m.güneş
5 kasım 2022

ben bi’ lubunyayım. kendimi fark etmem, fark ettiklerimle barışmam, barıştıklarımı başkalarına açabilmem yıllarımı aldı. benim için kendimi gizlemeden sosyaleşebilmek bile bir meseleydi. kendim gibileri bulabilmem -bırak bulmayı, arayabilmem bile- ancak üniversite yıllarımda nasib oldu. eminim ki bu süreci sadece ben de yaşamadım. birçok lubunya benzer şekillerde kendine ve dışarıya açılma süreçlerinden geçiyordur, bunun acısını ve zorluğunu çekiyordur. ben kendimi bildim bileli lubunyalığımın -isim koyamasam da- farkındayım ki ana okulundan dahi ufak tefek fragmanlar hala belleğimdedir. lise kendimi adlandırmaya başladığım dönemdir mesela ama son sınıfa gelene kadar açık olmanın da ötesinde kırıklığımı unutturmak, lubunya atanmamak için ne problematik söylemler üretmiştim. ne siz sorun ne ben söyleyim! ilk kez açıldığımda lise 4’teyim ama o da çok küçük bir çevreye. ancak üniversitede açık kimlikle, kendim gibi, istediğim gibi, olduğum, olmak istediğim gibi yaşamaya başlayabildim. 18 yılımı dolapta geçirdim ki hâlâ memleketimde -daha rahat yaşayabilmek uğruna- kendimi gizlemeyi -belli bir noktaya kadar da olsa- tercih ederim.

açılma sürecim üzerine her düşünüşümde şunu fark ediyorum üstelik: benim politik faaliyete girebilmem için önce kendimi adlandırmam ve kendimle barışık olmam gerekiyordu çünkü lubunya mücadelesine katıldığım anda zaten lubunya olduğum atanacaktı. eğer dolapta bir lubunyaysam niye bunun mücadelesini vereyim ki, diye düşünebilirdim lubunyalığım ile barışık değilsem? hiçbir şey taşımıyor olsam dahi gökkuşaklı bir yürüyüşte görülmüş olmak, “dünya yerinden oynar ibneler özgür olsa!” sloganları atılan bir yürüyüşte bulunmuş olmak benim “top/ibne/göt veren” gibi hitablarla anılmama sebebiyet vermeyecek mi? dolapta bir lubunya bunu tercih etmeyebilir. elbette ki bu tercihin meşruiyetini sorgulamak değil niyetim. yani, aslında, söylemem o ki dolaptan çıkmak, açık kimlikle yaşayabilmek lubunya politikasına dahil olabilmek, sokağa çıkabilmek için bir ön koşuldur bence. aslında buna uygun olarak Boğaziçi’deki lgbtia+ mücadelesini yorumlamak da mümkün gibi.

‘90’ların sonu ‘00’ların başı gibi kurulan LeGaTo adlı bir oluşum diye biliyoruz Boğaziçi’ndeki lubunyaların ilk bir araya geliş denemesini. bunu “bir araya geliş” olarak adlandırıyorum çünkü sokağa çıkmaktan, etkinlik ve politik söz üretiminden öte -aslında- lubunyalar -gerçekten- bir araya gelmeye, sosyalleşmeye çalışıyorlar bu oluşumda. bir mail grubu bu. içeriğini bilmemekle, görmemiş olmakla birlikte tahmin ediyorum ki -tıpkı KaosGL yada Lambdaİstanbul’un ilk dönemlerinde olduğu gibi- birbirleri ile tanışıyor, dertlerini anlatıyor, paylaşım yapıyor, konuşuyor, tartışıyor, problemlerini nasıl çözeceklerini düşünüyorlardır. aslında bunu kişisel açılma sürecime benzettiğimde belki de kendini tanıma, adlandırma ve barışma bölümüne benzetmek yanlış olmayacaktır. ben de kendimi sorguluyor, neden sıkıntı yaşadığımı düşünüyor, farklılık’ımın farkına varıyor, bu farklılık’ımı ve kendimi adlandırıyor, bunun kötü bir şey olmadığına kendimi ikna etmeye çalışıyordum.

sonraki aşama ise luBUnya. bu bir topluluk. daha resmileşme süreçlerine başlamamışlar ama belli ki artık Boğaziçi’ndeki lgbtia+ mücadelesi açılmış, dolaptan çıkmış. alana çıkıyorlar, kampanya yapıyorlar, cinsiyetsiz tuvalet talep ediyorlar, basın açıklaması, vs. yapıyorlar. bir dönem lgbtia+ların Türkiye’deki durumundalar. iktidar onları görmüyor, görmek istemiyor belki de. yasal statüleri, tanınırlıkları yok ama varlar, görünmek için ellerinden geleni yapıyorlar. kanunlarca yada tüzüklerce korunmuyorlar ama bunu talep ediyorlar. bir süre sonra onlar da -tabii- bu görünmezliği, tanınmazlığı reddediyorlar ve resmîyetlerini kazanmak için başvuru yapıyorlar. bundan sonraki aşamada ise -lgbtia+ mücadelesin yeni odağı olacak olan- BÜLGBTİA+ adını alıyorlar. bu ad külüpler rehberine konuyor, mevzubahis kulüp ilgili tüzüklere tabi oluyor, idare onları tanıyor ama bu tanıma tam bir tanıma değil çünkü uzun süre tüm gerekleri karşılamış olmalarına rağmen ara bir aşamada, resmiyetlerini tam teslim alamadıkları bir statüde bekletiliyorlar. tanınırlıkları var ama iktidarla (idareyle) araları gergin. talepleri, yaptıkları kampanyalar, etkinlikleri, yürüyüşleri var ama kimi zaman bunlar statükoyla çatışma haline sebebiyet verdikleri için statükonun muhafızları ile çatışmalar çıkıyor. sevimsiz ve gergin bir ilişki yani bu. tanınmalarına rağmen eşit vatandaş değiller. kanunlar, tüzükler onlar için uygulanması gerektiği şekilde uygulanmıyor.

BÜLGBTİA+’nın son dönemi ise Türkiye siyasî konjönktürü ile tam bir paralellik gösteriyor: bu sevimsiz ve gergin ilişki tam bir nefret ve savaşa haline dönüşüyor. tıpkı coğrafyanın geri kalanında olduğu gibi adları düşmanca en çok anılanlardan oluyorlar. yoğun bir kriminalizasyon, baskı ve şiddet bitiyor tepelerinde. yavaş yavaş, adım adım açıldığını, sahaya çıktığını, sözünü söylemekten çekinmemeye, cesaretlenmeye başladığını gördüğümüz, kendini inşa etmek konusunda oldukça ilerlemiş, mücadeleciliği kuvvetlenmiş bu hareketi (lgbtia+ hareketini) iktidar aygıtları ile dolaba geri sokmaya çalışmaya başlıyor artık. adları söylenmesin yada düşmanca anılsın, bayrakları sallanmasın, sözleri işitilmesin, talepleri dinlenmesin isteniyor. bu nedenle de bir gece ansızın kulüp kapatılıyor.

tüm bunları neden anlattım? lgbtia+lar olarak bizler hiçbir yerde bu saldırılara teslim olmamak zorundayız, kendimizi ve oluşturduğumuz yapıları muhafaza etmek mecburiyetindeyiz çünkü. dolap bizim için bir seçenek değil, asla da olmadı. önümüzde elde etmemiz gereken çok fazla hak var, vereceğimiz çok mücadele var, eşitlik gibi bir hedefimiz var. bunları başarmamızın, bunlar için harekete geçebilmemizin yolu ise politik faaliyet. politik faaliyetin ön koşulu ise dolapta olmamak. kendimizi tanımak, kendimizle barışmak zorundayız. her şeye rağmen taleplerimizi haykıracak, bayraklarımızı sallayabilecek durumda olmalıyız, sokağa çıkabilmeliyiz. sözün kısası dolabı reddetmek zorundayız. tam da bu nedenle belki de bugün “redd-i dolap! redd-i dolap! redd-i dolap!” diye avazımız çıktığı kadar bağırmak, tepinmek, kendimizi göstermek, -tıpkı 2004 yılındaki onur yürüyüşünde seleflerimizin hazırladığı gibi- “hapsettiğiniz dolaplar kaderimiz değil!” yazan pankartlar taşımak zorundayız.

lgbtia+ mücadelesi o dolapları terke edeli çok oldu artık, yeniden giremez o dolaba!

Önceki İçerikLondra’nın orta yerindeki 3. dünya – Ken Loach
Sonraki İçerikArjantin, 1985: Biz o tarihin bir parçasıydık!