Geçmişi anlamak gelecekteki rotamızı belirlemekte kullandığımız başlıca araçtır. Olağan şartlar altında hantal bir şekilde ilerleyen tarihi uzun dönemlere böler, bu dönemleri inceler, sınıflar arası ilişkileri, ekonomik seyri, politik durumu analiz eder, böylece toplumun gittiği yön hakkında fikir edinir ve en önemlisi bu yönü değiştirebilmek için elimizden geleni yaparız. Fakat tarihin bazı anları diğerlerine göre daha hızlı akar, daha fazla bilgi barındırır. Bu dönemlerde birkaç haftaya yıllar sığar, tarihin seyrini belirleyecek olaylar arka arkaya dizilir. İşte içinden geçmekte olduğumuz dönem de böyle nitelikler barındırmakta. Bütün olağanlar sıradışına dönmekte, olmaz denilen, gerçekleşmemesi beklenenler gerçekleşmekte. Tarih sınıflar arası güçler dengesini sınamakta.

Uzun süredir dile getirdiğimiz gibi Türkiye bir iç savaş rejimine sürüklenmekte. 2015 yılında ayak seslerini duyduğumuz bombalı saldırılar 2016 yılında hayatlarımızın birer parçası haline gelmiş durumda. Yalnızca polisler, askerler, devlet çalışanları veya sendikalar, siyasi partiler, bunların düzenledikleri yürüyüşler değil; sokaklar, maç çıkışları, turistik alanlar, eğlence mekânları artık bombalı saldırı tehlikesi ile karşı karşıya. 2015 yılında yaşanan Ankara ve Suruç katliamlarının ardından 2016 yılı Irak ve Şam İslam Devleti(IŞİD)’nin, 12 Ocak günü, Fatih’te, turistlere yönelik gerçekleştirdiği ve 12 kişinin ölümü ile sonuçlanan kanlı saldırısı ile başladı. IŞİD’in saldırısı üzerinden bir ay sonra 17 Şubat günü bu sefer Kürdistan Özgürlük Şahinleri(TAK) bir askerî araca düzenlediği saldırıda biri sivil 29 kişinin ölümüne neden oldu. Bu saldırının üzerinden daha bir ay geçmeden, 13 Mart günü, yine aynı grup Ankara’da bir otobüs durağı yakınlarında gerçekleştirdiği bombalı saldırıda biri polis 38 kişinin ölümüne neden oldu. Yıl boyu devam eden PKK, TAK ve IŞİD’in üstlendiği saldırılar yılbaşı gecesi 39 kişinin öldürüldüğü, 71 kişinin yaralandığı Reina silahlı saldırısı ile 2017 yılında da saldırıların devam edeceğine dair son işareti vermiş oldu. Burada saldırıların tam bir dökümünü yapmak anlamsız olacağı için genel havayı anlayabilmek adında bu kadarı ile yetiniyoruz.

Asıl mesele bu saldırıların art arda gerçekleşiyor olmaları ve hükümetin bunları önleyememesi. Geçtiğimiz günlerde başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş’un ‘başkanlık’ referandumunda ‘evet’ çıkması durumunda terör saldırılarının biteceğini belirttiği konuşması aslında hiçbir gerçeklik taşımıyor. Sorun bugüne kadar izlenen yıkıcı iç ve dış politikada. 2013 yılında Gezi Direnişi sonrasında Fetullah Gülen Cemaati ile arası açılan hükümetin, nitelikli elemanları devletin içine sıkı bir şekilde yerleşmiş bu cemaatin tasfiyesine mecbur kalması bir anlamda elindeki bürokratları, yetişmiş polis amirlerini, eğitimli askerî personeli kaybetmesi anlamına geldi.Geçtiğimiz sene gerçekleşen başarısız darbe girişimi ile birlikte artık adı FETÖ olarak anılan yapının daha şiddetli bir şekilde devletten tasfiyesi, bugün gelinen noktada istihbarat eksikliğini radikal biçimde derinleştirdi. 2016’nın son günlerinde Rus elçisinin görev başındaki bir polis tarafından öldürülmesi herhalde bu durumun en iyi örneklerinden biri. Hükümet, bugüne kadar, bununla ilgili kayda değer bir adım atabilmiş olmamasına rağmen Erdoğan Suriye üzerinde yayılmacı hayaller kurmakta. Bu ise Türkiye’de yaşayan herkesi doğrudan IŞİD saldırılarıyla yüz yüze getirmekte. Kürt sorunu ile ilgili ise yapıcı herhangi bir çözüm yerine, Kürtlerin yaşadığı yerlerin yıkılıp yeni kentsel dönüşüm alanlarına, rant merkezlerine dönüştürülmesi hedeflenmekte.

Aslında sorun basit: Türkiye burjuvazisinin sermaye birikimi. Her zaman sorunlu olan bu konu ekonomik krizle birlikte şu an en yakıcı hale gelmiş durumda. Hükümetin bu soruna çözümü ise vatandaşlarının hayatları pahasına uygulamaya çalıştıkları politikaları aynen devam ettirmek. 2016 yılının Ağustos ayında başlatılan Fırat Kalkanı Operasyonu bugüne dek olduğu kadar önümüzdeki dönemde de belirleyici olacak. Operasyon konusunda kamuoyuyla çok sınırlı bilgiler paylaşan hükümetin El Bab’da eli ayağı bağlanmış gibi gözüküyor. Erdoğan’ın yaptığı çelişkili açıklamalara Rusya’dan ve ABD’den gelen ‘ayarlar’ ise işin tuzu biberi olmuş durumda.

2016 yılı özel olarak işçileri için en kanlı sene oldu. Türkiye tarihi boyunca bir yıl içinde gerçekleşen en çok iş cinayeti bu yılda yaşandı. Toplamda en az 1970 işçi çalışırken hayatını kaybetti. Bunlardan 56’sı çocuktu. Sendikasızlığı, güvencesizliğin, güvenliksizliğin iş yerlerinde kural olduğu bir dönemde bu rakamlar ne yazık ki çok da şaşırtıcı değiller. Adı üstünde bu bir sınıflar mücadelesi ve Türkiye işçi sınıfı patronlar karşısında sendikasız olduğu ölçüde savunmasız.

Bütün bunların genç işçileri, genç işsizleri, genç öğrencileri etkilediği kuşkusuz fakat geçtiğimiz sene gençliğin sorunları yalnızca bunlar olmadı. Hükümet Haziran ayında gözünü köklü liselere dikti. Buraları atadığı müdürler ve eski öğretmenlerin yerine gelecek öğretmenler ile ele geçirmeye niyetlenen hükümete ilk karşı duruş İstanbul Erkek Lisesi’nden geldi. Mezuniyet töreninde sınavsız bir şekilde atanan yeni müdürün konuşması esnasında sırtlarını dönen öğrenciler, ‘proje okul’ ilan edilen 155 liseden 80’inin bu uygulamaya karşı eylem yapmasına da önayak oldular. Kasım ayında ise Adana’nın Aladağ ilçesinde bir kız öğrenci yurdunda denetimsizlik, ihmâl, bakımsızlık nedeniyle çıkan yangında 11 öğrenci ve 1 eğitmen feci şekilde can verdiler. Yurdun Süleymancılar Cemaati ile bağlantılı olduğu ilk yayılan haberler arasındaydı.

Bizce tüm bu sorunların çözümü var. Fakat bu çözüm mücadele etmekten geçiyor. Mücadele edip, kaderimizi kendi ellerimize almadığımız sürece yukarıda dönen kavganın kurbanları olmaya mahkumuz. Evet hükümet OHAL ilan etti, toplu halde yürümek, boykot etmek, greve çıkmak, bildiri dağıtmak, çoğu zaman fikrini söylemek yasak. Evet karşımızdakiler devlet iktidarını ellerinde bulunduruyor, önlerinde polisleri, jandarmaları; arkalarında mahkemeleri, hapishaneleri var. Fakat onlar bir avuç insan, tek güçleri örgütlü olmaları ve bu yüzden kendilerinden başka örgütlü kimseye tahammül edemiyorlar. Bu kabustan kurtulabilmemizin tek yolu örgütlenmekten geçiyor. Güzel günler kendiliğinden gelmeyecekler; her güzel şey planlama, emek, özveri ister. Bu satırları okuyorsanız hâlâ umut var demektir. Önümüzdeki en acil görev en temel demokratik haklarımızın korunması adına başkanlık referandumunda ‘hayır’ı örgütlemektir. Tabi ki referandumdan ‘hayır’ çıkması tüm sorunlarımızı çözmeyecektir. ‘Hayır’ı örgütlerken kuracağımız komiteler, edineceğimiz ilişkiler ve tecrübe sonraki dönemde bize yol gösterecektir.

CEVAP VER