Ömer Şentürk

Çalışmalarım karşılığında birazcık para kazanabilseydim, çok az da olsa üstüne sağlam basabileceğimiz, günlük gereksinmelerimizi karşılayabileceğimiz bir zemin olsaydı ayaklarımızın altında, senin içindeki ressam olma isteği de, diyelim ki Germinal’deki Hennebau tipinde olduğu gibi gelişseydi… ne güzel resimler yapabilirdin!

Yukarıdaki satırlar ünlü ressam Vincent Van Gogh’a ait. Kardeşi Theo ile mektuplaşmalarında başta Emile Zola olmak üzere pek çok yazardan etkilendiğini sıkça dile getiren Van Gogh’un resimlerinde de bu etkiye sıkça rastlayabiliriz. Bazı sanatçılar yalnızca toplumu değil, dönemin sanatçılarını da etkilerler. Bu yazarlardan birisi de Emile Zola’dır. Eserlerindeki natüralizm başta Van Gogh olmak üzere pek çok sanatçının eserlerine de ilhâm kaynağı olmuştur.

Mumu söndür, düşüncelerimi görmeye ihtiyâcım yok.

İhtilal sonrası Fransa’daki maden işçiliğini konu alan Germinal, Emile Zola’nın natüralist tavrı ve hayata bakış açısı hakkında bilgi edinebileceğimiz bir eser olarak karşımıza çıkıyor.

Latince’de tohum, tomurcuk anlamına gelen “Germen”den türeyen Germinal sözcüğü aynı zamanda Fransız Cumhuriyetçi Takvimi’nin de 7. ayıdır. Takvimin ihtilal sonrası kullanılması ve eserin ihtilal sonrası Fransa’da geçmesi sebebiyle Emile Zola’nın eseri kaleme alırken toplumsal sorunları da ele aldığından bahsedebiliriz.

Başkalarının sırtından kazanılan para, insanı en güvenli şekilde semirten paradır.

Voreux ocağında işe yeni başlayan ve kısa sürede madencilerle kaynaşan Etienne’in bir sendika kurup işçileri söz sahibi bireyler hâline getirme çabasının anlatıldığı Germinal; işçi sınıfını en ince detayına kadar işleyişi sebebiyle yazarın ölümünden sonra bile uzun yıllar boyunca popülerliğini ve işçiler arasındaki saygınlığını korumuştur.

Şu askerlerden biri ta kalbime bir kurşun yerleştirebilse de şuracıkta ölsem.

Emile Zola’nın hayatı boyunca gurur duyduğu bir eser olan Germinal, yayınlandığı günden itibaren muhafazakar çevreler tarafından tepki ile karşılanmış bir eser olsa da işçi sınıfının esere gösterdiği değer ve Emile Zola’nın yaklaşık 600 sayfalık bir roman ile yalnızca işçi sınıfının sorunlarına değil; dönemin Avrupa’sının toplumsal yapısına da ustaca değinen eser güncelliğini hâlâ korumakta.

Yalnızca bir kitap okuyarak madencilerin yaşadıklarını tamamıyla anlayamazsınız. Ama madencilerin yaşadıkları hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Emile Zola’nın cenazesinde “Germinal! Germinal!” diye haykıran işçiler de Zola’nın anlattıklarına katılıyor olsa gerek.

Her gün et yemek istemiyoruz ya.
-Ekmek olsun bulsaydık!
– Doğru, bari yavan ekmek olsun bulsaydık.

Dönemin sınıf farklılıkları daha kitabın ilk sayfalarında karşımıza çıkmakta. Burjuvazi her gün pasta ile karnını doyururken iş arayan bir işçinin yiyecek ekmeği bile yoktur. Tek başına bu paragraf bile bize eserin geleceği hakkında bilgi vermektedir. Dönemin kraliçesi olan Antoniette’in “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” dedikten 4 yıl sonra ihtilalciler tarafından giyotin ile idam cezasına çarptırıldığını da hesaba katarsak Emile Zola kitabın başından itibaren ihtilal kokusu ile doldurur eserini.

Ardından Bonnemort ile karşılaşırız. Zola bilerek bu ismi vermiştir karakterine şayet Fransızca’da Bonnemort dokuz canlı demektir. Adı gibi bir ihtiyardır Bonnemort. Kapkara tükürükler savurur etrafa. Yalnızca etrafını değil, tüm vücudunu sarmıştır kömür. Çektiği acıları “Kaburgalarımın içi öyle kömürle dolu ki, yaksak, beni ölünceye kadar ısıtır.” diyerek açıklar. Bu durum Bonnemort’a has değildir. Haftanın 6 günü, her gün 8 saat maden tarafından – Zola’nın tabiriyle – “yutulan” herkes bu durumdadır.

Leğenin başında bir kavga patlak verdi. Erkek çocuklar, uzun uzadıya yıkandığı için genç kız Catherine’i tartakladılar. Ve hepsi, hâlâ uyku sersemi, bir arada büyümüş köpek yavruları gibi hiç utanmadan abdest bozuyorlardı.

Ufacık evlerde üç metelik için birlikte yaşayan koca aile, diğer tüm aileler gibi ahlâk duygusunu kaybetmiş bir madenci ailesidir. Yoksulluktan ahlâka ayıracak vakit bile yoktur. Tuvaletlerini birbirlerine bakarak yaparlar, sokakta oynayacak yaştaki çocuklar madenlere çalışmaya giderler, genç kızlar erkekler gibi madenlere girerler.

Madenci pantolonunu ayağına geçiren Catherine, temiz Pazartesi giysilerinin içinde, genç bir erkeğe benziyordu. Cinsiyetini gösteren tek şey, kalçalarının sallanışıydı.

Sözgelimi burjuvazi için kişinin ahlâkî yapısının, cinsiyetinin, yaşının önemi olmadığını görürüz. Patronlar yalnızca kişinin onlar için çalışabilip çalışamayacaklarına dikkat ederler. Madendeki hiçbir işçinin diğerinden farkı yoktur.

Catherine, bacaklarını nasıl açacağını, sağlam dayanma noktaları bulmak için ayaklarını galerinin iki tarafındaki direklere nasıl dayayacağını Etienne’e öğretmek zorunda kaldı. Catherine terliyor, soluyor, eklemleri çatırdıyor, böyle iki kat yaşamak herkese ait ortak bir sıkıntıymış gibi, alışkanlığın verdiği aldırmazlıkla bir kez olsun sızlanmıyordu. Fakat Etienne, onun gibi yapmayı başaramıyor, madende boğulacak gibi oluyordu.

İnsan her şeye alışır.” der Albert Camus, Yabancı adlı eserinde. Catherine için de öyledir. Onun gibi bütün madenciler alışmıştır bu zor hayata. Bir şekilde dayanmayı başarırlar. Ancak yeni işçi olan Etienne için bu yeni dünya onu zorlamaktadır. Üç metelik için çekilen acılardan sızlanacak vakti bile bulamaz madenciler.

Gregoirelar, sadakalarını vermek vazifesini Cecile’e bırakıyorlardı. Bunu çocuklarını iyi terbiye vermenin icaplarından sayıyorlardı. Merhametli olmak lazımdı, evlerinin, Allah’ın evi olduğunu kendileri söylerlerdi.

Burjuvaların terbiye anlayışı da yoksullara bez parçaları dağıtmaktan ibarettir. Kızlarına da bunu öğretirler yalnızca. Eserde burjuva ailenin işçi bir aile ile ilk karşılaşması ise yoksul Maheulerin burjuva Gregoirelardan yardım istemesiyle gerçekleşir. Bu iki aile arasında tamamıyla zıt bir durum söz konusudur. Tek çocuğa sahip burjuva aile, çocuğunu çöreklerle, birbirinden güzel elbiselerle şımartır. Mahueler’de ise çocuklar her sabah madene inmek zorundadırlar. Papaz efendi bile yalnızca burjuvaziden yanadır. İhtilal sonrası düşüncelerin en kuvvetli olanlarından birisi olan pozitivizm de etkisini gösterir eserde. Ne burjuva ailelerin ne de madencilerin din ile kaybedecek vakti vardır. Sözgelimi burjuvaların din inancı yoktur; cehennem korkuları vardır. Devir pozitivizm devridir. Yalnızca roman boyunca sürekli dolaşan, nöbetçi gibi insanları izleyen papazlar vardır:

Montsou papazı Rahip Joire yumuşak huylu bir adamdı, ne işçileri ne de patronları gücendirmemek için, hiçbir şeyle ilgilenmez görünürdü.

– Günaydın papaz efendi.

Papaz durmadı, çocuklara gülümsedi geçti. Maheude, yolun ortasında kalakaldı. Kadın dindar değildi, ancak bu papazın onlara yardım edeceğini düşünmüştü.”

Madencilerin tek sıkıntısı rahip değildir. Bakkal bile burjuvaziden taraf tutmuştur. Bu ontolojik çaresizlik onları yok oluşun eşiğine getirmiştir. İşte karamsarlığın ve çaresizliğin iki örneği:

Bütün bunlara karşı yine ocağa inilecek ve inildikçe de, madenler yüzünden ölen insanlar olacak.

Kararlı bir şekilde Maigrat’ın bakkalına tekrar girdi Maheude. Ekmek ve tereyağ istedi yalvararak. İsteği gerçekleşmişti. Gerçekleşmesinin sebebiyse bakkalın, kızı Catherine’de gözü olmasıydı. ‘Bir dahaki sefere kızın gelsin.’ diye seslendi Maigrat arkasından. Maheude sessizce çıktı.

Bir hiç uğruna yaşamlarını sürdürür madenciler. Her ay kaza olur, her ay arkadaşlarından bazılarını kaybederlerdi. Bu da yetmezmiş gibi esnaf bile hanımlarına sarkıntılık ederdi. Ancak yaşamaktan başka çare yoktu.

Her taraftan, sadece şu bağırtı işitiliyordu:
– Eyvah! Çorba hâlâ hazır değil.

Romandaki yaşam kısaca ikiye indirgenmiştir. Burjuvazi ve işçi sınıfı. Her iki sınıf da sınıflar içinde aynı yaşamı sürerler. Burjuvaların her gün yaptıkları aynıdır. Burjuvalar arasında hiçbir fark yoktur. İşçiler için de durum böyledir. Erkekler madene gider; kadınlar ise yemek hazırlarlar. Bireylerden bahsetmek yanlıştır. Karakterlerin bu sebeple önemi yoktur eser içinde. Yalnızca irdelenen iki farklı sınıf ve bütün bir isyan hâkimdir romana.

Mouque Baba, her akşam Bonnemort’un ziyaretini kabul ederdi. Beraber evin önünde oturur, konuşmadan eski günleri yâd ederlerdi.

İşçi sınıfının tek kurtuluşudur geçmişi düşünmek. Kendilerini eski günlere bırakırlar. Mâzinin acıyla veya mutlulukla dolu olmasının bir önemi yoktur. Amaç, içinde bulunulan sefaletten kısa süreliğine de olsa kurtulmaktır. Yıllarını madende birlikte geçirmiş iki ihtiyar da işte bunu yaparlar. Hiç konuşmadan sessizce geçmişlerini düşünürler, nostaljinin peşindedirler.

İsyan fikri Etienne önderliğindeki işçilerin zihninde iyice yer etmiştir. Kendi çabasıyla bir şeyler öğrenmeye çalışırken işçileri de yalan yanlış dolduruşa getirir. Karl Marx’ın teorisindeki gibi bireysel sorunlar, sınıfın ortak sorunu hâline dönüşecektir:

Sizin Karl Marx, bu işleri hâlâ normal kuvvetlerle yapmak fikrinde. Şehirlerin dört bir ucunu tutuşturun, halkı doğrayın, her şeyi dümdüz edin ve bu kokmuş dünyadan hiçbir eser kalmazsa beki o zaman daha iyi bir dünya ortaya çıkar.

Sendika kurma fikri yavaş yavaş zihinlerde yer etse de 1789’un acıları tazedir. Başka bir ihtilâlin fikri bile insanları korkutmaktadır:

…devrim, yoksulluğu artırmaktan başka işe yaramamıştı; 89’dan beri, burjuvalar, öyle oburca yiyip şişiyorlardı ki, işçiye, yalayacak çanak dibi bile bırakmıyorlardı.

Ve kararlaştırılmıştır. Grev başlayacaktır, sendika kurulacaktır. Bütün madencilerin ağzından şu sözler dökülmektedir:

…ben hakkaniyete her şeyi feda ederim, içkiyi de, kadını da. Kalbime kuvvet veren bir tek şey var, burjuvaları süpüreceğimiz inancı.

Eserin ileriki bölümleri Zola’nın natüralizmi ve realizmi ile aydınlanır. Grev başlar, açlık daha da şiddetle devam eder madencilerde. “Ölünce açlığımız geçer en azından.” diye düşünür madenciler. Bu yoksul durumdan ya grev ya da ölüm kurtaracaktır onları.
Ardından madenciler patronun önüne çıkarlar, dertlerini anlatmak isterler. Patronun odası, Emile Zola’nın tasvirleri ile anlatılır:

II. Henri stili koltuklar, XV. Louis stili sandalyeler, on yedinci yüzyıldan bir İtalyan büfesi, on beşinciden bir İspanyol yazı masası, şöminenin önüne konulmuş bir mihrap parmaklığı, kapı perdelerine dikilmiş papaz harmanisi sırmaları.

Bu zenginlik içerisinde bütün madenciler dumura uğramıştır. Grev daha da mantıklı gelmeye başlamıştır. Gerek patronlar gerekse işçiler tarafından sevilen bir madenci olan Maheu, adeta Münir Özkul’un, Türk sinemasında yer etmiş olan, “Bak beyim!” diye başlayan monoloğuna benzer bir konuşma yapar. Çektikleri acılardan ve patronların fiyatlarda yaptıkları oynamalardan bahseder Maheu. Ancak reddedilir patron tarafından.

Bu reddediliş sebebiyle grevin etkileri daha da büyür ancak kimse pes etmez. Etienne, Fransa’dan Enternasyonel’i çağırır, gelirler ve konuşma yaparlar ancak jandarmaların bu konuşmayı basması sebebiyle her şey yarım kalır. Enternasyonel de bu işçileri bırakmak zorunda kalır. Madenciler dayanamaz ve kaba kuvvete başvururlar. Hanımlarına tacizde bulunan Maigrat’ın dükkanını basarlar, Maigrat can verir. Maigrat’ın ölümü eserde böyle aktarılır:

Mouquette, Maigrat’ın ölü bedenini soyar. Brule kadın, kuru ve acuze elleriyle Maigrat’ın ölü erkek organını kopartır. Organı, sopasının ucuna takar.

İsyan, bütün burjuvaziyi korkutmaya başlamıştır. Jandarmalar, işçilere silah doğrultur. Çok kayıp verilir, çok acı çekilir. Bonnemort ve Mouque Baba sessizce bakarlar yalnızca her şeye. Romanın bu kısmına bu sözler hâkimdir:

Tek güzel şey, var olmamaktı; eğer var olunuyorsa da, ağaç olmak, taş olmak, daha bile az bir şey, yoldan geçenlerin topukları altında zedelenmeyecek bir kum tanesi olmaktı.

Jandarmaların ciddi müdahalesiyle olaylar birazcık olsun durulur. Hennebaular ortalığı sakinleştirmek için Mahueleri ziyaret etmek isterler. Ancak ihtiyar Bonnemort dışında hiç kimse yoktur evde. O da yaşanılanlar sebebiyle yalnızca sandalyesinde oturmaktadır. Cecile Bonnemort’un yanında evde beklerken komşu ile konuşmak için dışarı çıkar Hennebaular. Geri döndüklerindeyse Cecile’i yerde boğazlanmış olarak bulurlar. Kötürüm Bonnemort son takatiyle burjuvalara karşı nefretini, patronun kızından çıkarmıştır.

Kızları, yüzü mosmor, boğulmuş, yerde serili yatıyordu. Parmaklar, boynunda, koca bir elin kırmızı izini bırakmıştı. Bonnemort, ölü bacaklarının üstünde sendeleyerek onun yanına düşmüştü.

Çekilen tüm bu acılar sonunda uzlaşmayı kabul eder patronlar. Yalnızca herkesi madenlere geri çağırırlar, ücretlendirme ile ilgili bilgi vermezler. Ancak madenciler, boyunları eğik geri dönmek zorunda kalırlar. Etienne ise Enternasyonel peşinde Paris’e gitmiştir. Hiçbir acı son bulmamıştır ve daha çekilecek pek çok acı vardır. Ancak yaşamaktan başka çare de yoktur. Madenciler için hiçbir şey değişmemiştir. 6 gün çalışmaya, 7. gün ise evde aileleriyle bir günlüğüne de olsa tüm ıstırabı unutmaya devam ederler. Tüm bu yaşananlar Cecile’in ve madenci sokaklarındaki pek çok küçük çocuğun ölümüne sebep olsa da yapacak bir şey yoktur. İnsan, ona umut aşılayan hayallerinin peşinden gitmeye devam eder. Ancak her realist roman gibi acı ve umuttan başka bir şey yoktur. Emile Zola, bu kısır döngüyü hatırlatarak bitirir eserini:

Sabah izlerinde yavaş yavaş süren, gelecek yüzyılın hasatları için büyüyen ve filizlenmesi yakında toprağa yaracak olan, öç peşinde, kara bir ordu halinde, insanlar yetişiyordu.