Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde ’36 ve ’38 senelerinde kurulmuş bulunan düzmece mahkemeler, onbinlerce Leninist işçinin ve devrimcinin yargılanıp, ölüme mahkum edildiği davalara tanıklık etti. Davalar boyunca “Troçkist Terörist Blok” benzeri birçok komplocu grubun açığa çıkarıldığı iddia edildi. Stalin’in işçi demokrasisini ezmede, anti-komünist bürokrasiyi devletin ve ekonominin yönetim aygıtlarına yerleştirmede ve kendi karşı-Ekimci diktatörlüğünü güçlendirmede bir mazeret ve dayanak olarak kullandığı bu davalar, asılsız hukuki iddialara yaslanılarak gerçekleştirildi. Sıkça sorulan sorulardan biri olarak du davaların tarihsel gelişimini ve ardında yatan dinamikleri açıklamaya çalışacağız. Zira özellikle davalarda ileri sürülen temelsiz argümanların ve yalanların, Türk Stalinizmi nezdinde hala geçerliliklerini koruyor olması, üzücüdür. 

Genellikle karşı-Ekimci iftira serilerinin ilk durağını, siyasal niyetlerinin sorgulanması artık traji-komik bir hâl almış olan Moskova Duruşmaları ile onların etrafında şekillenen sürgün, baskı, tutuklama, işkence ve idam politikaları oluşturur. Stalinizmin çağ dışı batıl inançları dizisinin önemli bir halkası olan ve Stalin’in aslında mahkemelerden ve idamlardan haberinin hiç olmadığını ancak çevresindekiler tarafından kandırıldığını ilan eden irrasyonel saçmalığa birçok Stalinist resmi tarih tezinin pasajlarında rastlayabiliriz.

Sol Haber yazarlarından Aydemir Güler, 13 Kasım 2017 tarihli ve “Doğurduğuna inanıyorsun da…” başlıklı yazısında aşağıdaki satırları kaleme almıştı:

İddiaya göre Stalin kendi kişi veya zümre iktidarı adına, yani sosyalizm açısından aleni bir yozlaşmayı temsilen etrafındaki bütün devrimci, aklı başında, nitelikli Bolşevikleri yok etmişti. 1936 mahkemeleri düzmeceydi. İfadeler işkenceyle alınmıştı. ‘Sağcılar ve Troçkistler Bloku’nun kurulup suikast, sabotaj ve Almanya ile Japonya ile işbirliğine girdiği kaba bir yalandı…

Kabul etmeliyiz ki, bu ‘yalanlama’ Sovyetler Birliği tarihinin itibarsızlaştırılması amacına ulaşmıştır. 1936’dan yirmi yıl sonra Hruşçov 20. Kongrede destalinizasyonu başlattığında SBKP’nin resmi görüşü Troçkist tarih tezine rehin düşmüş oldu.” (Bkzhttp://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/dogurduguna-inaniyorsun-da-216912)

Hemen bir soruyla başlayalım: 1936 mahkemelerinin ve Troçkist muhalefetin Alman-Japon emperyalizminin uydusu olduğu yönündeki iddiaların, komünist meziyetlerin bütününden yoksun olan Stalin’in önderliğinde başlatılmış karşı-Ekimci bir düzmece ve tiyatro olduğunun ispatlanmış olması, nasıl olabiliyor da Sovyetler Birliği tarihini itibarsızlaştırıyor? Güler’in teorik-politik yetkinlikten uzak dilinin zoraki sarkastik tınıları, neden bizzat bu düzmecelerin ve Beyaz Terör politikalarının değil, onların yalan ve yanlış olduklarının söylenmesinin bir “itibarsızlaştırma” olduğunu ileri sürüyor? Birisi, mantık biliminin en temel ilkeleri çerçevesinde bu akıl dışı savın gerekçelerini sıralayabilir mi? İtibarsızlaşmanın kaynağı, Ekim’in yüzbinleri bulan komünist mimarlarını bürokratik bir zulmün cenderesinden geçirmek mi, yoksa işlenmiş olan siyasal günahın hesabını sormaya cüret etmek mi? Güler bunun cevabını samimiyetle vermeli.

Ne 1936 ve 1938 mahkemelerinin tahrifatçı karakteri, ne de Sol Muhalefet’in programının bir kapitalist-Stalinist iftiralar ve polisiye operasyonlar aracılığıyla yok edilmesinin arzulanmış olmasının açığa çıkan yalancı doğası ile gerekçeleri, Sovyetler’in itibarını zedelememiştir. Ekim’in kurumlarının itibarını yaralayan ve bu prestiji sonuna dek tüketen, Stalin’in önderliğinde vuku bulmuş olan bu karşı-Ekimci politikaların ta kendisidir, yoksa bu politikaların üzerinde yükseldiği yalanların, işkencelerin ve iftiraların ifşa edilmesi değil. Güler’in yaklaşımı yere düşmüş elmadan yer çekimini değil, elmayı sorumlu tutmaktadır.

Ancak sorun, bu sıkıntılı ve kibir dolu Stalinist denklemle sınırlı değil. Güler’in cümlelerinden anladığımız, onun ’36 ve ’38 mahkemelerinin anti-Bolşevik nitelikteki şiddet yaptırımlarının haklı gerekçelere sahip olduğuna kanaat getiriyor oluşu. Pekiyi öyle mi? Hayır, öyle değil, öyle olduğunu düşünmek de vahim bir yanılgı. Karşı-Ekimci düzmece mahkemeler, toplumsal düzlemdeki bütün bir Leninist birikimi yok etmeye hasredilmişti. Aslında etik çıkmazın en büyüğü, Stalinist kalemlerin birçoğunun, Stalinist mahkemelerin karşı-devrimci siyasal hedeflerinin farkında olmasıdır. Tam da bu nedenle neo-Stalinist tahrifat bir yanılgı değil, açık bir yalan ve iftiradır. Zira bu tahrifat ekolü, içerisinde politik çıkarların saklı olduğu gerçeklerin bilincinde olmasına rağmen, tarihi yeniden yazma ayıbını gösteriyor. 

Biz ilk olarak, düzmece mahkemelerin başlıca öne çıkan isimlerinin kısa bir biyografik taramasını yapacağız. Bunu yapmamızın ilk nedeni neo-Stalinist tahrifatın iddia ettiğinin aksine “sağcılarla” ortak bir “bloğu” kimin kurmuş olduğunu en açık delillerle gösterebilmektir. Bilineceği üzere, dünya kamuoyuna Kremlin’de oturan caninin dehşet mahkemelerinin adil ve hukuk çerçeveleri içerisinde gerçekleştirilmiş olduğunu ilan etmeyi, iki adet avukat üstlenmişti. Bunlardan birisi Londra finans çevrelerinin yakın dostu ve aynı zamanda kraliyet ailesinin yeri geldiğinde de danışmanlığını yapan Pritt’dir. Diğeri ise Paris aristokrasisinin ve büyük tüccarlarının gözbebeği olan Rosenmark’tır. Emperyal egemenliğe göbekten bağlı olan bu iki avukat, uluslararası ilerici kamuoyunu Stalinist mahkemelerin haklılığına ikna edebilmek için az ter dökmedi.

Pritt ile Rosenmark’ın ardından ise elbette mahkemelerin meşhur savcısı Vişinski geliyor. 6 Kasım 1917’nin gecesinde Kışlık Saray ele geçirilip, iktidar kesin olarak fethedilirken, Vişinski kendisini gururla Ekim karşıtı bir Menşevik olarak tanıtıyordu. Moskova Mahkemeleri süresince Stalin’in emriyle Pravda’da Ekimci sanıklar hakkında kara propaganda makaleleri yazması emredilmiş olan Zavlavski ise yurtdışında yayınlanmakta olan bir bankacılık dergisinin hem politik, hem de finansal destekçisiydi. Stalin’in düzmece mahkemeleri süresince Pravda’nın editörlüğünü üstlenmiş olan isim ise Koltzov’du. Koltzov, Ekim günlerinde Vişinski’den bir adım ileri gitmişti; o, İç Savaş sırasında Beyaz Ordu’ya, yani Çarcılardan ve emperyalistlerden oluşan orduya direkt fiziksel olarak katılmıştı. Koltzov, İç Savaş sırasında alçak mermilerinin isabet edemediği Bolşeviklerden intikamını, o günlerde Stalin’in emirleriyle soykırıma uğratılan kadroların siyasal geçmişlerini Pravda’da iftiralarla karalayarak alıyordu.

Warner Bros sunar: Görevimiz Moskova!

Ancak Stalin’in bürokratik diktatörlüğünün etrafında kümelenen “sağcı blok” bununla da sınırlı değildi. Batılı mali merkezlerin avukatları rolündeki Pritt ile Rosenmark’ın haricinde, ABD Dış İşleri Bakanlığı da meseleye el atmakta gecikmedi. Dönemin emperyalizminin önderi olan Roosevelt zaten yurt içinde – Stalin’in değil – Troçki’nin kitaplarının basılmasını yasaklamıştı. Bu yasağın ardından ABD Komünist Partisi ve ABD Dış İşleri Bakanlığı ortak bir mali havuz oluşturarak “Mission to Moscow” (Moskova Görevi) isimli bir filmi finanse ettiler. Film, düzmece mahkemelerin Ekim’in yaratıcılarını kurşuna dizmesini ayakta alkışlıyordu. Dünya proletaryasının azılı düşmanlarından olan ve ona dönük saldırıların örgütlenmesinde öncü rolü üstlenen ABD Dış İşleri Bakanlığı’nın bu jestine, Stalinist programı benimsemiş ABD Komünist Partisi 1944 seçimlerinde Roosevelt’e oy çağrısı yaparak karşılık verdi.

Ne var ki, bütün bu utanç verici verilerin hepsini gölgede bırakan bir başka “sağcılarla ortak blok” deneyimi vardır ki, işte onu; Troçki’nin önderliğindeki Sol Muhalefet’in Hitler’le ittifak kurduğunu öne sürenlerin kızarması gereken yüzlerine fırlatmak gerekir: Hitler-Stalin Saldırmazlık Paktı. Yalnız, proleter katili Gestapo’nun siyasal önderiyle yapılmış olan bu anlaşmasının, düzmece mahkemelerde ortaya atılan demagojilerden bir farkı vardır. Bu anlaşmanın belgesi mevcuttur, yani somuttur ve bütün bir uluslararası kamuoyunun gözleri önünde gerçekleşmiş olan bir ihanettir. Troçkistleri “faşizmin ajanları” olarak yaftalamaya çalışan “kendiliğinden Menşevik unsurlar” (bu tanım Zinovyev’e aittir ve son derece isabetlidir!), “faşizmin ajanı” dahi olmadan rütbe atlamış olacaklar ki, onların diplomatik ortakları haline gelmişlerdir. Okuyucu, 31 Ekim 1939’da Moskova Yüksek Sovyeti’nde Molotov’un yaptığı aşağıdaki konuşmaya kulak kesilsin:

Molotov ve Stalin, Nazi Almanyası Dışişleri Bakanı Ribbentrop ile.

Birinci olarak Sovyetler Birliği ile Almanya arasındaki normal olmayan ilişkilere son verildi… Bu ilişkilerin düzelişi dostluk ve SSCB-Almanya arasında 28 Eylül’de Moskova’da imzalanan anlaşmayla ifadesini buldu… Bugün Almanya savaşın en kısa zamanda sona erdirilmesi ve barış için çabalayan bir devlet durumundadır.

Neo-Stalinizm, Molotov’un kelimelerinde kristalize olmuş olan ve Stalin’in bürokratik anti-komünizminin en net ifadelerini sunan bu onursuzluğun ve karşı-devrimci gidişatın hesabını vermeye hazır mı? Okuyucu şimdi kendi kararını versin: Londra finansçılarının avukatlarından, emperyalist ABD Dış İşleri Bakanlığı’na, işçi örgütlerini soykırıma uğratan Hitler’le el sıkışmalardan, Sovyet yetkilisi olarak atanan eski Beyaz Ordu komutanlarına dek; Moskova Mahkemeleri’nin kurucuları ve savunucuları kimlerle ittifak kurmuştur? Tam da onların kurmuş olduğu uluslararası karşı-devrimci cephenin kendisi, bir “sağcı blok” değil midir? Pekiyi düzmece mahkemelerinin sanıklarının oluşturduğu iddia edilen gerici blokların belgeleri ve kanıtları nerede? Anlaşılan Troçkizmin değil ancak Stalinizmin tarihi, oportünizm olarak dahi adlandırılmayı hak edemeyecek olan karşı-Ekimci icraatlarla dolu bir tragedyadır. Neo-Stalinist tarihsel tahrifatın savunmayı sürdürdüğü komplocu düzmece mahkemeler, tam da yukarıda ifade edildiği şekilde, karşı-devrimci bir emperyal ve liberal cephe eşliğinde kurulup, yaşatılıp, savunulmuştur. 

Hotel Bristol’un kafesi, 1917’de çıkan bir yangınla kül olmuştu…

Moskova Mahkemeleri’nin – Troçki’nin deyişiyle – “önceden insanların etiyle, kemiğiyle, sinirleriyle tasarlanmış bir komplo” olduğunu gösteren tek ampirik veri, sadece onların sırtlarını yaslamakta olduğu uluslararası burjuva siyasal hegemonyanın öne çıkan tarafları değildir. Bir an için Moskova Mahkemeleri’nde kanla ve göz yaşıyla, zor yoluyla alınmış olan itirafların doğru olduğunu kabul edelim. Misal Holtzman’ın ifadesine göre kendisi, 23-25 Kasım 1932 tarihlerinde, Hotel Bristol’de karşılaştığı Lev Sedov aracılığıyla Troçki’yi ziyarete gelir. (BkzLev Troçki, “Hayatımı Ortaya Koyarım”, Şubat 1937.) İfadeye göre Holtzman, Sedov ile görüşme planını Berlin’de yapmış ve Hotel Bristol’in lobisinde onunla buluşmasının ardından, Troçki’nin yanına çıkmıştır. Bu sırada – yine ifadeye göre – Sedov da odaya sık sık girip çıkmıştır. Ancak mesele şu ki, Troçki’nin oğlu Lev Sedov hayatının hiçbir döneminde, özellikle de Kasım 1932’de Kopenhag’da bulunmamıştır. Sedov o sıralarda Berlin’deydi ve babasıyla yapmış olduğu Berlin-Kopenhag hatlı telefon konuşmaları, idarede de mevcuttu. Bu bir kenara Danimarka konsolosluğu Sedov’un başvurusunu reddederek, ona vize de vermemişti. Ama bir dakika, daha önemli bir ayrıntı da var: 1932’de Holtzman’ın Troçki ile buluştuğu Hotel Bristol 1917’de yıkılmıştı… Otel ancak 1936’da yeniden inşa edildi! Ve unutmamakta yarar var ki, mahkemelerin en önemli tanığı ve ifadesi Holtzman ile onun ifadesi olmuştur. Çünkü sadece o, sanıklar arasından, sözde direkt Troçki’yle buluşup, ondan talimat alandı.

Yetmedi mi? Pyatakov’un hikayesine geçelim. Bu ifadeye göre Pyatakov, 1935 Aralık ortalarında Berlin’den Oslo’ya gelerek Troçki ile görüşmüş. Güzel, ancak Oslo Havaalanı yetkililerinin temin ettikleri belgelere göre, 1935 Aralık’ında bırakalım bir Berlin uçağını, hiçbir yabancı uçak alana girmemiştir. (BkzLev Troçki, agy.) Ek olarak Troçki’nin kaldığı evin sahibi Erwin Wolf, Troçki’nin misafirliği süresince evin ziyaretlere kapatılmış olduğunu ifade etmiştir.

Yagoda’nın üzerine yıkılan suçlamalarla devam edelim. Yagoda soruşturması sırasında, görevden alındıktan sonra, halefi olan Yezhov’u zehirlemeye çalıştığını söyledi. İfadeye göre 1927’nin 28-29 Eylül’ünde Yagoda, sekreteri Bulanov’a, Yezhov’un bürosuna asitli cıva eriyiği sıkmasını emretmişti. 1 Ekim’de zehir sıkma işlemi devam etmişti. 1938 yılı Mart’ında yargılanırlarken Yagoda da, Bulanov da bu ifadeyi doğruladı. Ne var ki, Stalinist iftiracıların biraz olsun kimya bilgisi olsaydı, 1938’de doğrulanan itirafların saçmalığını kanıksayabilirlerdi. Çünkü cıva, Bulanov’un ifadesinde söylediğinin aksine sülfürik asit içinde değil, nitrik asit içinde çözülür ve ortaya çıkan çözelti buharlaşmaz. Yalnızca organizma onu bünyesine alırsa tehlikeli olabilir ki, bu durumda cellat Yezhov’un halı ve kapı perdelerini yalamış olması gerekiyordu… Bununla birlikte, daha sonraları Yezhov’un özel doktoru olan V. M. Pollachek’in verdiği ifadeler uyarınca da, cıvayla zehirleme olayını Yezhov’un tertiplemiş olduğu ortaya çıktı. (BkzReabilitatsiia, s. 238-39.)

Özetle, Moskova Mahkemeleri, işkenceyle elde edilmiş iftiralarla ve temelsiz iddialarla gerekçelendirilmeye çalışılmıştı. Bu sebeple de onlar düzmeceydiler. Evet, belki de bunlar ufak  detaylar. Ama davaların kirişleri bu tarz detaylar üzerinden temellendirilmeye çalışılmış ve bu detayların hemen hepsi de, sayısız veriyle yanlışlanabilmiştir. Açıkça ifade etmek gerekirse karşı-Ekimci dalganın el ele veren Stalinist hukukçuları ile infazcıları, oldukça dikkatsiz, özensiz ve pespaye bir iş çıkarmışlardır ortaya. Savcı Vişinski’nin sorularını okuyacak olanlar, onun somut bir anlam taşıyabilecek olan bir tane bile soru sormamış olduğuna dikkat edeceklerdir. Vişinski’nin sorularında isimler, belgeler, yerler, ulaşım metotları, toplantıların saati ve maddi koşulları yoktur. Yine dikkat edilecek olursa, fiziksel zulümle alınmış olan sözde itiraflara dek ne bir muhbir, ne bir ihbar belgesi, ne de el konulmuş bir mektup dahi mevcut değildir! Açın ve bakın arşivlere! Suçlamalardan biri Troçki’nin “Hitler ile anlaşma imzalamış” olmasıdır. Bir diğeri Troçki’nin “demiryollarını tahrip etmesidir”. Bir diğeri Troçki’nin “işçileri zehirlemesidir”. Bu suçlamalara dönük, tekrarlıyoruz, Moskova’nın düzmece mahkemeleri, bir adet maddi delil bile ortaya koyamamıştır.

Stalinizmin diktatoryal zaferinin kurumsal altyapısının tamamlanışı, ancak ve ancak Sovyet işçi sınıfı hareketinin geri çekilişiyle mümkün olabilirdi. SSCB’de verilmekte olan mücadele her yerde bürokratlara ve idari elitlere karşı, Sovyetler’de merkezileşmiş proletaryanın vermekte olduğu mücadeleydi. Bu bağlamda Stalinist zaferin (diğer bir deyişle, Bolşevik yenilginin) şartı, bu hareketi kılcal damarlarına dek tuzla buz etmekti. Moskova Mahkemeleri’nin politik ajandası işte bu niyetlerle döşenmişti. Bu niyetler, karşı-Ekimci doğalarının gereği, basit bir biçimde Batılı metropollerin dış politikadaki manevralarının bir parçası haline geliyordu. Stalin’in Ekimci kadroları ve işçi sınıfı hareketini kelimenin gerçek anlamıyla fiziksel olarak soykırıma uğratmasının en büyük destekleyicisi ve yer yer de azdırıcısı, yabancı istihbarat servisleri oldu.

Tuhaçevski’nin yargılanmasının ardından, Ekim’i gerçekleştirmiş kadrolar arasında büyümekte olan hoşnutsuzluk durdurulamaz bir boyut kazanmıştı. Adalet Halk Komiseri Nikolay Krilenko, vermiş olduğu özel bir söyleşide şunları söylüyordu:

Bugünlerde benim gibi Leninistler istenmiyorlar, Yezhov ve Vişinski gibi vicdansız sonradan görmeler revaçta. İktidar sarhoşu olan bu adamlar parti görevlerimizi yok etmeyi ve başarılarımızı zayıflatmayı amaçlayan yabancı istihbarat servislerinin verdiği yanlış haberlere ve provokasyonlara kolayca kanıyorlar. İhbarlara inanıyorlar, olayları şişiriyorlar ve yeni suçlamalara zemin hazırlıyorlar ve yanlış bilgiler vererek, parti önderliğini ve yönetimi aldatıyorlar. Parti zamanla bu durumu anlayacak ve suçluları cezalandıracak. Ancak şimdi korkunç bir dönemden geçiyoruz.” (BkzA. G. Solovev, “Tetradi krasnogo professora” (1912-1941 gg.), Neizvestnaia Rossia xx vek, no. 4, (Moskova, 1993), s. 140-228, özellikle 194. Aktaran için bkz. Marc Jansen – Nikita Petrov, “Stalin’in Baş Celladı Halk Komiseri Nikolay Yezhov”, Kalkedon Yayınları, Eylül 2014, sayfa 115, 116.)

Krilenko, Kremlin’in kimlerle beraber siyasal olarak kaynaşmış bir cepheleşme bina etmiş olduğunu ifşa ederken, üzerinde yükseldiği zemin gerçeklerden oluşuyordu. Mahkemelerde verilmiş olan itirafların ve bu itirafları veren kişilerin listesinin bürokratların eline yabancı istihbarat servisleri tarafından doluşturulduğunun bugün farkındayız.

Neo-Stalinizmin mahkemelerde alınmış olan sözde “itirafları” ampirik birer delil kabul etmesi; bu akımın itirafların alınış yönteminden haberdar olmasına rağmen bu kara propaganda metinlerini ileri sürüyor oluşu, kendisinin Sovyet tarihinin okunuşu noktasında tahrifatçı ekolün bir parçası olduğunun en açık göstergesidir. Sadece tekil bir örnek verecek dahi olsak, Savunma Halk Komiseri Yardımcısı Mareşal Mikhail Tuhaçevski’nin (takma ismiyle “Kızıl Napolyon”un) tutuklanması ve ifadesinin işkenceyle alınmış olması yeterli olurdu. Stalin’in “Kendi gözlerinizle görün, ancak Tuhaçevski’nin her şeyi anlatması ve ilişkilerini ortaya koyması için zor kullanmak gerekiyor. Kendi başına hareket etmesi olanaksız. (BkzS. Iu Ushanov ve A. A. Stukalov, Front voennykh prokurorov, Moskova, 2000, s. 71.) şeklindeki demecinin ardından, Tuhaçevski’nin alınan yazılı ifadesine bakılacak olursa, üzerindeki kan lekeleri de görülebilir! (BkzIzvestiia TsK KPSS, 1989, No: 4, s. 50.)

Bu bağlamda bizim için sorun, Kızıl Napolyon’dan alınan sözde “iftira” belgesinin üzerinde parlayan kan lekeleri mi, yoksa Menşevik savcı Vişinski’nin de savcılığını üstlenmiş olan neo-Stalinizmin belgesiz ve gerekçesiz satırları mı sorunudur. Ve sorun, bundan başka da hiçbir şey değildir!