Adalet mitingi, hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın, yeni Bonapartist rejimin inşasının karşısında son derece kalabalık bir kitlenin seferberliğe hazır bir durumda beklemekte olduğunu; dahası bu seferberlik halindeki kitlenin beklemekten de öte, yeni rejimin sacayağı sayılabilecek birçok saldırıya karşıt bir şekilde eylemde olmayı kabul ettiğini ispatladı. Özellikle mitinge orta-üst sınıfların bireylerinden ziyade orta-alt ve alt sınıfların insanlarının akın etmiş olması, varoşlardan gelmiş olan ve CHP ilçe örgütlerinin çeperini de aşmış olan yoksulların katılımının üst seviyelerde seyretmiş olması, Adalet mitinginin en önemli başarıları ve potansiyelleri arasında sayılabilecek unsurlardan. Bir olumsuzluk sayılabilecek ise o da alandaki yoksulların mitinge ağırlıklarını bir sınıf olarak değil, teker teker bireyler veya aileler düzeyinde koymak zorunda kalmış olmalarıydı. Aslında bu “adalet” talebinin hem bir avantajıydı, hem de bir dezavantajı. Zira sloganın muğlaklığının ilk hedefi, merkezine çekeceği kitleyi “sınıfların var olmadığı” şekilsiz ama “demokratik” bir kütle gibi gösterme kaygısıydı. Maltepe’de bu her ne kadar kısmen başarılmış olsa da, üretici sınıfların koydukları kendiliğinden ağırlık yine de mücadele azminin niteliğine damgasını vurdu.

15 Temmuz (darbe girişimi), 20 Temmuz (OHAL ilanı) ve 16 Nisan (YSK hilesiyle başkanlığın bina edilmesi) tarihlerinin ardından 9 Temmuz buluşmasının rejim karşıtı güçlere moral ve umut aşıladığına kuşku yok. Aşılamalı da zaten. Ancak Maltepe meydanında yakalanan karnaval havalı iklimin devrimci politik üretime tezahürleri, bu iklimin yaratabileceği demokratik yanılgılardan kesinlikle arındırılmalı. Mitingin kitlesel dinamizminin ve devrimci potansiyellerinin tartışılması ve incelenmesi ile TÜSİAD başkanı Erol Bilecik’in miting kürsüsünün önerdiği yönteme onay veriyor olmasının nedenleri arasında radikal bir ayrım yapılmalı. Daha da önemlisi Bilecik’in de gönlünde yatan ve CHP programında somutlaşan düzen içi demokratik-reformist çıkış yönelimlerinin, Türk kapitalizminin nesnel gerçekliği içerisinde yerlerinin bulunup bulunmadığının, bunların mümkün olup olmadığının anlaşılmasıdır.

Belki de idrak edilmesi gereken en mühim nokta saray rejiminden, bizzat başkanlık-diktatörlük rejimine karakterini kazandıran kapitalist üretim ve bölüşüm tarzının içerisinden bir çıkışın mümkün olmadığıdır. 16 Nisan gecesi parlamentonun kapısına mühür vuran ve ardından da mühürsüz saraya mühür yetiştiren Türk kapitalizmi, ontolojik şartlarını siyasal bir burjuva pasifizminin olasılıklar yelpazesinin oldukça dışında belirlemiş bulundu bile.(1) Maltepe gerçekliğinin, bu zoraki ilişkiyi devre dışı bırakan herhangi bir “sistem içi demokratik” yeteneğe veya karaktere işaret etmediğini anlamak birincil önemdedir. Kılıçdaroğlu’nun sokağa işaret ederek zaten var olmakta olan kitlesel dinamizmin üzerindeki atalet tozunu görece atmış (veya atmaya çalışmış) olması, Türk Bonapartizminin en gerici taraflarının demokratik olarak reforma tabi tutulabileceğine veya bu sivri yönlerin törpülenebileceğine işaret etmemektedir. Bugün itibariyle kitleler bunun bilincinde olmasalar dahi komünist programın taşıyıcıları ve inşacıları bilmelidirler ki, ulusal Türk kapitalizmi, hayatta kalmak adına şu an için ihtiyacını hissettiği gaspçı saray rejimini, kendi sınırlarını zorlamayan metotlarla “sönümlendirme” veya “zayıflatma” yeteneğine sahip değildir. Öncelikli olarak söz konusu edilen demokratik-reformist çıkış reçeteleri finanse edilmelidir, ki bu noktada Türk kapitalizmi için zulmü finanse etmek daima daha ucuz olmuştur.    

Tek adamlıktan anti-kapitalist olmayan, hele hele parlamentarist olan bir çıkış yolu mevcut değildir. Aksine saraydan çıkışın sözde sistem içi yolları denendikçe, saray güçlenmeyi sürdürecektir. Maltepe’deki kitlesel adalet istemi bu bağlamda, sistem içi araçlarla ve metotlarla “cumhuriyetçi” bir neoliberal mutabakatın ve uzlaşının temelinin atılmasının mevcut iktisadi yasalar altında mümkün olduğu yanılgısını uyandırmamalı. Maltepe momentinin anlattığı biricik gerçek şudur: Kitleler hazırdır, pekiyi ya önderleri? Türk kapitalizminin krizli ve patlamalı yapısı, düzen partilerinin silahları kullanmadan ve zora başvurmadan düzeni muhafaza edebilme veya reforme edebilme yeteneğinin nesnel olanaklarını uzun bir süre önce yok etti. Bu somut hakikatten bağımsız olarak öne sürülmeye cüret edilecek bütün politik önerilerin biricik kaderi, toplumsal bir iflasın ta kendisidir. 

Parlamenter bir çıkış reçetesinin ve burjuva demokratik-reformist bir “istikrar” ve “barış” döneminin olanaklar dahilinde olmadığını söylerken, Türk kapitalizminin ekonomik nesnellik düzleminde bu seçeneklerini tüketmiş olduğunu ileri sürüyoruz. Tam da bu seçenekler tüketilmiş olduğu için, bağımsız ve egemen bir kurucu nitelikteki meclisin kitleler nezdinde formüle edilmesi ve savunulması, Maltepe’nin köşesiz ve programsız kitlelerinin bilinçlerinde ileriye doğru bir kırılmanın yaşanmasına zemin hazırlayabilir. Coğrafyamızın son derece sınırlı ve yüzeysel olan demokrasi tecrübelerinin, bugün itibariyle Türkçü-İslamcı cephenin hiçbir siyasal aktörü tarafından sahiplenilmemesi; aksine muhafazakâr politik bloğun neredeyse bütününün, bu demokratik “molalarda” edinilen deneyimlere karşıt olarak despotik bir yönelime girmiş bulunması, özü itibariyle burjuva bir karakter taşıyan kurucu bir meclis talebine, kitleleri seferber edici bir karakter yüklüyor. Yalnız bu noktada komünist öznenin görevi seferberliklere ve sınıflar mücadelesine programatik olarak gömülmek iken, kesinlikle bu başkanlık karşıtı ilksel eylem biçimlerinin açığa çıkardığı burjuva demokratik önyargılara teslim olmak değildir. Şunu kafamıza iyice yerleştirelim: Önümüzdeki dönem iktidara ilişkin burjuva siyasal bir barışın değil, sokaklara dek taşan bir program savaşının izleriyle bezenecektir. Komünistlerin biricik önceliği, işçi sınıfı öncüsünü bu savaşıma hazırlamaktır.

Karşımızda yeni paylaşım ve sömürü ilişkileri, yeni yağma-talan-gasp biçimleri ve kâr elde etme tarzları mevcuttur. Bu doğrudan doğruya Türk kapitalizminin kendi içerisinde yaşamış olduğu ekonomik rejim değişikliğiyle ilgilidir. Yeni gerçekliğe, eskisinin araçlarıyla ve yöntemleriyle müdahale edebilmek ise son derece olanaksızdır. Tarihin hiçbir virajında baskının ve zulmün yeni biçimleri, hukukun ve yasaların eski araçlarıyla durdurulamamıştır. İşte bizim gerçekliğimizi belirleyen ve siyasal programlarımızda ölçüt almamız gereken sosyo-politik yasa budur: Yeni Bonapartist gericilik dalgasının “aşırı” yönleri, tam da eski olanın hukuksal budama aygıtlarının son  kullanılma tarihleri dolmuş olduğu için var olmuşlardır. Bozuk bir yemeği dilerseniz yeniden fırına verin, ama o yine de bozuk kalacaktır.

O halde planımız nedir? Planımız bir an önce, başkanlıktan düzen içi çıkış denemelerinin bir felakete yol açacak olmalarının teşhiri üzerinden çizilmelidir. Maltepe’de “sınıfların ve imtiyazların olmadığı” demokratik bir kütle olarak bir araya getirilen emekçi kitlelerle, Almanya’nın Hamburg kentinde, dünyanın en güçlü kapitalist odaklarına karşı ses yükseltmeye başlamış olan işçiler ile gençlerin, Temmuz günlerinde aynı barbarlığa karşı farklı kentlerde seferber olduklarının anlaşılması şarttır. İkisi arasındaki açı, hem seferberliklere dâhil olanların yanlış önderliklerle olan tecrübelerini tüketmeleri noktasındaki eşitsizlikleri, hem de programatik arayışlarının farklılıklarıdır. Bu yönüyle Adalet mitinginin başkanlığa karşı mücadelede ne bir başlangıç, ne de bir son olmadığı bilinmelidir. O, kitlelerin mücadelelerindeki bir aşamaya denk düşmektedir. Bugün, sınıfımızın en acil ihtiyaçlarını onların tarihsel kurtuluşuyla sentezleyecek talepler eşliğinde yanlış önderliklerle tecrübelerin tüketilmesinde katalizör görevi görmemizin zamanıdır. Saray rejiminin anti-kapitalist metotlarla alaşağı edilmesi noktasında geciktiğimiz her saniye içerisinde, Türk kapitalizmi ulusal pazarını savunma noktasında daha da saldırganlaşmaktadır. Maltepe’yi Hamburg’un kapitalizm karşıtı talepleriyle ve seferberlikleriyle ilişkilendirmek mümkündür; bu ikili arasındaki köprü ise mevcut olandan çıkışın ancak mevcut olanın ilga edilmesiyle mümkün olduğunun kabul edilmesiyle bina edilebilir. Şunu iyice kafamıza yerleştirmeliyiz ki, karşımızda yalnızca Beştepe durmamaktadır; Brüksel’in NATO merkezi, Paris’in finans büroları, İngiltere’nin Lordlar Kamarası, Birleşik Devletler’in Wall Street’i ve diğerleri… Uluslararası proletaryanın bir bölüğü olarak Türkiyeli işçilerin kurtuluşu, belki de tarihte hiçbir dönem Doğudaki ve Batıdaki kardeşlerinin toplumsal kurtuluş savaşımlarıyla bu denli sıkı bağlara sahip olmamıştı.

Dipnotlar:

1.) Bir dipnot olarak belirtmek gerekir ki Türk kapitalizmi derken yekpare bir bütünü kastetmiyoruz. Misal TÜSİAD parlamentonun kapısına mühür vurulmasının koşulsuzca arkasında mıydı? Sanmıyoruz. Ancak Türk kapitalizminin besleyip büyüttüğü yeni oligarşi (silah-savaş sanayicileri, inşaatçılar-altyapıcılar ve hidroelektrik santrali benzeri enerji patronları), bunun tamamen siyasal savunuculuğunu üstlenmiş vaziyette. Türk kapitalizmi içerisinde hangi sektörler, hangi sektörlerle mücadele halinde ve hangisinin programı genel gidişatı belirliyor, bu bir başka yazının konusudur.