3067 sene. Bu sayı, tarihte yaşanmış ilk grevle Ekim Devrimi’nin yaşandığı zamansal kesit arasında, dünyanın güneşin çevresinde kaç kere döndüğünü anlatıyor. Bundan yedi bin sene önce,  sınıflı toplumların ilksel örneklerini tarihe kazandırdık. Yaklaşık üç bin sene önce, III. Ramses döneminde, bugün için modern Mısır’ın turizm merkezi olan Luksor kentinde, süreklileşen savaş politikaları sonucunda ücretleri ödenemeyen işçiler ve zanaatkarlar greve çıktılar. Ve tam 100 sene önce de, Antik Mısır’ın üretici sınıflarının cüretli kalkışmalarıyla ilk adımı atılmış olan sosyo-tarihsel bir politik kurtuluş arayışının en bütünlüklü ve donanımlı ifadesi; sınıfsız topluma gidişin Bolşevik programı Rusya’da iktidarı ele geçirdi. 3067 sene öncesinin ilk grevcileri, ilk defa iktidardaydılar. Nasıl ki kapitalizmin düşünsel ufku tarafından şartlandırılmış olan bugünün insanı, binlerce sene geride kalmış bulunan Antik Roma köleciliğinin irrasyonalizmine ve talanına hayret ediyorsa ve onu mantık dışı addediyorsa, gelecek kuşakların komünist insanlığı da sınıfların varlığını aynı şaşkınlıkla tarih kitaplarından okurken, kendilerini yaratmış bulunanın ilk muzaffer adımı olan Ekim’i, hiç şüphe yok ki Kuzey Amerika’nın keşfinden ve barutun bulunuşundan niteliği itibariyle farklı bir konuma yerleştirecekler ve İsa’nın doğuşunu milat olarak almayı terk edecekler….

Ekim neden bir milat? Bunu iddia ediyor oluşumuzun sebebi fanatikçe bir ısrar mı, yoksa nostaljik bir “ruh çağırma” seansı mı? İkisi de değil. 3067 senelik sömürünün, savaşların, yıkımların, yağmaların, açlıkların, zulümlerin ve başarısız ayaklanma girişimlerinin ardından, mülksüz sınıflar mevcut duruma dair duydukları ateşli öfkeyi nasıl bir programatik içerikle doldurabileceklerine dair en keskin metodolojiye Ekim ile beraber sahip olmuş oldular. Bu, bir ilkti. İlk.

Evet, Antik Roma’nın kurucu destanının şair yazarı Publius Vergilius Maro, hasadın ortaklaşa bölüşüldüğü bir “altın çağdan” söz etti. Evet, Aziz Barnabas varlıklı sınıflara “Hiçbir zaman mülkiyetinden söz etmeyeceksin, çünkü ruhani varlıklarını nasıl ortaklaşa tasarruf ediyorsan, maddi varlıklarını haydi haydi ortaklaşa tasarruf etmelisin” şeklinde seslendi. Aziz İoannes Khrysostomos “Mülkiyet hırsızlıktır” diyerek söylevler verdi ve Aziz Augustinus da bütün “kötülüklerin” kökeninin özel mülkiyet kurumunun varlığında yattığını deklare etti. 14. yüzyılda İngiliz John Ball “Serfliği yıkmak ve bütün insanları eşit kılmak gerek. Kendilerini efendilerimiz olarak tanıtanlar bizim ürettiklerimizi tüketmektedirler… Lükslerini bizim çalışmamıza borçludurlar.” diye haykırarak bütün sömürülenlere isyan çağrısı yapıyordu. Ardından Thomas More’un Ütopya’sı, Campanella’nın Güneş Ülkesi, Vaurasse d’Allais’nin eseri, Jean Meslief’in Vasiyet’i ve Morelly’nin Tabiatın Kanunu geldi.

Ancak bu önerilerin hiçbiri, var olanın sınıflı dinamiğini ve bu dinamiğin de çatışmalı karakterini, inşa edici bir programatik çerçeve eşliğinde sınıfsız olana sıçratma hedefini taşımıyordu. İnsanlık tarihinin yaklaşık olarak %2’lik bir kesitine denk gelen sınıflı toplumların sosyal ve fiziksel şartlarının yok edilebileceği düşüncesi, politize edilmemişti. Dünya-tarihsel düzleme sınıfsız olana gidişin savaş programını taşıyan; bunu sınıfların tarihinde sınıfla beraber ilk defa olarak gündemleştiren-gündeme getiren program, Ekim’i var eden anlayıştı. Hiçbir kuşkuya yer yok ki Ekim’in en büyük kazanımı “a priori” olanın hegemonyasına; yeni olanı doğuramadan eski olanın revize edilen sömürü biçimleriyle boğulan sonuçsuz girişimlerin tarihine son vermiş olmasıdır. Örgütlenen ilk grevin ardından geçen 3067 senenin sonucunda, biçimsel olarak onu en fazla geliştirmiş olan insanın adıyla anılan Marksizm bilimi, kitlelerin taşıyıcılığını üstlendiği militan felsefesini sosyo-tarihsel sahneye, sınıfsız olanın inşa metodu olarak iktidara taşıdı. İşte bu duruma literatürde Ekim ismi verildi; ve onu Spartaküs’ün ayaklanmasından ve Paris Komünü’nden ayıran niteliği de bu oldu.

İlk grevin eylem durumuna sıçrattığı tarihsel-yapısal gündem, Ekim aracılığıyla ilk olarak bilinçli, ikinci olarak da enternasyonalist bir perspektifleştirmeyle, bütün bir insanlığın sosyal ve artık biyo-ontolojik olan krizinin temellerine çevrildi. Bu bağlamda Ekim’in biricik hedefi, son grevin örgütlenmesiydi. O, grevleri var olmak durumunda bırakan statükonun son bulmasını; böylece de greve çıkma ihtiyacının son bulmasını istiyordu. Hegel’in ifadeleriyle konuşacak olursak Ekim, kendisini var eden şartların yok edilmesini politik-askeri ajandasına yerleştirerek, kendi kendinin diyalektik yok oluşunu (tamamlanışını) başarma arzusundaydı. Ekim’in, kendisini hala tartıştıran ve gündemde tutan farkı, bu karakterinden ileri geliyordu.

Küba’da, Çin’de, Kuzey Kore’de, Vietnam’da veya eskinin Yugoslavya’sında, Arnavutluk’unda ve diğerlerinde kutlanmakta olan ulusal bayram günlerine bakalım. Bir zamanın Ekim sonrası deforme olmuş işçi devletlerinde emperyalist işgalin bittiği veya diktatörün devrildiği veya faşizmin yenildiği günler, ulusal bayramlar ilan edilmişti. Halbuki Ekim’in bütün heybetiyle ilan ettiği SSCB’de, doğrudan doğruya burjuvazinin mülksüzleştirildiği gün ulusal bayram olarak kabul görmüştü ve bu bayram havasının “ulusal” düzlemde kalmaması için ilk senelerin Leninist inşası sırasında son derece militanca bir çaba vardı. Bu sembolik ancak niteliksel fark dahi Ekim’in bir devrim türü olarak, 20. yüzyılın geri kalan devrimlerinden hangi yönlerde ve nasıl ayrıştığını açıklar.

Başparmak evriminin tamamlanmasıyla doğan emek gücünden, o emek gücünün yarattıklarını gasp eden silahlı aygıtların ve formasyonların doğumuna; gasp edilenin üzerinde nemalanan mülk sahibi sınıflardan, bu sınıfların mülksüzleştirilmesinin teorik-metodik araçlarını keşfeden Ekim’e dek süregelen bir arka planın tam önünde duruyoruz. Liberalizmin post-modern tonları tarihin sonlanmış olduğunu deklare etsin ancak aksine, o daha yeni başlıyor. Zira insanlığın ve canlılığın, artık sadece toplumsal kurtuluşunun değil, organik devamlılığının da sağlanmasının şartlarının, doğrudan doğruya yeni Ekimlerin inşa edilmesinin şartlarına indirgendiği; bu ikisinin somutlaşmalarının politik-programatik ihtiyaçlarının adeta kaynaştığı bir çağın tam ortasındayız. Sınıflı toplumların ortaya çıkışından ancak 2000 sene sonra bir grev organize etmeyi başarabilmiş olanlardan çok daha tahlilliyiz. Zira Ekim “buzu kırdı, yolu açtı.” Çağımız bu yoldan ilerleyecek olan cesur kaşiflere çağrı yapıyor. Bu çağrıya kulak kabartalım.

Önceki İçerikEğitimde çöküşün yeni ayağı: Proje İmam Hatip Liseleri
Sonraki İçerikNicolas Sukhanov: Lenin’in gelişi