Kara Panterler Partisi’nin (KPP) İllinois teşkilatının başkanı olan Fred Hampton’ın (Daniel Kaluuya), FBI’ın suikasti dolayısıyla kısa süren hayatını konu alan Judas and the Black Messiah 21 Şubat 2021 tarihinde izleyicilerle buluştu. Film özellikle Hampton’ın yakın çevresinde bulunan FBI muhbiri William O’Neal’ın (Lakeith Stanfield) istihbarat servisiyle olan ilişkisine ve Hampton’ın Chicago’nun yoksul semtlerinde bir devrimci önder olarak yükselişine odaklanıyor. Filmin yönetmeni Shaka King, aynı zamanda Will Berson ile birlikte senaryonun da yazarlarından. İkili senaryoyu yazarken ve dahası filmi ama özellikle de suikast sahnesini çekerken, Hampton’ın birlikte olduğu Akua Njeri (Dominique Fishback) ile ikilinin çocuğu olan Fred Hampton Jr.’ın tanıklıklarına başvurmuşlar.
Film hem seyirciler, hem de eleştirmenler tarafından olumlu karşılandı. Vizyona girdiği ilk hafta ikinci sıraya yerleşen filmin izleyecilerinin %61’inin siyah ve %75’inin de 25 yaşın altında olduğu kaydedildi. Bu, Hampton’ın ezilenlerin mücadelelerine adanmış ilham verici yaşamının yeni kuşaklar nezdinde güçlü bir ilgi merkezi olmayı sürdürdüğünü gösteriyor. Rotten Tomatoes eleştirmenlerinin %96’sının filmi beğendiğini söylerken, Metacritic de eleştirmenlerine dayanarak filme 100 üzerinden 86 puan verdi.
Ancak filmin temsil ettiği yaşam öyküsünün ne denli değerli bir karşılık bulduğunun sadece seyirci kitlesinin kendisiyle ölçülmesi hatalı olur; filmde Hampton’u canlandıran, Get Out’la beraber hayatımıza giren ve parçası olduğu her işte oyunculuk sanatını gittikçe daha yüksek bir derecede yeniden yorumlayan aktör Daniel Kaluuya, film hakkında kendisiyle yapılan röportajlar boyunca Fred Hampton’dan daima “Chairman Fred Hampton” olarak, yani “Başkan Fred Hampton” olarak bahsediyor. Bu sıfat yalnızca Hampton’ın yakın çevresi tarafından veya Kara Panter’deki yoldaşları tarafından veya Hampton’ın devrimci mirasını sahiplenenler tarafından kullandıkları bir kelime. Zira Hampton Kara Panterlerin İllinois teşkilatının başkanıydı ve bu eyaletin yoksul semtlerinde “Başkan Fred” olarak tanınırdı.
Fred Hampton’ı başlıkta “siyah Sverdlov” olarak anmamıza getirilebilecek olan itirazlar olabilir. Sverdlov ile Hampton arasındaki karşılaştırmamız, onların yaşamlarına yön veren ve daha çocukluk yaşlarında benimsedikleri politik perspektifin benzerliğinden kaynaklanmıyor. Sverdlov devrimci mücadeleye Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde atılmıştı ve daha sonra Lenin’in önderliğindeki Bolşevik hizbin saflarında mücadele etmişti. O hayatını işçi sınıfı içinde devrimci Marksist bir çekirdeğin inşa edilmesine ve dolayısıyla da proleter kitlelere yaslanan ve bizzat onlarda oluşan bir partinin inşasına adamıştı. Hampton’ın üyesi olduğu Kara Panterler Partisi’nin ise işçi sınıfını merkezine alan bir örgütlenme ve politik üretim metodolojisi yoktu. KPP temel olarak “topluluk” (community) adını verdiği, büyük şehirlerin periferisinde yoğunlaşan ve nüfusunun çoğunluğunu kentli siyah yoksulların oluşturduğu sosyolojik birimler tarif ediyordu ve onun bütün örgütlenme stratejisi ile programı da, sınıflı toplum yapısının bu hatalı analizine dayanıyordu. KPP siyah devrimin motor gücünü siyah ve beyaz işçi sınıflarının sosyalist bir eylem birliğinde değil, çeşitli gettoların silahlı direnişinde görüyordu. Onların politik yaşamlarına son veren de bu maceracı ve kitlelerin eylemlerine dayanmayan öncücü anlayışları oldu.
Hampton ile Sverdlov’u sadece üzerinde yükseldikleri program açısından değil, ancak gerçekleştirdikleri politik birikim bakımından karşılaştırmak da haksızlık olur. Öncelikle Hampton’ın, 21 yaşında katledildiğinden de anlaşabileceğini üzere, böylesini bir birikimi gerçekleştirebilmesi için oldukça kısıtlı bir zamanı olmuştu. Buna rağmen o, KPP’nin altı haftalık meşhur okuma programına derinlemesine bir şekilde hakimdi ve partinin Chicago’da kadrolaşma potansiyeline sahip yeni üyelerine verdikleri eğitimlerde de başlıca eğitmen olarak öne çıkıyordu. Hampton karmaşık ve zorlu teorik konuları yalın ve duru bir biçimde anlatabilme yeteneğiyle genç yaşında dikkat çekiyordu.
Kuzey Amerikalı işçi sınıfı önderi James P. Cannon, sosyalist partilerin eğitim kurslarını ne gibi eğitmenlerin otoritesi altında vermesi gerektiğine dair şu yargıyı dile getirmişti:
“[Bu yöntemde de] ilk önşart yapılacak işle ilgili sorumlu bir tavır geliştiren ve sınıfı örgütlemeyi ve ona önderlik etmeyi kendine vazife edinen ve sınıfı ele alınan konuyla sınırlayan bir sınıf rehberidir. Bu sınıf rehberi, sınıf başlamadan önce metni bütün yönleriyle sıkıca çalışmalı ve kendisini metnin ustası kılmalıdır. (…) [Eğitim sınıfları] geçmiş bir deneyimin yokluğuna rağmen sıkı bir biçimde konunun uzmanı haline gelerek bu görevi oldukça ciddiye alacak bir rehbere sahip olmalıdır.”
İşte Hampton, Cannon’ın bahsettiği bu rehberlerden birisiydi. Genç yaşı dolayısıyla geçmiş deneyimlerinin birikimi üzerinden yükselmiyor olsa da, anlattığı ve propagandasını yaptığı konunun bir uzmanıydı. Siyahları ezen ve Amerikan kapitalizminin sözde demokratik koşumları eliyle görünmez kılınmak istenmiş olan egemenlik ilişkilerinin üzerindeki perdeyi, dinleyecilerinin gözünde kaldırabilmesi için birkaç cümle kurması yeterli oluyordu. Onun, sistematik ırkçılığı ve bu ırkçılığın ekonominin kapitalist örgütlenme modelinde yatan kaynaklarını teşhir edişi, filmde de işlendiği üzere şiirsel bir karakter kazanabiliyor, böylece konuyla en ilgisiz dinleyicinin dahi hesaplaşmak zorunda kaldığı siyasal ikilemleri bütün heybetiyle gündeme taşıyabiliyordu. Hampton doğal bir hatipti ve mesela Alman sosyalizminin meşhur hatipleri arasında olan Lasalle veya Bebel gibilerinin aksine, konuşmalarında vurgu yaptığı konulara dair önerileri, engin bir teorik-politik birikimden çok, kapitalizme karşı duyulan samimi bir nefretin politik içgüdülerine ve deneyimlerine dayanıyordu. Belki onun konuşmalarının, adeta sözlü birer organizmaymış gibi canlılara özgü hayat dolu bir hareketliliğe sahip olması; bu konuşmaların kulakları ve hafızayı, tıpkı birtakım şarkıların nakaratları gibi sürekli olarak tetiklemesi ve çalışmaya zorlaması, tam da bu konuşmaların içinden neşet ettiği deneyimlerin sahiciliğine dayanıyordur. Hampton’ın Martin Luther King ile Malcolm X’in konuşmalarını çalıştığını ve özellikle onların hitabetleri esnasındaki tonlamaları ile eğildikleri konuları nasıl ele aldıklarını, bir orkestra şefinin yüzyıllar önce kaleme alınmış notalara gösterdiği dikkate benzeyen bir tarzda, bir sanatçı titizliğiyle incelediğini biliyoruz.
Sverdlov bu bağlamda farklı bir profil çizmektedir. Onun Çarlık hapishanelerinde Almanca öğrendiğini ve bunu sırf Marx ile Engels’i onların dilinden okuyabilmek için yaptığını biliyoruz. Yine Sverdlov ulusal değil, ancak uluslararası bir hareketin parçasıydı. O sıralarda II. Enternasyonal’in bir parçası olarak hareket eden Bolşevik hizip, üyelerinin enternasyonalist eğitimine özel bir önem veriyordu. Dolayısıyla Sverdlov uluslararası bir radikal işçi hareketinin ateşinde pişmişti ve bu da ona, Hampton’ın erişme fırsatı bulamadığı bambaşka bir perspektif kazandırmıştı. KPP’nin “enternasyonalizmi” ise, uluslararası işçi hareketinin birtakım özgün sorunlarının politik-programatik çerçevede ve uluslararası bir tartışma ortamında cevaplanmasını öngörmüyordu. KPP’nin uluslararası faaliyetleri daha çok Filistin Halk Kurtuluş Ordusu’nun hemen hemen her ülkede bulunan siyasal temsilciliklerinin ortaya koyduğu sözde enternasyonalizme benziyordu: Yani diğer ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin, yurtta verilmekte olan asıl mücadelenin (mesela ABD’de siyahların özgürleşmesi mücadelesinin) dayanışmacı birtakım büyükelçiliklerine döndürülmesi ve bu ükelerdeki mücadelelerin özgün sorunlarına özgün devrimci yanıtlar üretilmemesi ama yurttaki mücadelenin ihtiyaçları uyarınca dayanışmacı birtakım politik jestlerin hayata geçirilmesi. Bu anlayış nedeniyle KPP’nin üyeleri hiçbir zaman sahici bir enternasyonalist eğitimden geçemedi ve ironik bir şekilde bu hareket, 1974’te pik noktasına ulaşan ve siyahların özgürlük mücadelesinde uluslararası arenada önemli bir politik virajı temsil eden Angola Devrimi’ne dönük kapsamlı bir politik yanıt üretemedi.
Hampton ile Sverdlov’un ortak yanı, onların örgütçülüğüydü. Bu iki devrimci de bulundukları alanlarda hareketin bir parçası olmaktan çok, bu hareketin bizzat örgütleyecileri olarak öne çıkıyorlardı. Sverdlov’un parti içindeki takma adı “çoktan” idi çünkü parti ona bir örgütlenme planının hayata geçirilmesine dönük olarak bir görev verdiğinde, Sverdlov’un cevabı “bu çoktan yapıldı” oluyordu. 1917 Ekim Devrimi’nin ardından gelen zorlu yıllarda parti sekreterliği gibi oldukça zorlayıcı bir görevi tek başına yerine getirdi. Onun İspanyol gribi dolayısıyla vakitsiz ölümünün ardından üstlendiği görevlerin hayat geçirilebilmesi için sekreterliğe üç kişi getirilmek zorunda kalındı: Hiç kimse tek başına, Sverdlov’un yaptıklarını yapamazdı. Hampton aslında bu konuda da, erken yaşta katledildiği için avantajlı olmayan bir konumda gözükebilecek dahi olsa, onun 21 yaşına dek KPP’nin İllinois teşkilatında başardıkları hayranlık uyandırıcıdır. Öncelikle o bölünmüş bir halde bulunan çeşitli antisömürgeci ve devrimci siyah örgütleri, KPP’nin on maddelik programının çatısı altında bir araya getirmeyi başardı. Ertesinde göçmen Meksikalıların, Porto Rikoluların ve diğer Latin ülkelerinden gelenlerin mücadele örgütleriyle KPP arasında bir politik ittifakın kurulmasında başı çekti. Dahası o, İngilizce’de white trash denilen ve liberaller tarafından yanlış bir biçimde Amerikan muhafazakarlığının yoksul halk tabanı olarak etiketlenen beyaz işçi sınıfının en alt kesimlerinin taleplerini, KPP’nin mücadele perspektifinin bir parçası haline getirdi ve onlarla eylem birliğine dayanan bir müttefiklik ilişkisi geliştirdi. Onun suikastinin ardında yatan motivasyonlardan birisi de, ırkçı Konfederasyon bayrağını kullanan bu yoksul Cumhuriyetçi tabanı, Kara Panterler’in çatısı altında dile getirdiği sosyalist programa kazanabilmesiydi.
FBI’ı kaygıya sürükleyen Hampton’ın bina ettiği bu geniş mücadeleci eylem birliğiydi. Hampton bu devrimci birliğin mimarı olarak öne çıkıyordu. Hiç şüphesiz onun FBI’ın suikast listesine alınmasının başlıca nedeni, onun örgütlenme alanındaki eşsiz yetenekleriydi. Öylesine eşsiz yetenekler ki, eğer sahibinin katli söz konusu olmasaydı, ABD’nin siyah işçi sınıfı için mucizeler yaratabilirdi.
Hampton’ın derin politik içgüdüleri ile öngörülerinin ve modern toplumun işleyiş yasalarını sıkıca kavramasını sağlayan doğal akli yeteneklerinin eğer yaşasaydı nasıl bir evrim geçireceğini kestirebilmek oldukça zor. Şunu biliyoruz ki hem Martin Luther King, hem de Malcolm X suikaste kurban gittiklerinde, eski pozisyonlarından daha radikal bir noktaya doğru ilerliyorlardı. Özellikle Malcolm X’in İslamcı önyargılardan hızla arındığı (hatta onları terk ettiği ve onların aleyhinde konuşmalar yapmaya başladığı), baskı ilişkilerini kapitalizmin bir doğal uzantısı olarak okumaya başladığı ve reformların sonuçsuz kalacağı dolayısıyla siyah yoksulların öncülüğünü üstleneceği bir Kuzey Amerika devrimi perspektifine ulaştığı son konuşmalarından görülüyor. Martin Luther King de son konuşmalarında, ABD’nin politik elitleriyle sürdürdüğü diyaloğun, sistemin mantığı gereği sonuçsuz kalmaya mahkum olduğunu kavradığını gösteren ipuçları veriyordu.
Hampton bir önder olarak KPP’nin, programından ve örgütlenme modelinden kaynaklanan sınırlılıklarının farkına varabilir ve partinin sol kanadını, kendisinin mimarlığını yapacağı devrimci sosyalist bir çizgiye kazanarak yeni bir partinin inşasında başı çekebilirdi. Çok yüksek bir olasılıkla KPP’yi saran ve Newton, Cleaver ve Seale gibi önderlerin arasında yaşanıp bölünmelerle sonuçlanan polemikler esnasında Hampton da tartışmanın güçlü taraflarından birisi olarak ortaya çıkacak ve kendi politik önerilerini geliştirecekti. Bu oldukça değerli bir deneyim olurdu. Zira KPP’nin önderlik ekibinin siyasal evrimine bakacak olursak, bu noktada Hampton’ın temsiliyetine soyunabileceği kutup, devrimci programın doğumunun öznel şartlarının yerine getirilmesinde belirleyici bir rol üstlenebilirdi. Newton’ın evrimi çeteci bir seyir izleyecek ve kendisi polisin bir uyuşturucu baskını esnasında vurulacaktı. Cezayir’den sürgünden dönen Cleaver, üçüncü dünyacılık ile gerillacılığa dayanan sözde radikal eski politik inançlarının altında yatan reformist hazneyi keşfederek yeminli bir antikomüniste dönüşecek ve Reagan’ın neoliberal hükmünün sadık bir destekleyicisi olacaktı. Bugün hayatta olan Seale ise Demokrat Parti’nin bir neferi olacaktı.
Elbette, eğer öldürülmeseydi Hampton’ın nasıl bir devrimci önder statüsüne evrileceği sorunsalına verilen cevaplar, zihinsel “spekülasyonlar” olmanın ötesine geçemez. Ancak bu spekülasyonların maddi temelini, filmde de işlenen Hampton’ın eşsiz iradesi, sosyalizme inancı ve kapitalizmin yok edilmesine adanmış eylemi oluşturuyor. Bu sebeple spekülasyon derken, bu kelimenin tırnak içinde kullanılması gerektiğini düşünüyoruz.
Hampton’ın FBI ve Birleşik Devletler’in bilimum burjuva kurumu tarafından organize edilen katli, basit bir polisiye hadise değildi. Filmin ilk başarısı, bu suikastin ardında yatan sosyal ve politik gerilimleri seyirciye özetleyebilmiş olması. Hampton 21 yaşında kirli ve mide bulandırıcı bir cinayetin kurbanı olmasına rağmen, yaşça kendisinden daha büyük Kara Panterler tarafından beyni yıkanan, umutsuz ve uğursuz bir kavgaya atılan bir “deli fişek” değildi. Hollywood’un tarihsel bilançosu göz önünde tutulduğunda, bu filmin bu tip devlet kaynaklı önyargılar karşısında politik bir bağışıklık geliştirebilmiş olması sevindirici.
Hampton esas olarak mücadeleci bir kuşağın parçasıydı. Onun katledildiği yıl (1969), ABD’de, her birinde 1000’in üzerinde işçinin katıldığı 412 grev yaşanmıştı (yani en az yarım milyon insan greve çıkarak patronlarına karşı mücadele vermişti). Vietnam Savaşı karşıtı hareket kitlesel bir boyuta sıçramış, ülkenin gündemini belirler olmuştu. Yeni kuşaklar, özellikle de öğrenciler on binler halinde sosyalist veya reformist örgütlerin saflarındaki yerini alıyordu.
Hampton sınıflar mücadelesindeki bu yükselişin bir önderi olarak parladı. Onun eşsiz örgütçülüğü, organizasyon ve eylem birliktelikleri konusundaki derin yetenekleri, bir hatip olarak sahip olduğu inandırıcılık ve sosyalizm davasına duyduğu sarsılmaz inanç, bugün basın toplantılarında ırkçılık karşıtı demeçler vermek zorunda kalan kapitalist devlet kurumlarını ve özellikle de istihbarat servisini harekete geçirdi. Uyuşturulmuş bir vaziyetteyken, uyumak için başını koyduğu yastığı kana bulayacak şekilde, kafasına sıkılan iki kurşunla infaz edildi. Hampton’ın evinden, baskının yapıldığı geçenin ardından 100’e yakın mermi kovanı çıktı; bunlardan yalnızca iki tanesi Kara Panterler’in silahlarına aitti.