Ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları: Yeni bir hayat, yeni bir gelecek için…

Bekir Erdem 17 yaşındaydı. Avcılar’daki bir naylon atölyesinde işe başlayalı daha dört gün olmuştu. Yaşı küçüktü ama sorumlulukları çoktu: En ağır şartlar altında çalışmak zorunda kalması anlamına dahi gelse, eve götüreceği her kuruşa ihtiyacı vardı. Bekir bir pres makinesiyle çalışıyordu. Bir işçi ile onun birlikte çalıştığı üretim aracı arasındaki ilişki daima gerilim taşır. Bu üretim aracı işçinin aynı zamanda geçim aracıdır da, ancak makinenin mülkiyeti, işçinin artı değerine el koyan patrona aittir. Bir bakıma bu durum bir aşk ve nefret ilişkisine benzer. Makine işçi için aynı anda hem bir geçim aracıdır, hem de bir sömürü mekanizması. İşçi, tarihte birçok kereler yaşandığı üzere bu makineye el koymaya cüret de edebilir ya da erken dönem İngiliz kardeşlerinin yaptığı üzere o makineyi parçalamak da isteyebilir. Zira işçi bu geçim aracını kendi iktidarı altına almazsa, makine kendisini yok edebilir. 17 yaşındaki Bekir’in başına gelen de buydu. Bekir’in küçük bedeni, iş güvenliği önlemlerini bir masraf olarak gören patronunun pres makinesine sıkıştı. Bekir’in vücudu paramparça oldu ve oracıkta hayatını kaybetti.

Bu cinayetten birkaç gün sonra Newroz vardı. Kemal Kurkut 22 yaşındaydı ve 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara’daki barış ve emek mitinginde patlatılan bombadan canlı olarak kurtulmuştu. Kemal’in gençliği o bombanın çığlığının içerisinde kayboldu. Malatya’ya geri döndü ancak mekan-zaman döngüsü içerisinde ruhu Ankara’daki o meydanda sıkışıp kalmıştı. Geceleri uyuyamıyor, egzoz patlamalarından irkiliyor, yer yer panik atak geçiriyordu. Kemal tedirgindi. Bir kuşağın topyekün üzerine çökmüş olan karanlığın ortasında el yordamıyla yönünü bulmaya çalışıyor, kendi kendine nefes alabileceği aralıklar yaratmaya uğraşıyordu. Kemal kendisini sindirmek isteyenler karşısında dik durdu, boyun eğmedi. Newroz için Amed’e gitti. Polis, onun canlı bomba olma mazeretiyle üzerini çıkarmasını istediğinde Kemal haklı olarak buna tahammül edemedi. Aklına Ankara geldi ve bu ikiyüzlülük karşısında çaresiz bir buhranla baş başa kaldı. Yüreğinin orta yerinde bir isyan ateşi büyüyor, öfkesiyle harmanlanıyor, sabrının sınırları fiziksel tacizlerle zorlanıyordu. Polis Kemal’i oracıkta vurdu. Binlerce insanın katili olan gerici hücrelerin elini kolunu sallayarak dolaşmasına ses çıkarmayanlar, sırt çantasında şiir kitabı olan bir kardeşimizi katlettiler. Kemal’in babası, kendisi daha beş yaşındayken kansere yenik düşmüştü. Annesi Kemal’i kayısı bahçelerinde işçilik yaparak büyütebilmişti. Kemal’in ağabeyi bir öğrenci seferberliği sırasında gözaltına alınmış ve hakkında tutuklama kararı çıkmıştı.

***

Bekir ile Kemal, kuşağımızın genelinin içerisinde bulunduğu toplumsal bir çöküş evresinin sonuçlarına maruz bırakılmış iki gençtir. Evet, Bekir ile Kemal’i ve onlar gibi sayısız arkadaşımızı belki de barbarlığın pençesinden kurtaramadık. Ancak yeni Bekirleri, yeni Kemalleri kurtarmak için hala geç değil. Karamsar olmamız için hiçbir sebep yok. Ölmekte olan beraberinde doğmakta olanı da getiriyor. Maxim Gorki 20. yüzyılın başında, kendi kuşağının içerisine sürüklendiği karabasandan hareketle “ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları” diye özetliyordu kendilerini. Ancak o ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları, sosyalizme doğru ilerlemeye ilk cüret eden öncülerdi. O çocuklar bizlere kuşanmamız için yeni öğretiler, yeni mücadele araçları ve metotları miras bıraktılar. Mirasları yeni bir hayatın ve yeni bir geleceğin rüşeym halinde dahi olsa nasıl inşa edilebileceğini açıklıyordu bizlere. Bizce, onların sınıf mücadelesi metodunu yaşamlarımızın her alanında kuşanmanın, gücümüzü ve umudumuzu gerçeğe dönüştürmenin vaktidir.

Fransız düşünür Tocqueville, “her kuşak, yeni bir halktır” diye yazmıştı not defterine. Tocqueville haklıydı. Kuşağımız yeni bir halktır ve yeni bir hayat, yeni bir gelecek talep etmektedir. Bekir’i kölece çalışmaya, Kemal’i yıpratıcı tedirginliğe mahkum etmeyen yeni bir yaşam; sosyal ve kültürel yeteneklerimizi şehirlerimizin sokaklarında ve okullarımızda özgürce icra edebileceğimiz yeni bir başlangıç; geleceğimiz üzerine duyduğumuz kaygıları anti-depresanlarla değil siyasal demokrasiyle karşıladığımız yeni bir çağın tozlu kapısını aralamak, içeriye girmek istiyoruz. Ancak bu çağın kapısı, Beştepe’deki sarayın girişine bir daha açılmayacak şekilde kilit vurulmadan aralanamaz. Bu sebeple bizim “Hayır” şiarımız yalnızca salt bir saray karşıtlığı veya başkanlık reddiyesi değil, aynı zamanda yeni halkın talep ettiği yeni geleceğin de başlangıcını ateşlemektir.

CEVAP VER