıran, makine tarafından bedeni ikiye bölünüp hayatını kaybeden çocuklardan bahseder, onun gibi insanların umursamazlığı yüzünden bu iş cinayetlerinin gerçekleştiğini söyler. Sonrasında ise şu soruyu sorar: “Sen oğlunun bizimkilerden daha değerli olduğunu mu düşünüyorsun?” Angie refah içinde yaşamanın tek koşulunun başkalarını sömürmekten geçtiği kanaatine vardığı için onun vicdanına konuşmak bir fayda getirmeyecektir. İşçi, Angie’nin onların hayatını hiçbir şekilde umursamadığının farkındadır, bu konuşmayı yaparken niyeti ona ahlak dersi vermek ya da vicdanına seslenmek değil, onun umursamazlığının farkında olduğunu göstermektir. Angie paralarını çalarsa aynı şekilde o parayı geri alacaklardır; çocukları iş kazasında ölürse Angie’nin oğlunun hayatı da tehlikeye girecektir. Patron olmak sömürmeyi gerektiriyorsa işçiler için de bu sömürüye başkaldırmak mecburidir. İşçinin yaptığı, sakin bir biçimde bunu anlatmak olur aslında. Angie kurtulduktan, hatta oğlu sağ salim eve geldikten sonra paranın geri kalanını vermeyi kabul eder. Neden o ana kadar hiçbir tehdidi umursamamış olan Angie bu sefer teslim olur? Oğlu kaçırıldığı için mi yoksa başka bir nedenle mi? Belki bu sefer onu asıl korkutan şey kaba kuvvet değil, işçinin bu antagonizmayı ve onun kaçınılmaz sonuçlarını ifade ederkenki sakin, kararlı ses tonudur.
Kaynakça:
Bustamante, Jorge A. (1975). “Commodity Migrants: Structural Analysis of Mexican Immigration to the United States.” Retrieved from http://lib.ncfh.org/pdfs/2016/1246.pdf
Lehman, C., Annisette, M. and Agyemang, G. (2016), “Immigration and neoliberalism: three cases and counter accounts”, Accounting, Auditing & Accountability Journal, Vol. 29 No. 1, pp. 43-79.
Mulvey, G., & Davidson, N. (2019). Between the crises: Migration politics and the three periods of neoliberalism. Capital & Class, 43(2), 271–292.
Sporton, D. (2013). “They control my life”: The role of local recruitment agencies in east european migration to the UK. Population, Space and Place, 19(5), 443–458.