Boğaziçi direnişinin 128. günündeyiz. İktidar 128 sayısı karşısında nasıl çaresizse, elindeki tüm imkanları kullanmasına rağmen, Boğaziçi’ndeki kayyum karşıtı mücadeleyi bastırmakta da o denli başarısız oldu. Dört ayı aşan zamana, tüm baskılara, pandemi koşullarına rağmen Boğaziçi bileşenleri direnişi ayakta tutmayı sürdürüyor. Kuşkusuz uzayan mücadelenin içinde yükselişler ve düşüşler yaşanıyor ve Boğaziçi eskisi kadar medyanın gündeminde değil. Bu durumda Boğaziçi dışından birçok arkadaşımız direnişin halen sürüp sürmediğini sorgularken, Boğaziçi içindeyse mücadelenin yenilgiye mi uğradığını tartışan dostlarımız var. Bu yazıda çok kısaca bu sorulara yanıt vermeye, direnişin bilançosuna dönük bazı temel noktaları ele almaya çalışalım.

Direniş kazandı mı, kaybetti mi?

Öncelikle, soruyu bu şekilde sormanın yanlış olduğunu belirtmekle başlayalım. Öğrenci hareketi bir süredir görece sessiz bir dönemden geçerken, Boğaziçi öğrencileri ve akademisyenleri, Saray’ın kayyum atamasına karşı kararlı ve kitlesel bir direniş ortaya koydular. Bu mücadele yalnızca Boğaziçi içinde kitlesel bir nitelik taşımadı. Saray rejimine karşı öfkesi giderek daha fazla yükselen halk kesimlerinin yaygın desteğini kazandı ve bu toplumsal meşruiyeti arkasına alabildi. Dahası, bu direniş diğer üniversitelere de örnek oldu ve birçok üniversitede “dayanışma”, vb. adlar altında öğrenciler bir araya gelmeye başladı. Pek çok üniversiteden öğrenci Boğaziçi direnişine destek oldu, kendi üniversitelerinde destek eylemleri düzenledi. Galatasaray, Türk Alman, Marmara başta olmak üzere birçok üniversitede yerellerin sorunlarına ilişkin eylemler, kampanyalar düzenlendi. Bu bağlamda, Boğaziçi direnişi diğer üniversitelere de cesaret ve ilham veren bir örnek oldu.

Direnişin kendi seyrine gelirsek… Öncelikle, direnişin Saray’ın tüm baskılarına ve entrikalarına rağmen ayakta kalabilmesinin büyük bir başarı olduğunun altını çizelim. Hafızaları tazelemek için bazı noktaları hatırlatmakta fayda olabilir. İlk eylem çağrısından itibaren muazzam bir polis ablukasının uygulanması, birçok eylemde onlarca kişinin gözaltına alınması, tutuklamalar ve ev hapisleri, gece yarısı kararnameleriyle hukuk ve iletişim fakülteleri kurma kararlarının ilan edilmesi, LGBTİ+lara dönük nefret söylemlerini ve ayrımcılığı yükselterek kendi akıllarınca direnişi kriminalize etmeye çalışmaları akla ilk gelen örnekler. Bütün bu saldırılar direnişin kararlı duruşu sayesinde boşa düştü.

Öte yandan kayyum halen yerinde duruyor. Gerçi artık eylemlerin gerçekleştiği Güney Kampüs’te değil. Onun yerine, öğrenci nüfusunun çok daha az olduğu Kandilli Kampüsü’nde “gönüllü sürgünde”. Kendisine kalsa belki de çoktan istifa edip giderdi. Ne var ki, atanma kararında olduğu gibi istifasında da son sözü Saray’ın söylediği malum. Dolayısıyla kayyumun gönderilmesi Boğaziçi’nin sınırlarını aşan daha geniş ölçekli bir politik mesele haline gelmiş durumda.

Baştaki soruya dönecek olursak… Direnişe dönük değerlendirmeyi Bulu’nun gidip gitmemesi üzerinden yapmanın doğru olmayacağını belirtmiştik. Kuşkusuz hepimizin öncelikli arzusu daha fazla vakit kaybetmeden kayyumun istifasını sağlamak. Fakat, Saray Bulu’nun durumunu dahi bir beka meselesi olarak görürken, kayyumun kaderinin Boğaziçi sınırlarından öte, ülkedeki öğrenci hareketinin kayyum sistemine karşı vereceği mücadeleyle çizileceğinin farkında olarak direnişimizi sürdürmeliyiz. Tam da bu noktada, direnişte şu ana kadar öne çıkan siyaset tarzlarını değerlendirmek ve direnişin nasıl ilerletilebileceğini tartışmak gerekiyor.

Kayyuma karşı üç tarz-ı siyaset

Dört ayı aşan direniş boyunca öne çıkan siyasi eğilimler de fazlasıyla netleşti. Direnişin kendisi kadar direnişte öne çıkarılan politikalar ve uygulanan yöntemler de belirleyici olduğundan, bu eğilimlerin daha kapsamlı bir analizinin yapılması gerekiyor. Biz burada yalnızca konuya ilişkin temel noktalara değinmeye çalışacağız.

Direnişte temel olarak üç ana eğilimin öne çıktığını söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, meseleyi Boğaziçi sınırlarına hapsetmeye çalışan, atamanın Boğaziçi dışından olması itibariyle “Boğaziçi kültürüne” uymadığını savunan eğilimdi. Sorunu Boğaziçi sınırları içerisinde gören ve kayyumluk sistemine değil atanan kişiye tepki gösteren bu anlayışın argümanları, rejimin daha ilk andan itibaren direnişe dönük topyekûn saldırısı karşısında anlamını yitirdi ve çöktü.

Bu eğilimin karşısında yer alan ikinci “tarzı-ı siyaset”, meseleyi doğru bir şekilde başından itibaren Saray rejiminin antidemokratik uygulamalarının parçası olarak gördü ve Boğaziçi direnişini de sürmekte olan direnişlerin bir parçası olarak ilerletmeyi hedefledi. Ne var ki, bunu Lenin’in “çocukluk hastalığı” olarak tarif ettiği biçimde, “söylemimiz ve eylemimiz ne kadar radikal olursa o kadar politik, o kadar devrimci oluruz ve rejime karşı mücadeleyi bu şekilde büyütebiliriz” şeklinde özetlenebilecek sığ ve mekanik bir anlayışla hayata geçirmeye çalıştı. Önerilerini ve söylemlerini geliştirirken, ne Boğaziçi’ndeki bileşenler toplamının bilinç düzeyini ve ruh halini ne öğrenci hareketinin genel durumunu ne de politik güçler dengesini hesaba kattı. Kayyum atamasıyla politikleşen, ilk mücadele deneyimlerini bu süreçte yaşayan öğrenci kitlesinin bilinç düzeyini onlarla diyalog halinde ve mücadele içinde geliştirmeye çalışmak yerine ultimatomcu bir yöntemle hareket etti. Öğrencilerin daha geniş kitlesinin mücadeleye nasıl çekilebileceğine kafa yormak yerine sosyal medyada gündem olmaya daha fazla önem verdi.

Üçüncü “tarz-siyaset” ise tıpkı ikincisi gibi meseleyi genel politik durumun bir parçası olarak görerek hareket etti. Fakat ikinci anlayıştan farklı olarak, direnişin zaferi için iki koşulun gerekli olduğunu ortaya koymaya çalıştı. İlk olarak kayyuma karşı mücadele eden en geniş kesimlerin mücadeleye katılabilmesi için öğrencilerin meclis veya başka bir ad altında özörgütlenme organlarının inşa edilmesi gerekiyordu. Bölümler ve fakülteler üzerinden örgütlenecek bu örgütlenmelerle direnişe katılanların birlikte tartışarak ve karar alarak süreci ilerletmesi sağlanacağı gibi, kayyum sistemine karşı üniversitenin bileşenlerinin söz, yetki ve karar hakkına sahip olacağı yeni bir yönetim modelinin de örneği somutlaşmış olacaktı. İkinci koşul ise, direnişin diğer üniversitelere yayılması ve bu üniversitelerle koordinasyonun sağlanarak kayyum sistemine karşı mücadelenin Boğaziçi’nin ötesine taşarak genel bir mücadeleye dönüşmesiydi. Bu iki hedef doğrultusunda da çeşitli girişimlerde bulunuldu ve adımlar da atıldı. Fakat nihayetinde pek çok sebepten ötürü bu çabalar şimdilik istenen sonuçları vermekten uzak kaldı. Bu sebeplerin en başına öğrenci hareketinin genel durumunu koymamız gerekiyor. Mücadelenin öncüsü özörgütlenme ve birleşik mücadele deneyimlerinin geleneğinden beslenerek sürece girmedi. Tersine ya bu süreçte politikleşti ya da politikleşmiş olanların bir kesimiyse ikinci tarz olarak belirttiğimiz sekter, ikameci eğilimlerden gelmekteydi. Yoğun devlet şiddeti ve pandemi koşullarının da eklenmesiyle Boğaziçi direnişçileri bir anda tek başına altından kalkmasının mümkün olmadığı muazzam görevlerle karşı karşıya kaldı.

Mevcut pat durumunun aşılması için…

Direniş kayyumu gönderemedi ama yenilmedi de. Bir kısmı direniş öncesinde, bir kısmı direniş sırasında kurulan onlarca öğrenci inisiyatifi mücadelesini ısrarla sürdürüyor. Akademisyenler direniş nöbetlerine kararlılıkla devam ediyor ve kayyumun varlığını meşrulaştıracak idari görevlerde bulunmayarak protestolarını sürdürüyorlar. İdari personel içerisinde örgütlü olan ve üniversitedeki yetkili sendika olan Eğitim-Sen de kayyum karşıtı mücadelenin bir parçası. Çeşitli inisiyatifler kuran mezunlar da direnişe aktif destek vermeye devam ediyor.

Direnişi nasıl ilerletebilir ve yaygınlaştırılabiliriz? Bu soruya cevap olarak bir sihirli formül ne yazık ki bulunmuyor. Zırhlı Tren okurları olarak, yukarıda bahsettiğimiz “üçüncü tarz-ı siyaset” doğrultusunda direnişin zaferi için tüm çabamızla mücadelenin bir parçası olduk ve olmaya devam ediyoruz. Boğaziçi’nde kayyuma karşı mücadele eden inisiyatiflerin birleşik bir eylem programı etrafında mücadele etmesi ve bu mücadelenin parçası olmak isteyen tüm öğrencileri kapsayacak meclislerin inşası için çabalarımızı sürdürmeliyiz. Ve hep vurguladığımız gibi kayyum sistemine karşı mücadeleyi yalnızca Boğaziçi’nde değil tüm üniversitelerde büyütmek için mevcut girişimleri ilerletmeliyiz. Saray rejiminin çürümüş, kokuşmuş sistemi her gün yeni bir skandalla sarsılırken, bu konudaki iyimserliğimiz her zamankinden de fazla.