Tarih boyunca, zaman kavramının çeşitli uluslarda kimi anlarda tartışılan bir başlık haline gelmiş olması, bu ulusların içerisinden geçmekte oldukları süreçlerin niteliğini yansıtır bir hal alması bakımından ilginç manzaralar sunmuştur. Alman teorik fizikçi Einstein, 1910’lu seneler boyunca özel ve genel görelilik kuramlarıyla zaman konseptini Newton sonrası fiziğin merkezine koyarken, Almanya girift bir rota izleyen sosyal bir çalkantının tam ortasında yer alıyordu. Yine Alman bir filozof olan Heidegger, ulusundan Kant, Hegel ve Marx gibi büyük tarih bilimciler çıkmış olmasına rağmen, 1927 tarihli kitabına “Varlık ve Tarih” değil, “Varlık ve Zaman” ismini koyacaktı. Aynı sene, komşu ülke olan Avusturya’da Zweig, yeryüzünde parlamaya gücü yetecek pek bir şey kalmadığını düşündüğü için, “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar”ı kaleme alacaktı. Anlaşılan o sıralarda, Orta Avrupa’nın entelektüel ortamı içten içe yaşadığı zaman diliminden soyutlanabilmenin metotlarını araştırıyordu…

Bugünlerde Türkiye bilim, felsefe veya edebiyat alanlarında benzer eserler veriyor demiyoruz. Ancak – özellikle dördüncü sezonuyla – Black Mirror’ın ve Arif v 216’nın, aldığı yorumlar ile refleksler, birtakım psikolojik eğilimlerin varlığına ışık tutuyor. Bir yandan korku: Geleceğin teknolojiyle örülmüş bir paranoyanın ve dijital kıyametin esiri olacağına dönük bir korku. Ve diğer yandan da güven: Geçmişin aşina olduğumuz patikalarında bilinmeyen, bilmediğimiz, bu sebeple de karanlıkta kalan hiçbir şeyin olmadığı gerçeğiyle hissettiğimiz sıcak güven. Black Mirror’ın yarına dair çizdiği sosyo-apokaliptik panaroma ile Arif v 216’nın düne dair çizdiği nostaljik özlem manzarası arasında bir farkın olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ne yazık ki, yanılıyorsunuz.

Black Mirror’ın geneli itibariyle zihinlerde uyandırdığı birkaç soruyla başlayalım. Teknik ve teknolojik gelişim, zorunlu olarak bir tekno-distopyaya sebebiyet vermek zorunda mı? Bu gelişimin ve en genel anlamıyla modernizasyonun üretim sürecinin nitel sıçramasını ve kültürel olasılıkları derinleştiriyor olması neden sosyal karabasanların çıkış noktası olsun ki? Doğrusu, insan psikolojisinin gelecek konusunda pesimist bir bağlamda şartlandırılması, ancak Black Mirror’ın üzerinden çek defterlerini kabartan yapım şirketlerinin yararına olabilir. İnsanlığın tekerleğin bulunuşundan akıllı cihazlara dek süren ve sürdürmeyi de devam ettirecek olan teknik sıçrayışlarının, büyük bir istihbarat servisi aygıtına dönüşmüş olan baskıcı rejimlerin çıkarına olacağına dönük verili ve doğal bir yasa yok. Bu, belki her fenomenden daha çok insan eyleminin sınırlarına ve hedeflerine bağımlı olan bir konu. Evet, Orwell’in 1984’üne gönderme yapmayı çok seviyoruz; ancak yüksek ihtimalle Orwell’in 1984’üne gönderme yapma ihtiyacını hissetmeyeceğimiz bir toplumsal örgütlenme biçimini daha çok seveceğiz.

Kontrolümüzde olması gereken ve beklenen, insan üretiminin birer sonuçları olan teknolojik yeniliklerin, günün birinde kendisini üretenleri; yani bizleri köleleştirecek olmasından bu kadar tedirgin oluyor olmamızın nesnel sebebi, tam da içerisinde hayatta kalmaya çalıştığımız toplumun kapitalist karakterinin, ancak kitlesel bir yabancılaştırma döngüsüyle yaşamını idame ettirebiliyor oluşunun bir sonucu olabilir mi? Anlaşılan olabilir. Zira verimi (boş zamanı) maksimalize edecek her yeni adımın karşısında kıyamete bir adım daha yaklaşıldığına inanan yüzeysel anlayış, insanın, ne olursa olsun kendi eylemine ve o eylemin sonuçlarına yabancılaşmak zorunda kalacağını öngörüyor. Bu durumda da insana, tenha bir köşede bir bodruma gıda ve içecek depolayıp, kaçınılmaz olanı beklemek haricinde pek bir seçenek kalmıyor. En azından Black Mirror’ın felsefi çerçevesi, izleyiciye ister istemez bu öneriyi sunuyor.

İnsanın biyolojik evriminin bir noktada teknik bir içerik kazanmayacağını düşleyenler ancak aptallar olabilir. Çünkü durduk yere (ya da sigaradan keyif aldığımız için) niye akciğer kanseri olmaya devam edelim, değil mi? Burada sorunun düğümlendiği nokta, geleceğin mutlak olarak tekno-apokaliptik bir seyre sahip olup olmayacağı değildir. Sorun, açığa çıkardığımız potansiyel ile bu potansiyeli ihtiyaçlara değil, kârlara yönelten ilişkiler ve kurumlar bütünüdür. İşte bu ilişkiler ve kurumlar bütünü, bir insan ürünüdür. Marx’ın o çok sevdiği deyişle “homo sum; humani nihil a me alienum puto.” (Ben bir insanım; ve insana dair olan hiçbir şey bana yabancı değildir.)

Kutsal kitaplardan kopyalanıp yüzyılımızın dizi endüstrisinin senaryo taslaklarına ve sekanslarına doluşturulan kıyamet alametlerinin ontolojik koşulları, tam da insanın kendisinin hayatta kalma şartları üzerinde sahip olduğu denetimsizlik ve güçsüzlükten beslenmiyor mu? O halde, kendi eylemlerimiz ile onun sonuçlarının karşısında bu denli radikal bir yabancılaşmayı yaşamayı neden içselleştirelim ki? Aç kalmamak için, sanal bir dünyada sonsuza kadar pedal çevirmemiz mi bekleniyor? Gıda üretimine ve bölüşümüne el koyalım. Kafalarımıza takılacak olan çiplerle, her adımımız kontrol mu edilecek? İç İşleri Bakanlığı’nın kapısına mühür vuralım. Kafamıza asteroit mi düşecek? Durduralım.

Arif v 216, bahsini yaptığımız problemleri aynı biçimde değil ama tersten üretiyor. Film, 21. yüzyıl Türk sinemasının insanda yarattığı düşük beklentinin standartları karşısında başarılı olarak adlandırılabilir (ancak tıpkı GORA’nın Ceku karakterinde olduğu üzere, bu filmde de en renksiz, karakteri üzerinde en az düşünülmüş ve kişi başına düşen espri yapım aktivitesinden nasibine en azı kalmış olan rolün, filmdeki baş kadın karakter olduğu eleştirisini unutmadan). Bununla birlikte propagandası yapılan nostalji durumunun, masum bir kavram olduğuna inanmamamız için elimizde bulunan sebepler bol.

Nostalji (özellikle de onun bir toplum nezdinde kitleselleşmiş olması) artık geçmişe duyulan bir özlem değildir. Kitlesel bir fenomen halini almış olması durumunda nostalji, doğrudan doğruya bugün mevcut olan ile bugün aslında olması gereken arasındaki açının genişliğine dair duyulan hüsran ve üzüntüdür. Geçmişe karşı bir özlem duyarız çünkü geçmişten bugüne geldiğimiz yerin kötüleşmiş olduğunu hissederiz. Açıkçası gelecek keskin köşelerini kaybedip muğlaklaştığı oranda, geçmişin olağan hali insan bilincine çekici gelmeye başlar.

Burada derhal olmak üzere bir çelişki peydahlanır: İnsanlar, çekici bir form kazanmış olan geçmiş konjonktüre dönebilmek isterler ancak geriye dönüşün şartı, ileriye sıçramak olmuştur. Muhafazakar bir arzu, devrimci bir eylemi şart koşar. Adı üzerinde muhafaza etmek istersin ve muhafaza edebilmek için de yine adı üzerinde devirmek durumunda kalırsın. Bu, devrimin en güzel hikayesi değildir de nedir? Tarihsel düzlemde, en muhafazakar toplumların siyasal sonuçları veya militanlıkları açısından en radikal devrimleri gerçekleştirmiş olması bir tesadüf müdür? Anlatmış olduğumuz ilişki, bu soruya olumsuz yanıt veriyor.

Ancak, biçimsel olarak eskiye dönüş adına mevcut olanın parçalanması gerektiği insanları bir anda ve her yerde ikna etmez. İnsan, kapitalizmin ona yüklediği düşünsel prangalar ve aynı zamanda fiziksel kaygılar dolayısıyla da, allayıp pulladığı geçmişle yalnızca duygusal bir özlem ilişkisi kurmayı sürdürür. Ancak midesinin gurultusu duygularının üzerine çıktığı zaman ileriye sıçrar ve zaten bunu bir kere gerçekleştirdiğinde, artık nostaljisini hissettiği eskiyi de aramadığının farkına varır. Yeni bir dünya böyle doğar; eskisini muhafaza edeyim derken.

Buraya kadar anlattıklarımıza bir göz attığımızda, artık şunu iddia edebilir miyiz: Geleceğin felaketler de barındırabilecek olan muğlaklığına dönük kaygı ile geçmişin zaten tüketmiş olduğumuz deneyimine duyduğumuz dönüş özlemi, bugün için sahip olduğumuz sosyo-tarihsel sorumluluklardan kaçışın bir mazereti halini almaktadır. İnsan kendisine neden atıl kaldığını sorduğunda, şimdiki zamanın gündemlerinden başka zamanların ruhları tarafından nasıl uzaklaştırıldığını sormaktadır. Halbuki etrafta gezip tozan tek varlık ruhlar değil. Bir de hayaletler var; ki 170 sene öncesinin aksine, sadece Avrupa’da dolaşmıyorlar…