Muhalif medyayı, sosyal medya platformlarındaki muhalif sayfaları veya muhalif yazarları-yorumcuları takip edenler, Türkiye’de Cumhur İttifakı’nın iktidardan düşmek üzere olduğu, yakın vadede Millet İttifakı’nın iktidara gelişinin karar altına alınıp kesinleştiği sanısına kapılabilir. Zira ekonomik krizin derinliği, rejimin kamu figürlerinin sakarlıkları, iktidar partilerinin tabanlarının erozyona uğruyor olması, anketlerin son bulguları, ifşa olan yolsuzluklar ile kadrolaşmaların doğurduğu hoşnutsuzluk, düzen muhalefetinin daha dinamik bir performans sergilemeye başlaması ve benzerleri, geniş bir yorumcular kümesi tarafından, AKP-MHP’nin iktidardan düşüşünün fragmanları olarak okunuyor. Topluma bu fragman izletiliyor ve ardından, emekçi kesimler filmin çekiminde yer almasınlar diye, toplumun yalnızca patlamış mısırlarını eline alıp, arkalarına yaslanıp, kendileri için çekilecek olan filmi izlemesi isteniyor.

“AKP gidiyor” otomatizmi, Türkiye’nin kaderinde belirleyici olabilecek olan birtakım kritik önemdeki sosyal ve politik sektörün, AKP’nin gidişinde rol almaması için düzen muhalefeti tarafından pompalanan pasifist ve liberal bir yanılgıdır. Patronların sendikal yetkiye itiraz etme haklarının bulunmasına karşı greve mi çıkacaksınız? Hiç gerek yok, AKP zaten gidiyor ve karşı tarafa hiçbir “koz” vermemek lazım. Kadın cinayetlerine karşı seferber mi olacaksınız? Tam da AKP gitmek üzereyken, iktidar “tabanının” “kutsallarıyla” tehlikeli bir ilişkilenme kuran böylesine bir seferberliği neden örgütleme ihtiyacı duyuyorsunuz ki? Sanki iktidarın “tabanı” sendikalaştığı için işten atılmıyormuş, kadın olduğu için öldürülmüyormuş gibi…

Aslında bu kestirmeci siyasal tembellik ve temelsiz iyimserlik, yıllardır birtakım sözde muhalifin ifade ettiği “çok güçlüler, gidemezler” veya “Erdoğan kaybedeceği seçime girmez” şeklindeki teslimiyetçi ve temelsiz kötümserliğin politik devamcısıdır. Bunlar bir madalyonun iki yüzüdür.

Bu iki hatalı yaklaşımın ortak yanı, kitlelerin siyaset sahnesine çıkmamaları gerektiklerini ileri sürüyor olmalarıdır. Erdoğan’ın gücü mutlaktır, sandıkta yenilmezdir, ne yapılırsa yapılsın sonuç değişmeyecektir; dolayısıyla emekçilerin bir politik mücadele vererek kendilerini yormalarına gerek yoktur. Erdoğan zaten gidicidir, karşısına aday olarak taş konsa da yine bu taş kazanacaktır, yolun sonu gelmiş de geçmiştir bile; dolayısıyla emekçilerin bir politik mücadele vererek çeşitli zahmetlere girmelerine gerek yoktur.

Siyasetin kitleler tarafından yapılmaması ama siyaset yapılması yetkisinin kitleler tarafından birilerine atanması gerektiği yönündeki bu antidemokratik ve liberal anlayış, başkanlık rejiminin tesis edilmesinde rol oynayan başlıca aktörlerden birisidir. Bu anlayış toplumun mücadele kapasitesine büyük zararlar verdi. Bu otomatikçi anlayışın bugün, başkanlık rejimi toplumsal bir sorgulanışa konu olurken, rejime muhalif kesimlerin ruh hali üzerinde egemen olması için uğraşılıyor olması, doğrudan doğruya başkanlık rejiminin çıkarınadır. Saray’ın da isteği işçilerin, kent yoksullarının, kadınların ve emekçi gençlerin, zaten kendisinin düştüğünü varsayarak politize olmaması ve seferberliğe geçmemesidir.

Düzen muhalefetinin stratejisinin temeli kitlelerin politize olmaması, işçilerin ve sömürülenlerin bağırlarına taş basarak siyaseti Millet İttifakı’na bırakmasıdır (mesela Kılıçdaroğlu’nun, atık kağıt toplayıcısı işçilerle buluşması sırasında, onlara verdiği “öğütler” dinlenebilir). Kitlelerin kendilerinin çözüm için seferber olmaları istenmemektedir, onların şikayetlerini Millet İttifakı’nın Halkla İlişkiler Bürosu’na iletip (Akşener’in grup toplantılarındaki kürsüsü gibi), gerekli politik yetkiyi onlara verip, sürecin gelişimini pasif bir şekilde izlemeleri istenmektedir (İmamoğlu’nun öğrencilere “siz hiç merak etmeyin, dersinize bakın” demesi gibi). Filler tepişirken, tepişen taraflardan biri, bu sorunun fillerin arasında sorunsuz bir şekilde halledileceğine dair sözler vermektedir.

Ancak eğer AKP gerçekten iktidarını kaybetme süreci içindeyse, o halde işçi sınıfına ve proleterleşen gençlik kesimlerine büyük sorumluluklar düşüyor demektir. Sadece bu kesimlerin siyasal önderliğini üstlendiği bir çıkış stratejisi, başkanlık rejimini mümkün kılan sosyo-ekonomik şartların varlığına bir son verebilir. Bunun haricinde, Türk kapitalizminin var oluş mantığıyla çelişmeyen bütün çıkış stratejileri, farklı isimler ve şekiller altında başkanlık rejimlerini yeniden üretmeye mahkum olacaktır. Kapitalist kalkınma ile sermaye birikiminin, Türkiye’de sadece “demokratik” araçlarla yönetilmesi mümkün değildir. Bu birikim, kendi ihtiyaçları gereği oldukça aristokratik ve despotik bir siyasal üstyapıyı talep eder.

AKP’nin düşüşü ile birtakım demokratik mevzilerin yeniden kazanılması, çok haklı bir biçimde bir arada düşünülüyor. Ancak başkanlık rejiminden çıkışın siyasal önderliğini işçi sınıfı üstlenmezse, bunlardan biri (AKP’nin düşüşü), hiçbir şekilde diğerini (demokratikleşme) zorunlu kılmayacaktır. Ya da atılmak istenen demokratikleşme adımları göstermelik ve sınırlı kalacaktır. Bunun sebebi, Türkiye’de demokrasiden çıkarı olan bir tane toplumsal sınıfın bulunmasıdır: İşçi sınıfı.

Saray iktidardan düşmüş değil. Dolayısıyla henüz bu yaşanmamışken, bunun mutlaka yaşanacağının varsayılması ve Saray’ın iktidardan indirilmesi şeklindeki başlıca siyasal görevin üzerinden atlanması, liberal bir yön şaşırtmaca değil de ne? Unutmayalım: Saray düşmez, düşürülür; gitmez, götürülür; çökmez, yıkılır. Bizi bu göreve ve hedefe kilitlemeyen bütün politikalar, mücadeleyi nihai olarak yenilgiye götürecektir.