Yazar: Baran Noyan

Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum…

Bu başkaldırı edebi tarihimizin en cesur ve belki en sessiz yazarlarından birine ait. Tezer Özlü, kısa ömründe yaşadıkları ve yazdıklarıyla çoğu insanın yüzleşmekten korktuğu kendini anlama çabasının peşinden koşan bir yazardır. 1983 yılında Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde) ismiyle Almanca olarak yazdığı ve 1984’te Türkçe’ye Yaşamın Ucuna Yolculuk olarak çevrilen kitabında geçen yukarıdaki cümleler, onun içinde yaşadığı dünyaya karşı aldığı tavrı net bir şekilde gözümüzün önüne serer. Tezer’i anlamak, salt öyküleştirdiği yaşantısını okumakla değil anlattığı dünyanın merkezine kendi benliğinizi koyup o dünyayı içselleştirmekle mümkün olabilir. Öyle ki Cesare Pavese, Italo Svevo ve Franz Kafka‘nın peşinden gittiği o muhteşem tren yolculuğuna bir bilet de kendiniz için almalısınız.

Edebi dergilerde yayımlanan ilk kısa öykülerinden, yaşamın ucuna yaptığı yolculuğa kadar Tezer’in en büyük kavgası hep toplumsal düzen, kalıplaşmış roller ve tahakküm ilişkisi etrafında toplanır. “Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar. Toplumdışı bırakmak içi tüm çabalarını harcıyorlar. Toplum dedikleri kitlenin bir aradaki dayanılmaz yabancılaşmasını sanki kimse algılamıyor.” der anlatısında. O, hayattan umudunu kesmiş ve kendini her şeyden soyutlamış bir insan imajı çizse de aslında içinde büyük bir yaşam tutkusu ve özgürleşme isteği barındıran yalnız bir maceraperesttir. Hayatının her döneminde “rahat” kavramından rahatsız olmuş, aramaktan ve hareketten hiçbir  zaman vazgeçmemiştir. Yaşamının bu dinamizmi düşüncelerine ve eserlerine de en çarpıcı şekilde yansımıştır. Kurallar doğrultusundaki bir yaşam yalnız ve yalnız durgunluk getirir onun için; oysa o Pavese gibi “denizin dümdüz yüzeyi boyunca sonsuza dek böyle gidebileceği” bir dünya düşler.

Onun kahramanları, Eski Sevgi Eski Bahçe‘de yazdığı Hayalet Oğuz gibi karakterlerdir. Sanki beşeri dünyayla bağını koparmış, biraz bohem ama salt yaşamın kendisine alabildiğine bağlı insanlardır. Kendisi de dahil yazınına konu ettiği bu insanlar, huzursuzlanmaktan çekinmeyen, hep bir arayış içinde olan, kabuklarına sığamayan, bu sebeple de bağlılık, durağanlık, düzenli bir hayat olgularından tamamen uzak birer antikahramanlardır. Çocukluğun Soğuk Geceleri‘ndeki bir diyalogda “— Kitap okumadın mı hiç? — Simmel’i okuyorum. Müthiş bir yazar. — Batı’da hizmetçi romanı denir Simmel’in yazdıklarına. Bu denli çözümsüz, dış olgulara bağımlı bir yaşamın içinde olmamak ne büyük bir mutluluk.” der. Bu arada adı geçen kişi Georg Simmel, Alman sosyolojisinin kurucularından biridir. Simmel’in “bilinen bir şey olarak insan, doğa ve tarih tarafından oluşturulur; ama bilen olarak insan doğayı ve tarihi oluşturur.” sözü Tezer’in hayatına ve yazınına yansımış gibidir. Genel kabullerden sıyırmalıdır insan kendini.

Bu anlamda Tezer, Albert Camus‘nün Sisifos Söyleni‘sindeki uyumsuz insana da benzemektedir. Sisifos’un hikayesini anlatırken Camus şöyle der “Sisifos’un uyumsuz kahraman olduğu şimdiden anlaşılmıştır. Tutkularıyla olduğu kadar sıkıntısıyla da uyumsuzdur. Tanrıları hor görmesi, ölüme kin duyması, yaşam tutkusu, tüm varlığı hiçbir şeyi bitirmemeye yönelttiği bu anlatılmaz işkenceye malolur.” Tezer Özlü’nün yaşamına baktığımızda da bu çabayı görmek mümkündür. Toplumun tahakkümüne baş kaldırır Tezer, akıl hastanesine yatar, elektro şok tedavilerine, ağır depresyon ilaçlarına maruz kalır. Sanki içinde yaşadığı dünyanın kurallarını reddettikçe yaşamın ucuna itilmektedir. Fakat vazgeçmez aşık olur, evlenir, boşanır; denemekten yorulmaz, umut dağına o kayayı her zaman taşımak ister. İşte belki de Tezer Özlü’yü bu denli farklı ve saygın kılan şey de budur. Umut kırıcı insanların safsatalarına boyun eğip kırılacak, vazgeçecek bir karakter değildir o.

Tezer’i bu anlamda yalnızca varoluşçu bir izlekte değerlendirmek yetersiz kalacaktır. Onun eserlerindeki gitme hali yabancılaşma, yalnızlaşma, intihar, umutsuzluk gibi olgulardan ziyade bir arayış, bir eleştiri, muhalif bir eylemdir çünkü yalnızca “çekip gitmek” ile kalmaz o; “iktidardaki egemen sınıf ve benim toplumumdaki düzen her gün sayısız kez benim ve benim gibileri vazgeçmeye ve bizi kendisi gibi olmaya zorladı. Ben bir kezinde aklımı yitirdim, ama kendimi yeniden kendi elime geçirdiğimde daha da zor yenilebilir durumdaydım.” der. Kendisinin deyimiyle bir yaban otu gibi Anadolu’da biten Tezer, Almanya’ya kadar uzanan macerasını, yazdığı kısa öyküler ve anlatılarla sunar bize. Yazının başında da belirttiğim gibi onu okurken, onun arayışına katılmak için çıktığı tren yolculuklarına bir bilet de okuyucu tarafından alınmalı o trene onunla birlikte binilmelidir. Edebiyatımızın uzak köşelerinde, karanlık sınırlarında kalmış bir yazar olan Tezer Özlü 18 Şubat 1986 yılında henüz 42 yaşındayken çok sevdiği ve izini sürdüğü yazarlardan olan Cesare Pavese’in öldüğü yaşta hayata gözlerini yumar.

Tezer’in kitaplarını okurken ve bu yazıyı kaleme aldığım sırada aklıma gelen bir pasajla kapatmak istiyorum yazıyı. Tezer gibi edebiyatımızın antikahramanlarından olan Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar‘ında Turgut Özben şu cümlelerle göz kırpıyor adeta Tezer Özlü’nün otobiyografik anlatılarına:

Bir gün bu çiçekler o kadar büyüyecek ki bütün reklam demirlerini örtecek. Sarmaşıklar reklam levhalarına sarılacak ve tabiat medeniyeti yutacak. O zaman biz ne olacağız Olric? Biz her zaman yolda olacağız efendimiz.