Ülkemizde zamanında kurulmuş bir gençlik sendikası var. Adı Genç-Sen. Adın muğlaklığı tabi ki genç derken kast edilenin genç işçiler mi yoksa öğrenciler mi olduğu sorusunu akla getiriyor; bu aslında bir öğrenci sendikası. 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’nun herhangi bir sendikanın işçiler tarafından kurulması gerektiğini söyleyen maddesi nedeniyle de kapatma davaları ile karşı karşıya gelmiş, resmî olarak da kapatılmış bir sendika. (Burada ufak bir hatırlatma yapmadan geçemeyiz; MESS ve EMİS, metal fabrikası patronları tarafından kurulmuş iki sendika, ülkemizde serpilip gelişti, iktidar ise buna asla ses çıkarmadı). Hükümetin kararı ve devletin yasaları gayet tabi ki işçi sınıfının ve gençliğin verdiği mücadele ile değişebilecek yazılı belgelerden ibaret. Yani kanunda öyle yazıyor diye tartışmayacak değiliz.

Öğrenciliğin topyekun işçi sınıfına dahil olmadığı aşikâr. Fakat yer yer oldukça imtiyazlı sınıflarla birleşse de öğrenciliğin geneli, ülkenin geneli gibi çalışan kesimden ailelerin çocukları tarafından oluşturuluyor. Bu yalnızca lise ve ilkokul için değil, mantar gibi semt başına birer ikişer tane türeyen üniversiteler sayesinde, yüksek öğretim için de geçerli. Sanayi ya da tarım proletaryası gibi doğrudan meta üretimi yapan sınıfa mensup ailelerin çocukları çoğunlukla meslek liseleri gibi daha yalıtık kurumlarda eğitimlerini sürdürseler de hem bunların bir kısmının üniversitelere gelebilmeye başlamaları, hem de üniversiteye gelen öğrencilerin büyük bölümünün sanayi olmasa da büro işleri ve memuriyet gibi sitemin çarklarının dönmesini sağlayan işçilerin ya da yarı işçilerin çocukları olması üniversitelerdeki öğrenci profilinin işçileşmeye başlaması anlamına; yani üniversitenin genel bir kaide olarak sınıf atlama aracı olarak görülemeyeceği anlamına geliyor. Aksine bugün çok somut bir şekilde gördüğümüz gibi üniversite açıkça diplomalı işsizler yetiştiriyor. Üniversitenin mezunlarına önerisi düşük ücretlere uzun çalışma saatleri. Eğitim kurumları bürolarında bilgisayar başında veri giren ya da iyi bir işe girmek için önce çok prestijli bir firmada aylarca hatta yıllarca parasız staj yapmak zorunda kalan gençleri barındırıyor.

Kapitalizm altında geleceğimiz karanlık!

Bu durum açıkça bir öğrenci sendikasının gerekliliğine işaret ediyor. Fakat burada bunun ayrıntılarına girmektense üniversitelerdeki bu değişim sürecinin kapitalizm altında varabileceği noktalara bakalım. 2014 yılında Çin’de bir büro işçisi çok çalışması nedeniyle öldü. Emek gücü sömürüsünün çok yoğun olduğu bu ülkede bankacılık denetleme ve düzenleme kurumu yönetim üyesi 48 yaşındaki Li Jianhua önemli bir raporu yetiştirmek için yaptığı fazla mesaiden sağ kurtulamadı. Patronu ise arkasından Li’nin çalışma azminin bütün arkadaşları tarafından örnek alınması gerektiğini belirtti.

Çin zaten özgürlüklerin kısıtlı, çalışma koşullarının kötü olduğu bir ülke mi diyorsunuz? Pekiyi öyleyse sıradaki haber Japonya’dan; Dentsu isimli reklam ajansında çalışan Matsuri Takahashi bir ay içinde 105 saat fazla mesaide çalıştıktan sonra çok çalışmaktan dolayı öldü. Şirket ölümün çok çalışma nedeniyle gerçekleştiğini kabul etti ve şirketin CEO’su istifa etti. Fakat bu istifa hayatını kaybeden kadın için tabi ki çare olmadı.

Yine mi tatmin olmadınız? İki ülkede uzak doğuda çalışma disipliniyle yoğrulmuş insanların yaşadığı yerler mi? Öyleyse sıradaki haber İngiltere’den; Londra’da Bank of Amerika Merrill Lynch’de 7 hafta boyunca staj yapan 21 yaşındaki Moritz Erhardt 2013 yılında yurt odasında ölü bulundu. Ölüm nedeni ise ölmeden önceki üç gün sabah 6 sularına kadar yaptığı mesai.

Gençliğimiz borç batağına batmakla mı geçecek?

İşin bir ucunda mezuniyet sonrası bizi insanlık dışı çalışma koşulları beklerken, öte tarafta özelleştirilen eğitim kurumları daha çalışma hayatına giremeden bizi borç batağına saplıyor. Bu durum, Türkiye’de ailesi karşılayabilen gençlerin okuması veya ailelerinin borç alması şeklinde işlerken, ABD’nin yüksek sermaye birikimi öğrencilere borç dağıtan şirketlerin kurulmasına olanak veriyor. Sallie Mae adındaki şirket üniversite öğrencilerine borç veren en ünlü kaynak. Aslında ABD’de bir öğrencinin iki seçeneği bulunuyor; ya federal borçlardan yararlanacak ya da özel şirketlerden borç alacak. Federal borç – ki bunu devletten alınan borç gibi düşünebiliriz – yetmediği zaman özel borçlara başvuruluyor. Sallie Mae’den, 2010 yılında çıkan, özel bankaların federal borçları dağıtmasının engellenmesine yönelik yasa nedeniyle, 2014 yılında ayrılan Navient adında bir başka şirket ise bugün 12 milyon borçlusu ve 300 milyar dolar civarı borç yükü ile ABD’de en büyük öğrenci borçlanma şirketi ünvanını koruyor. Bu şirket aynı zamanda yasal boşluklardan yararlanarak müşterileri olan öğrencileri en çok istismar eden şirket olma özelliğini de taşıyor. Geçtiğimiz sene 100 bin “müşteriden” 23’ü Navient hakkında şikayette bulunurken, yine yalnızca geçen sene şirket hakkında 530 federal dava açılmış durumda.

Türkiye’de, KYK bursu (daha doğrusu kredisi!) haricinde, sistemli bir şekilde işleyen herhangi bir öğrenci borçlandırma planı mevcut değil. Bunun yerine parası olanlar özel üniversitelere, parası olmayanlar devlet üniversitelerine gidiyor. Fakat 2013 yılında açılan yeni YÖK taslağı tartışmalarını hatırlarsak hükümetin böylesi bir finansman sistemine geçmek için fırsat kolladığını söylemek yanlış olmaz. Zira o dönemde hazırlanan YÖK taslağı vakıf üniversitelerinin yanında özel üniversiteler olarak tanımladığı başka bir üniversite türünün kurulmasını ve devlet üniversitelerinin yönetimine seçilecek Mütevelli Heyeti’nin içinde üniversitenin bulunduğu bölgede en çok vergi veren kişinin, üniversiteye en çok bağış yapan kişinin ve bunlar gibi çeşitli patronların girmesini zorunlu kılıyor; aynı zamanda bu heyete üniversite adına ticaret yapma gibi çeşitli olağanüstü yetkiler tanıyordu.

Neler yapabiliriz?

Ülkemizde tam bir gelişkinlikte olmasa da, başka ülkelerdeki bulgularla işin nerelere varabileceğini gördük: Öğrencilik boyunca şirketlere borçlanma, mezuniyet sonrası insanlık dışı çalışma koşulları. Bu eğilimler Türkiye’de gerçekleşme ihtimali taşıyan vakalar değil, bizzat yaşanan vakalar. Halihazırda yaşadığımız birçok sorun çözümsüz bir şekilde önümüzde duruyor. Üniversite diplomasına sahip her dört gençten biri işsiz. Üniversitelerin içi Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile boşaltılıyor. Vergilerimizle finanse edilen bir kamu hizmeti olması gereken eğitim, patronlara kâr getirmesi için günden güne özelleştiriliyor. Okullarda çevik kuvvet, sivil polis herhangi bir demokratik hak için ses çıkaran herkesin kafasına sopa indirmek için hazır bekliyor.

Madem eğitim sistemi patronların insafına bırakılıyor, o hâlde bizim de sendikalaşma hakkımız var. Doğası gereği herhangi bir patron, işletmesinin maliyetini en aza indirmek, ürününü en pahalıya satmak ister. Bu durumda eğer bir müzakere masası yoksa okul ücretleri artarken kalite her zaman düşer. Her şeyi elinde bulunduran bir patronla müzakere edebilmemiz vereceğimiz mücadeleye bağlıdır. Bu mücadelenin tek olası aracı ise sendikadır. Öte yandan henüz doğrudan bir patronun yönetmediği devlet üniversitelerinde de çeşitli hizmetler taşeron patronları aracılığı ile sağlanmaktadır. Bu okullarda da  öğrenci sendikası inşa edilmeli ve – vakıf üniversiteleri için de geçerli olmak üzere –  okul işçileri ile yakın bir dayanışma içinde olmalıdır. Ayrıca devlet tarafından sağlanmayan yurt, çalışanların çocukları için kreş, dersliklerin bakımı gibi hizmetlerin sağlanması için mücadele de ancak bir sendika aracılığı ile ivme kazanabilir.