Aşağıda okuyucularımızla, 15 Mayıs’ta Zırhlı Tren’in düzenlediği Öğrenci Hareketi ve Rejimden Çıkış başlıklı etkinlikte yapılan sunumun deşifresini paylaşıyoruz. İyi okumalar dileriz.

***

Giriş

Herkese merhaba ve herkese katılım sağlayabildiği için teşekkürler. Bugün öğrenci hareketinin mevcut durumu ile sorunlarını ve bu ikisinin başkanlık rejiminden çıkış için bize ne gibi ipuçları sunduğunu, bu rejimden nasıl çıkabileceğimizi tartışmak istedik. Bu konuyu seçmiş bulunuyoruz çünkü Boğaziçi’ndeki kayyum rektöre karşı seferberliğin, yeniden bir öğrenci hareketinin inşa edilmesini gündeme getirdiği inancındayız ve aynı zamanda son birkaç aydır içine yuvarlanılan siyasal krizlerin boyutlarının genişleyip sayısının artması da, inanıyoruz ki belki son 5 senedir rejim sorununu hiç olmadığı kadar gündeme taşıdı.

Burada tabi öğrenci hareketi tabiriyle anlatılmak istenen, aslında iki kümeyi kapsar: Bunlardan birincisi çeşitli sorunları karşısında seferber olan, mücadeleye atılan öğrenci kitlelerinin hareketidir, diğeri ise sosyalist veya devrimci öğrenci ve gençlik örgütlerinin siyasal kampanyaları, politikaları ve çağrılarıyla oluşturdukları harekettir. Bu ikisini ayrı başlıklar olarak değerlendirmemiz gerekecek.

Başkanlık rejiminin inşası karşısında öğrenci hareketinin gelişim seyri

Öncelikle, ilk bahsettiğimiz anlamıyla öğrenci hareketinden konuşalım.

Öğrenci hareketinin son 5 senelik kronolojisini bir çıkarmaya çalışalım. Son 5 sene diyorum çünkü 16 Nisan 2017’de gerçekleştirilen referandumu aşağı yukarı bir milat olarak almak istiyorum; zira tartışacağımız konu öğrenci hareketinin başkanlık rejiminden çıkış için nasıl bir perspektife sahip olması gerektiği. Tabi bu kronoloji eksik olacaktır; bütün öğrenci mücadelelerini sözel olarak dahi olsa sıralamak çok mümkün değil. Ancak bu 5 sene boyunca öne çıkan birkaç önemli ve kritik öğrenci seferberliği yaşandı. Bunların nasıl geliştiklerine, hangi dinamikler üzerinden belirli bir siyasal öğrenci kutbu oluşturabildiklerine ve öğrenci hareketinin inşasına ne gibi katkılar sundukları ile öğrenci hareketinde ne gibi sorunları gündemleştirdiklerine dikkat etmeye, konsantre olmaya çalışalım.

Son 5 yıldır yaşanan öğrenci seferberliklerinin çıkış noktasını, Saray rejiminin başkanlık rejimini üniversitelerde ve eğitim kurumlarında da inşa etmek istemesi, başkanlık rejimini bu alanlarda da bina etmeye çabalaması oluşturdu. Saray, ulusal çapta öngördüğü diktatoryal siyasal program çerçevesinde üniversiteler içerisinde de başkanlık rejimini bina etmeye çalışmak uğruna üniversitenin bileşenlerine sonu gelmeyen bir dizi saldırı gerçekleştirdi. Binlerce akademisyeni ihraç ederek, bir kısmını tutuklayarak, öğretmenler ile okul işçilerinin sendikalarına saldırarak, eğitim kurumlarını taşeron firmalarına açarak, okul içi işçiliği de taşeron firmalara pazarlayarak, toplu iş sözleşmelerini işçileri bilgilendirmeden kapalı kapılar ardında imzalayarak, seferberlik haline geçen öğrencilere zulüm uygulayarak ve başkanlığın inşasına muhalif bir ses çıkartan hemen herkesi polis aygıtıyla sindirmeye çalışarak Beştepe’nin mutlak egemenliğini Türk ve Kürt gençliğinin üzerinde tesis etmeye çabaladı.

Bunun ilk ve belki de en önemli göstergelerinden biri yine Boğaziçi’nde, Afrin Lokumu olayında yaşandı. Başkanlık rejiminin üniversitedeki “yerli ve milli” ajanlarınca tezgahlanan ve yoksulların çocuklarının ölüme gönderilmesini ve aynı zamanda Türk yoksulları ile Kürt yoksullarının haksız bir savaşta karşı karşıya getirilmesini ve yine aynı zamanda Türk kapitalizminin yayılmacılık hastalığını kutlayan bu lokum provokasyonu, okul içi bir seferberlikle durdurulmuştu. Unutmayın, şehitler için lokum dağıtanlarla, Soma’da soykırıma uğratılmış olan işçi sınıfından yana bir devrimci perspektif ortaya koymaya çalışanlara Soma’yla ilgili olarak “ölüler üzerinden siyaset yapmayın” diyenler aynıydı.

Rejimle öğrenci hareketinin ilk önemli çatışmalarından birisi bu konuda yaşandı. Erdoğan AKP’nin Samsun il örgütünün Altıncı İl Kongresi’nde çıktı ve provokasyonu durduran öğrencilere “teröristler” dedi ve onların eğitim hakkını gasp etmekten bahsetti. Böylece rejim, en önemli temsilcisinin ağzından, birtakım öğrencilerin öğrenci olma haklarını, yalnızca ideolojik ve politik görüşleri ve tutumları üzerinden sonlandırabileceği mesajını verdi. Elbette eğitim benzeri bir demokratik hakkın, iktidarın meşruiyetini zora sokacak ideolojik aidiyetlerle ilişkili olarak ele alınacağının sinyallerinin veriliyor olması, hem Saray’ın anti-demokratik ve özgürlük düşmanı doğasını ve hem de temellerinin zayıflığını gösteriyor.

Lokum provokasyonunu durduran öğrenci seferberliğinin ardından gelişen bir diğer önemli öğrenci mücadelesi 2018’deki üniversiteleri bölme tasarısına karşı gelişen birçok üniversiteyi kapsamına alan seferberlikti. Toplam 10 üniversiteden bazı bölümler ayrıştırıldı ve böylece 20 tane yeni üniversitenin kurulacağı söylendi. Bu, klasik bir patron saldırısıdır. 3000 işçilik bir fabrikada, 3000 işçi yan yana çalışırlarsa fikir alışverişleri ve sendikal dedikodular daha hızlı ve daha genişlemesine bir şekilde yayılır. O yüzden patron çıkar, bu 3000 işçilik fabrikayı 500 işçilik atölyelere, parça üretim tesislerine böler. Her 500’lük kesimin mesai saati, servisleri, öğle araları, tuvaletleri, yemek alanları farklı olur. İşçiler birbirleriyle buluşamaz, ülkenin ve fabrikanın siyasal ve ekonomik sorunları üzerine konuşamaz.

Başkanlık rejimi de, temsilcisi olduğu kapitalist sınıfların bu reflekslerini ezbere öğrenmiş olduğu için, kendi rejim inşa ajandasını hızlandırabilmek adına öğrenci kitlelerinin bölünmesini hedefine koydu. Mezuniyet sonrası içine girilecek olan ucuz iş gücü piyasasında sahte bir kariyer şansı olabilecek olan bölümleri ayırarak (mesela tıp bölümlerini) ve böylece sınıfsal konum atlama isteği olarak vuku bulan psikolojik zaafa oynayarak, öğrenciler arasındaki mücadele dinamiğini bölmek istedi. Ancak herkesin proleterleştiği mevcut ekonomik basınçlar altında bu plan da bekleneni vermedi ve büyük bir seferberlik patlak verdi.

Söz konusu tasarı sadece öğrencileri bölmeyi de hedeflemiyordu. Aynı zamanda üniversitelerin bölünerek kampüslerin farklı yerlere taşınması; böylelikle inşaat patronlarına yeni rant alanları açılması, yeni kurulacak üniversitelerle sözleşme yapacak olan taşeron firmaların zenginleşmesi, hükümetin sözünün dışına çıkan öğrenci ve akademisyenlerin daha kolay cezalandırılabilmesi ve hatta bir kısım kampüsün vakıf üniversitesi adı altında doğrudan özelleştirilmesi de gündemdeydi.

İktidar üniversiteleri bölmeyi başardı. Ancak bu böl-yönet politikası sonucu da atanmayan öğretmenler atanmadı, personel azlığı giderilmedi, dersliklerin yetersizliği aşılamadı, eğitime ayrılan bütçe artmadı, vs.

Bu iki temel önemdeki öğrenci mücadelesi haricinde başka sayabileceğimiz mücadeleler İstanbul Üniversitesi Botanik Bahçesi mücadelesi, GSÜ kantin boykotu, İTÜ Taşkışla mücadelesi ve yine birkaç üniversitedeki yemekhane boykotlarıdır.

Boğaziçi dersleri

Ve son olarak Boğaziçi’nde verilmiş olan kayyum karşıtı mücadele mevcut. Bu öğrenci seferberliği diğer üniversitelere de yayıldı ve bilumum okulda dayanışma adı altında öğrenci oluşumları kuruldu. Belki de Boğaziçi seferberliği ve diğer üniversitelerde kurulan bu dayanışmaların rolü üzerine daha detaylı bir sohbeti tartışma bölümünde yapabiliriz; bugüne dek Boğaziçi’ni ve üniversiteler dayanışmasını çok konuştuk, Zırhlı Tren’de de üzerine bir hayli yazdık, o yüzden tekrara kaçmaktan ve sizi sıkmaktan korkuyorum. Ancak yine de şunu belirtmiş olalım: Boğaziçi’ndeki kayyum sorunu aslında Türkiye’deki rejim sorunuydu; dolayısıyla kayyum karşıtı mücadelenin Saray karşıtı bir hat izlemiş olması oldukça doğal ve hatta politik olarak gerekliydi. Bu yapılmamış olsaydı mücadele bu denli kitleselleşemez ve siyasal meşruiyet de elde edemezdi. Ancak bu noktadan itibaren atılması gereken birtakım adımlar vardı; mesela üniversite içinde bu politik çizginin taşınabileceği organlar kurulabilirdi ve öğrencilerin mücadelenin içine daha aktif çekilebilmesi için birtakım mekanizmalar oluşturulabilirdi. Böylece dayanışma adı altında yürütülen çalışmanın ete kemiğe bürünmesi ve üniversite bileşenlerinin önemli bir kısmını kapsaması sağlanabilirdi.

Bu elbette diğer üniversitelerdeki dayanışma oluşumları için de geçerli. Bazı dayanışmalar bir öğrenci-kitle organı, bir siyasal tartışma ve eyleme geçme-geçirme merkezi olarak değil, siyasal parti olarak hareket etmeye çalıştı. Bu ise sekter tutumlar doğurdu ve politik saflık, politik püritenlik korunabilsin diye başvurulan sekter çizgi de bir süre sonra öğrenciler ile dayanışmalar arasında belirli bir ayrım, bölünme, tabiri caizse küslük yarattı. Küslüğü birinin diğerine düşman kesilmesi anlamında kullanmıyorum ama birlikte çalışmayı ve birlikte siyaset yürütmeyi öğrenme noktasında başarısızlık yaşandı anlamında kullanıyorum. Ancak bu bir derstir ve öğrenci hareketinin bu dayanışmaların canlanacağı bir sonraki seferberlik momentinde yine aynı hatalara düşmemesi için bu derslerin tartışılmasının ve bilançosunun verilmesinin değerli olduğunu düşünüyoruz.

Hareketin mevcut zaafları: Spontanelik ve savunmacılık

Az önce bir kronolojisini vermeye çalıştığımız bütün bu öğrenci mücadeleleri, rejimin belirli bir saldırı politikasına veya onun üniversitelerdeki temsilcilerinin, ajanlarının belirli bir saldırı politikasına karşı ortaya çıktı. Bütün bu politikalar da aynı anda hem üniversite bileşenlerinin demokratik haklarını ilga etmeyi hem de başkanlık rejiminin otoritesini okullarda tesis etmeyi hedefliyordu.

Dolayısıyla rejimin kendisini okullarda tesis etmesinin, kendisi açısından oldukça önemli olduğunu gözlüyoruz. Bunu biz değil, veriler söylüyor. 2008 senesinin verilerine baktığımızda, Türkiye’de 1778’i tutuklu olmak üzere 2824 öğrencinin cezaevinde olduğunu görüyoruz. Adalet Bakanlığı’nın 2017 verilerine göre ise bugün Türkiye’de 69 bin 301 öğrenci tutuklu durumda. 1700’den 70.000’e çıkmış olan bir tutuklu öğrenci sayısı var karşımızda! Bu, rejimin özellikle bugün için toplumun en mücadeleci sektörlerinden birisini özel olarak karşısına aldığını, hedef tahtasına koyduğunu gösteriyor. Bu, Saray rejiminin seferberlik durumuna geçmiş, mücadeleci, devrimci öğrencileri özellikle kendi tutuklama terörünün odağına koyduğunu gösteriyor ve bu sebepsiz değil.

Ve işte öğrenci hareketi de tam olarak bu bilinçte olmalı, rejim kendisine karşı neler planlıyorsa bunu bilmeli ve rejimin planına karşı kendisinin de bir planı, bir ajandası olmalı. Boğaziçi’ndeki son kayyum karşıtı mücadele de dahil, öğrenci hareketinin bütün bu mücadelelerdeki ortaya çıkışının spontane, yani kendiliğinden bir ortaya çıkış olduğunu ve belirli bir mücadele planının, bir acil eylem planının hiçbir zaman ortaya konamadığını unutmayalım. Bu spontaneliği nasıl aşacağız? Temel sorun budur. Bunu az sonra tartışacağız. Ancak ilk saptamamız bu olsun: Mevcut öğrenci hareketi kendiliğinden bir karakter taşıyor ve belirli bir mücadele planına sahip olmaksızın, olayların seyrine göre yön alıyor, rüzgar nereden esiyorsa çoğu zaman oraya savruluyor çünkü belirli ve bilinçli bir ajandaya sahip değil, spontaneliğe tam aksine teslim olmuş durumda.

Şimdi spontane dedik ancak bütün bu öğrenci mücadeleleri ile ilgili ikinci bir saptama daha yapmamız gerekiyor. Bu öğrenci seferberliklerine baktığımızda, bunların aslında savunma pozisyonunda olduğunu görüyoruz. Bu seferberlikler, öğrencilerin halihazırda sahip olmadıkları bir hakkı elde etmek, kazanmak için ileri atılmalarından kaynaklanmıyor; halihazırda sahip olunan bir hak Saray tarafından geri alınmak istendiğinde, zaten var olan bir hakka saldırıldığında ortaya çıkıyorlar ve bu dinamiğin kendisi doğrudan doğruya öğrenci hareketinin bir saldırı değil ama kronikleşmiş bir savunma pozisyonunda olmasına neden oluyor. Savunma durumundayken kazanmak oldukça zordur ve  zaten artık bu kronikleşmiş savunmacılık yüzünden dilimize pelesenk olan kelime “mücadele” değil “direniş”. Kim, ne zaman direnir? Ancak birisi saldırdığında direnirsin. Direniş doğası gereği savunmacıdır. Saldırırken direnmezsin, saldırırken karşındaki direnir. Biz atıldığımız seferberliklere “direniş” ismini vererek, kitlesel psikolojiyi, kendi psikolojimizi dahi savunmacılık eğilimine doğru büküyoruz. Direnişte takılıp kaldık, savunma durumunda hapsolduk. Direnmemek gerekir, karşı tarafı direnmeye mahkum etmek gerekir. Direnişten iktidarın ezilenler tarafından fethine doğru bir siyasal perspektif oluşturmak gerekir.

Bütün bunlardan, bu öğrenci mücadelelerinden çıkarılması gereken bir soru ve bir sonuç var. Soru şu: Rejim neden, 16 Nisan referandumunda ve daha sonra da Muharrem İnce’nin o meşhur “Adam kazandı” cümlesiyle anılan 24 Haziran’da zaferini ilan etmiş olmasına rağmen, bu tip saldırılara ihtiyaç duyuyor? Bunun cevabı, zaten bu olaylardan çıkarmamız gereken sonuçla aynı: Çünkü 16 Nisan referandumunda mühürsüz kalmış diktatörlük girişimine mühür yetiştirmeye çalışan YSK’nın hilesi ve Muharrem İnce’de kristalize olan düzen muhalefetinin acizliğinin kör göze parmak bir hal almış olması dahi, yeni baskıcı ve zorba rejimin sağlama alınmasını garantileyebilmiş değil. İktidarın üniversiteleri fethetmeye dönük başlattığı saldırgan politikaların karşısında, öğrencilerin ve işçilerin hala kalelerine teslim bayrağını çekmemiş ve çekmiyor oluşu, Başkanlık girişiminin zayıflığını ve temelsizliğini bütün yönleriyle teşhir ediyor. Bu rejim, burayı özellikle vurguluyoruz, işçi ve öğrenci hareketinin önümüzdeki dönemde izleyeceği doğru devrimci stratejiler ve taktikler sonucunda yıkılabilirdir. Buradaki asıl sorun, bu işçi ve öğrenci hareketinin bir sosyalist programla siyasal anlamda silahlanması sorunudur.

Öğrenci hareketinde devrimci önderlik krizi: Protestocu öncülük mü, politik öncülük mü?

Bu da bizi, ikinci anlamda söz ettiğimiz öğrenci hareketine, yani gençlik örgütlerinin oluşturdukları mevcut önderliğin bina etmek istediği öğrenci hareketine getiriyor.

Burada uzun uzadıya bir bilanço çıkarmanın veya temsilcileri burada olmayan siyasal anlayışların kapsamlı eleştirilerini sunmanın gereği yok. Zaten bu haksızlık olur, doğru da olmaz. Ancak birkaç kritik not düşülmeli, bunlar oldukça genel notlar olarak kalacak olsa da. Ve burada spesifik olarak hiçbir grubun veya akımın kastedilmediği, yalnızca gençlik hareketindeki genelleşmiş siyasal atmosferin kastedildiği lütfen bilinsin.

Az önce ne dedik? Öğrenci hareketi spontane dedik, öğrenci hareketi savunma pozisyonunda dedik ve öğrencilerin yenilgilerini belirleyen de bu iki olgu.

Mevcut gençlik siyasetlerinin bu iki olguyu ciddiye alarak onları aşacak bir politika geliştirme uğraşında olduklarını söylemek hatalı olurdu. Aslında tam tersi mevcut: Mevcut gençlik örgütlerinin siyasal programları ile önermeleri, politika taşıma anlayışı tam da bu spontaneliğin ve savunma pozisyonunda olmanın ürünleri. Öğrenci hareketinin bu gerilikleri, mevcut gençlik örgütlerini teslim almış vaziyette, kırılması zor bir basınç yaratmış durumda. Çoğu zaman önerilen çizgi spontaneliği ve savunmacılığı kırmaya çalışıyor sanılıyor; oraya veya buraya bir eylem konuyor, şu veya bu slogan tekrarlanıyor, beylik laflar tabirindeki gibi birtakım beylik politikalar yeniden ve yeniden ortaya atılıyor ve bunlar genellikle bir öğrenci-kitle siyaseti kaygısı güdülmeden yapılıyor. Dolayısıyla belirli bir göstermelik radikalizm, belirli bir sekterlik kavrayışıyla yapılıyor. İşte bu, yalnızca göstermelik bir radikalizm olduğu için ve öğrencileri genişlemesine bir biçimde politika alanına taşıma endişesini hissetmediği için ve öğrencileri politik mücadelenin kurucuları olarak görmediği için ama onları sürekli olarak ve mutlak olarak politikanın taşınacağı kesim olarak gördüğü için sekter kalıyor.

Yalnız bu göstermelik radikalizm ile sekterlik siyasal bir tercih değil, daha doğrusu bilinçli bir siyasal tercih değil. Bu sekterlik, öğrenci hareketinin spontaneliği ve savunmacı durumu karşısında verilmiş olan solcu bir refleks. Bu sekter çizgiyi dolayısıyla gökten inmiş gibi değerlendirmemek gerekir. Bu siyasal anlayış, doğrudan doğruya Türkiye’deki öğrenci hareketinin kendine özgün geriliklerinin ve krizlerinin ve sorunlarının örgütsel düzlemdeki siyasal tezahürü. Öğrenci hareketi geliştikçe, kaslarını güçlendirdikçe, kitleselleşip politikleştikçe bu siyasal anlayışın esamesi okunmayacak. Ancak işte burada karşımıza karşılıklı olarak birbirine bağımlı bir görev çıkıyor. Öğrenci hareketinin gelişebilmesi ve politize olabilmesi için bu hatla mücadele vermek gerekiyor ve bu hatla mücadelede programatik zaferi elde edebilmek için de öğrenci hareketinin gelişebilmesi, politize olması ve kitleselleşmesi gerekiyor.

Mevcut gençlik örgütlerinin oluşturduğu siyasal anlayış atmosferi çerçevesinde, öncelikle öğrenci mücadelesine bir siyasal programa, bir siyasal örgüte ve siyasal geçiş taleplerine ihtiyacı olan ciddi bir alan olarak bakılmıyor. Öğrencilere dönük siyaset üretim pratikleri genelde duygusal, nostaljik, ajitatif; bu siyaset anlayışı gerçek ve canlı sorunlara dönük olarak gerçek ve canlı çözümler üretme yönündeki Marksist perspektiften çok uzakta. Daha çok, artık elde tütsülerle çağrılan 70’lerin, 80’lerin devrimci gençlik hareketinin hayaleti üzerinden propagandizm hatasına düşülüyor. Bu geleneği anmak önemli ancak öğrenci hareketinin en yakıcı ve somut ihtiyaçlarına dönük olarak somut, gerçekçi, devrimci ve programatik önermeler geliştirme refleksini yitirmiş bir gençlik kutbunun bu gelenekten bahsetmesi de totolojiden başka bir şey değil.

Mesela Vakıf Üniversitelerine, üniversitelerin piyasaya açılması demek olan Bologna sürecine, AR-GE çalışmaları adı altında üniversitelerin Türkiye silah sanayisinin teorik-bilimsel teknoloji merkezleri haline getirilmesine, hatta sanayi üretiminin bir kısmının üniversitelerin içine taşınmış olmasına, sahte gelecek planlarının pazarlandığı liberal kariyer günlerine ve benzeri birçok soruna dönük olarak öğrenci hareketinin bugün için merkezi olarak benimsemiş olduğu politikalar yok.

Sosyalist gençlik yayınlarında da hareketin en acil sorunları tartışılmıyor; Che Guevara’dan alıntılar yapılıyor, nostaljik ancak radikal sloganlar hatırlatılıyor, okuyucu politik olarak ikna edilmek istenmiyor ancak duygusal olarak heyecanlandırılmak isteniyor. Bu, öğrenci hareketine ve öğrencilere tırnak içinde “çocuk muamelesi” yapmaktır ve onları ciddi toplumsal-politik özneler olarak ele almamaktır. Ancak öğrencilerin ve öğrenci hareketinin ihtiyacı olan pedagoji değil, politika.

Bugünkü mevcut çizgiye göstermelik radikalizm dememizin sebebi de bu. Çünkü bu radikalizmin arkasında yatan olgu bütünlüklü bir programatik tutum ve anlayış değil, bir politika da değil ama bir pedagoji. Öğrencilerin politikaya ikna olamayacağı inancı ve onların ancak sahte bir radikalizmin renklerine boyanmış bir protestocu pedagojiyle mücadeleye çekilebileceği inancı ve bundan dolayı devrimci bir gençlik politikası-programı oluşturmama eğilimi: Mevcut çizgi işte budur. Bu çizgi öğrencilerin politikalara kazanabileceğine inanmamaktadır ve bütün hattını da bu şüphecilik belirlemektedir. Ve bu çizginin öğrenci hareketinin geriliğinden doğduğunu söylediğimizde belki de ne demek istediğimiz şimdi daha iyi anlaşılmıştır. Öylesine bir geri anlayış ki bu, üniversite bileşenlerinin politize edilmesini, onların siyasallaştırılmasını politikayla yapamayacağına inanıyor, bu yüzden de sekterizmin kendisine sağladığı göstermelik radikalizmi bir makyaj olarak kullanarak aslında oldukça muhafazakar bir protestocu pedagojiye teslim oluyor. Halbuki hareketçi pedagojiye değil, siyasal programa ihtiyacımız var.

Öğrenci hareketinde sosyalist stratejinin inşası: Demokrasi savaşında işçi sınıfına yardımcı olmak

Öncelikle bir acil eylem planına ihtiyacımız var. Ve bu acil eylem planı etrafında öğrencileri siyasete davet edebilmeliyiz; yani ertesinde de bu daveti gerçekleştirebileceğimiz organlara ihtiyacımız var. Bu birincil önemde: Öğrencilerle buluşmayan bir gençlik politikası anlamsız. Bu buluşma sağlanmalıdır. Bu acil eylem planı, öğrencilerin en acil ve yakıcı ihtiyaçlarıyla Türkiye’deki sosyalist devrimin arasında bir köprü oluşturmalı, bu iki ihtiyacı birbirlerine indirgemeli, birbirleriyle kaynaştırmalı. Öğrencilerin en acil demokratik ve sosyal haklarını temel alan kitlesel ve mücadeleci bir öğrenci hareketini böyle yaratabiliriz. Mesela polisin kampüslerden defolması, seçilmemişlerin okul yönetimlerinden alınması, üniversitelerde bankaların, şirketlerin, sermayenin üyelerinden oluşan Mütevelli Heyetlerinin kaldırılması, parasız eğitim, ulaşım ve barınma için bir öğrenci grevi perspektifinin oluşturulması, demokratik ve kitlesel öğrenci sendikalarının kurulması perspektifinin oluşturulması ve benzerleri hiç şüphesiz bu acil eylem planının parçaları olacaklardır. Ve bütün bu görevler Beştepe rejiminin yıkılmasıyla, Türkiye devrimiyle ilişkileri içinde ele alınmalı, ki zaten bunların hiçbirisi, rejime karşı mücadeleci bir merkez, bir kutup oluşturmaktan bağımsız unsurlar değil.

Burada programatik bir hattı, bir acil eylem planını fetişleştirdiğimiz sanılmasın, gerçi bunu yapmak da yanlış olmazdı. Ne dedik, öğrenci hareketi spontane ve savunma pozisyonunda dedik. Bu spontane ve savunmacı ruh halini ancak ve ancak spesifik bir mücadele programı etrafında, öğrencilerin yakıcı ihtiyaçlarını Başkanlık rejiminden çıkarak çözmeyi öneren bir mücadele programı etrafında aşabiliriz.

Arkamızda bıraktığımız süreçte İstanbul yerel seçimleri iptal edildi, üniversitelere ve belediyelere kayyumlar atandı, HDP’nin ve aynı zamanda Anayasa Mahkemesi’nin de kapatılması rejim ve rejimin ortağı MHP tarafından teklif edildi, Gergerlioğlu’nun vekilliği sosyal medya paylaşımları mazeret gösterilerek düşürüldü, onlarca vekil hakkında fezlekeler var, illerin sınırları AKP’nin seçmen sayısını yükseletecek şekilde değiştirilmek isteniyor ve MHP hazırladığı anayasa taslağında bütün vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını ve Anayasa Mahkemesi’nden Yüce Divan yetkisinin alınmasını ve başkanlık kararnamelerinin meclisten geçirilmesinin engellenmesini engellemeyi teklif ediyor.

Dolayısıyla önümüzdeki dönem Türkiye’deki siyasal ve toplumsal durum, tamamen ama tamamen demokratik mevzilerin ne oranda korunup korunamayacağıyla belirlenecek. Önümüzde bir demokrasi savaşı var. Marx ve Engels 1848’de yazdıkları Komünist Manifesto’da demokrasi savaşının başına proletaryanın geçmesi gerektiğini söylemişti. Bu uyarı ve bu öneri hala geçerlidir. Türkiye’nin yakın geleceğinde vereceği demokrasi savaşında siyasal önderlik işçi sınıfında olmalıdır. Çünkü en temek demokratik hak ve özgürlüklerin toplumsal geçerlilik kazanmasında, bugün Türkiye’de işçi sınıfının dışında başka hiçbir sınıfın çıkarı yoktur. Bu dönüşümü gerçekleştirebilecek biricik odak, biricik sosyal özne işçi sınıfıdır.

Kürt sorununu ne Beştepe oligarşisi ne de Türkiye burjuvazisinin daha geniş kesimleri çözebilirler çünkü onlar açısından Kürt illeri ulusal kapitalist pazarın bir parçası; Kürt halkını ezilen bir halk olarak değil, ucuz işgücü olarak görüyorlar. Türk kapitalizmi demokratik görevlerin bir parçası olarak tarım ve toprak sorununu da çözemez çünkü o, emperyalizmin tohum piyasasında kurduğu tohum tekeline göbekten bağlı. Ve düzen muhalefetinin güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisinin somut hiçbir karşılığı yok çünkü bunu kitlelerin mücadelesine ve seferberliğine değil, seçimlere dayandırıyorlar; halbuki meclis çoğunluğu, referandum hakkı ve benzeri metotlarla yıkılabilecek bir rejim değil başkanlık rejimi. Zaten tam da bu tip reformist girişimler eşliğinde yıkılamasın diye inşa edilmiş bir rejim başkanlık rejimi.

Dolayısıyla öğrenci hareketi kendiliğinden olmaktan çıkıp bilinçli bir hal kazanmak için ve savunma pozisyonunda çıkıp saldırıya geçebilmek için, elbette tek tek kendi üniversitelerindeki özgün gündemlere dönük olarak özgün cevaplar üretebilmeli ancak bu cevapları aynı zamanda ulus çapında verilmekte olan ve verilecek olan demokrasi savaşıyla da birleştirebilmeli. Bu yüzden en acil ihtiyaçlar ile işçilerin, emekçilerin iktidarda olacağı bir toplum durumu arasında bir köprü oluşturacak olan bir eylem programından, bir mücadele ve talepler silsilesi perspektifinden bahsediyoruz ve bunu öğrenci kitleleriyle beraber yapmaktan bahsediyoruz, kendi kendimize değil.

Bu bağlamda öğrenci hareketi aslında, demokrasi savaşının başına geçebilmesi için işçi sınıfına yardımcı olmalıdır. Bir diğer önemli görev de budur. Öğrenciler ve gençlik tek başlarına bir sosyal sınıf değiller. Farklı farklı sınıflardan olan ailelerden gelen insanların oluşturduğu bir küme aslında öğrenciler. Ancak eğitimin mevcut şartları, okullardaki antidemokratik yönetimler, öğrenciliğin gizli işsizlik olması, okulların ticarethanelere dönüştürülmesi ve sanayi üretiminin kısmen okullara taşınmasıyla öğrencilerin proleterleşme basıncı altında olması ve bir yandan okurken bir yandan çalışmak zorunda kalan milyonlarca öğrencinin olması, bu kümenin bir sınıf olmasa da bir sosyolojik kategori olmasını sağlıyor.

Bu bağlamda karşımıza ikili bir görev çıkıyor: Spontaneliği ve savunmacı durumu aşmak için merkezi bir acil eylem programına ihtiyaç duyuyoruz ve bu programın en gündelik sorunlar ile en tarihsel hedefler arasında bir siyasal köprü oluşturması gerektiğini söylüyoruz, ancak bir köprü daha kurulmalı ve bu köprü de işçi hareketine yönelik olmalı. Bu, sembolik bir dayanışma göstergesi değil, öğrenci hareketinin zaferi için olmazsa olmaz bir koşul. Tek başımıza, yalnızca salt öğrenci hareketi olarak kazanabileceklerimiz çok çok sınırlı. Eğer öğrencilerin sosyal ve demokratik haklarının kazanılması amacına sahipsek, o halde verilmekte olan ve verilecek olan demokrasi savaşında işçi sınıfının önderliği üstlenmesi noktasında işçi sınıfına yardımcı olmak zorundayız ve işçi sınıfı bir kere demokrasi savaşının başına geçtiğinde de ve elbette ondan önce de onun sadık ve şaşmaz bir müttefiki olabilmeliyiz.

Öğrenci hareketinin bizim açımızdan önündeki temel görevler bunlardır: Spontaneliği aşmak, savunmacı psikolojiden çıkmak, direnişten iktidarın fethine yönelen politik bir eylem programı etrafında merkezileşebilmek ve bunu öğrencilerle birlikte yapmak, bu programı öğrenci kitleler içinde tartışmaya açmak.

En önemlisi de protestocu öncülük anlayışından sıyrılmak ve politik öncülük anlayışıyla kitlesel mücadeleleri hazırlamaya çalışmak ve gerekirse bunun için ihtiyacı hissedilecek olan kitlesel özörgütlenme organlarına da zemin hazırlamak, hatta belki de halihazırdaki dayanışmaları bu yönde dönüşmeye zorlamak. Ancak dediğimiz üzere bunu öğrenci hareketinin tek başına gerçekleştirmesi oldukça zor, onun da toplumun biricik devrimci sınıfına bir müttefik olarak ihtiyacı var, onun işçi sınıfına yardımcı olmaya ihtiyacı var.