1968 senesinin Mayıs ayı uluslararası çapta vuku bulan bir devrimci kabarışa sahne oldu. İkinci Paylaşım Savaşı’nın ertesinde hem Avrupalı komünist partizanların silahlı kazanımlarıyla, hem de Kızıl Ordu’nun Nazizme karşı zaferinin neticesi olan mülksüzleştirmelerle görece bir sosyalist atılımın bina edildiği, Keynes tarafından kapitalizmin sosyo-ekonomik ilerlemeler sağlayabileceğinin ilan edildiği, “sosyal” ve “refah” benzeri sıfatlarla tanımlanmaya başlanan devlet örgütlenmelerinin zuhur ettiği ve ekonomik “boom’un” yeni dünyanın bir mucizesi olduğunun iddia edildiği bir surada, işçiler ile öğrencilerin başını çektikleri ve gücünü enternasyonal bir hareket olmasından alan 68 momenti kendini var etti.

1968, izlenimleri ve biçimleri itibariyle yanılgılı ve hatalı yorumlamalar ile analizlere en açık tarihsel devrimci durumlardan birini oluşturuyor. Hareketin, Paris’teki kadın ve erkek öğrencilerin aynı yurtlarda kalabilmeyi talep ederek başlamış olması, ona dair “yeni-gerçekçi”, sivil toplumcu, anti-sınıfçı veya hareketçi anlayışların zemin bulmasına vesile oluyor. Halbuki 68’in gündeme getirdiği, farklı ve özgürleştirici yaşam tarzlarının olanaklarıyla birlikte, onları var edecek olan yeni üretim ilişkilerinin kendisiydi: Fabrika işgalleri! Fransız işçi hareketi 68’le birlikte kitlesel olarak seferberliğe geçmiş, pro-sovyetik özyönetim organlarını işyerlerinde ve yerellerde bina etmiş ve de Gaulle’ü, hava yoluyla kaçmayı düşündüğü helikopter pistine kadar kovalamıştı (de Gaulle’un imdadına bilin bakalım kim yetişecekti; uzun yıllar boyunca Moskova Stalinizm’inin şaşmaz uydusu görevi görmüş ve savaştan sonra Marksizm’i çeşitli revizyonist yorumlarla yeniden ve yeniden “keşfetmeye” çalışan Fransız Komünist Partisi). Öğrenci hareketi, işçi hareketiyle birlikte ve onunla dayanışarak ilerledi. Üniversitelerde alternatif yönetim meclisleri baş gösterdi, sokaklar devrimin sloganlarıyla yankılandı ve İkinci Paylaşım Savaşı’ndan bu yana, en başta savaşı ilan etmiş ve onun zulmünü pratiğe geçirmiş kapitalist devletlerin yeni cennet vaatlerinin ve iddialarının maskesi düştü. 68’i ardından gelecek olan 70’li yılların petrol krizi izleyecek ve İran ile Nikaragua gibi devrimler de Keynesçi konsensüsün kağıttan kaplan dizilimini, domino taşları gibi devirecekti.

68 elbette Fransa ile sınırlı değildi; Fransa, bu momentin en güçlü işçi hareketi kutbunu temsil eden ülkeydi yalnızca. Zira Fransa’da işçi hareketi, rejimi yerle bir etmenin eşiğine gelmiş, bunun toplumsal ve politik olanaklarını yaratmıştı. Aynı sene ABD de isyanlarla sarsıldı. Siyahi halkın başını çektiği ve eşit  vatandaşlık haklarının istendiği radikal hareket, tarihinin en güçlü zamanlarına tanıklık etti. ABD emperyalizmi, barbar bir askeri işgale tabi tuttuğu Vietnam’da ağır yenilgiler aldı; 31 Ocak 1968’de Vietnamlı komünist gerillalar 36 bölgesel merkeze ve 6 büyük şehre hücum edip, tarihin teknolojik olarak en donanımlı ve teçhizatlı işgalcilerinin karşısında zafer üstüne zafer kazandı. İtalya’da işçiler, Birinci Paylaşım Savaşı öncesinde bina ettikleri geleneği anımsayarak fabrika işgallerine yeniden başladılar.

68’in merkezi Fransa’ydı. Ve bu merkezdeki mücadeleci işçiler ile öğrenciler, barikatın karşı tarafındaki de Gaulle’ün Almanya’ya kaçmasını sağlamışlardı. Eğer de Gaulle’ün geri dönmesi engellenebilse, Olağanüstü Hal tehditlerine karşı sosyalist, komünist partiler ile sendikalar birleşik bir eylem cephesi bina edebilseler, 68 çok daha radikal ve kalıcı sonuçlarla anılabilirdi. Ancak öyle olmadı. Fransız Komünist Partisi, ihanetçi Stalinist geçmişinin anılarına saygısızlık etmeksizin, “sokak temelli bir devrime” karşı olduğunu deklare etti. Moskovacı, Castrocu odaklar de Gaulle’ün ilan ettiği şantaj niteliğindeki erken seçimlerin meşru olduğunu iddia etti; onlar Fransız burjuva demokrasisinin, işçiler ile öğrencilerin karşısında ayaklandıkları burjuva siyasal despotizm biçiminin korunması gereken bir kazanım olduğu mazeretiyle, parlamentoyu kutsadılar ve Fransız bayrağının neden üç renkten oluştuğunu anlatan demagojik vatansever nutuklar verdiler.

68; Çin, Küba ve Doğu Avrupa devrimleriyle beraber İkinci Paylaşım Savaşı sonrası devrimci çağın en pik noktalarından birini temsil etmektedir. Çünkü 68, yalnızca kapitalist ülkeleri dolaşan sosyalist bir hayalet olmakla kalmamış, bürokratikleşmiş ve yozlaşmış işçi devletlerinin başına çöreklenmiş Stalinist bürokrasilerin kontrolündeki ülkelere de sıçramıştır. Bu ülkelerde işçiler, Stalinizm tarafından yasaklansa da kendi işçi meclislerini ile konseylerini oluşturmuş, işçi demokrasisine ve kontrolüne dayalı planlı bir sosyalist ekonomi programı talep etmiş ve tanklarla, askerlerle bu uğurda çarpışmıştır. Sınıflar mücadelesindeki bütün bu ilerici kırılmalar ise, emperyalizm ile onun küçük-burjuva ajanlığını üstlenmiş olan bürokratik “sol” akımlar tarafından yenilgiye uğratıldı.

68 yenildi ancak onun gündeme getirdiği hayati sorunların hiçbiri çözülmedi. Bir sonraki 68, ilk versiyonuna benzemeyecek; bunu biliyoruz çünkü bu sefer, işçiler ile öğrencilerin yenilgilerine sebebiyet veren unsurlar, sınıfın hafızasında negatif rolleriyle var olacak. Hiç şüphesiz 68 büyük bir mücadele okuluydu; ve o okuldan mezun olamayan hiçbir siyasal program, yeni 68’lere önderlik edebilecek kapasitede olamaz, olamayacak.