Tarihte insanlık birçok salgın hastalık ile mücadele etti. Tarımsal yaşama geçiş ile salgın hastalıkları mümkün kılan toplumsal örgütlenişlerin önü açıldı. Gerek bakteri gerekse virüs kaynaklı salgınlar, insan popülasyonlarını şu veya bu şekilde tahrip etti. Günümüzde ise zoonotik virüs kaynaklı bir hastalık olan Covid-19 pandemisi gerçeği ile yüz yüzeyiz.
Bu salgınla olduğu gibi yüzleşmeliyiz zira bugünkü durum bilim dünyası için hiç de beklenmedik değildi. 2007 yılında, bir mikrobiyoloji araştırma dergisinde yayımlanan bir makalenin son paragrafı ‘’Hayvanlardan veya laboratuvarlardan gelen SARS veya diğer yeni virüslerin ortaya çıkması bir olasılıktır ve bu nedenle hazırlık çabaları göz ardı edilmemelidir’’ şeklinde sonlanıyordu. (https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2176051/)
O halde soruyoruz, madem bu durumun gerçekleşebilme ihtimali vardı ve bu ihtimal de biliniyordu, neden pandemi engellen(e)medi?
Bu soruya verdiğiniz cevap bir şekilde Çin halkının yemek alışkanlıkları ve sofra gelenekleriyle ilgili ise, bunun tek başına doğru ve yeterli bulunması kabul edilemez. Çünkü hiçbir bilimsel veri, virüsün kaynağının doğrudan Çinlilerin içtiği yarasa çorbası olduğunu söylemiyor. Hatta virüsün, insanların yarasalarla direkt temasından geçmediği, belki de bir “arakonak” vasıtası ile insana geçmiş olabileceği üzerinde duruluyor.
Doğanın dengesini bozan kapitalist üretim biçimi
Yarasalar, Batı toplumlarında tarih öncesi zamanlardan beri tüketilen bir besin kaynağı olmuştur. Sadece yarasalar da değil böcekler, kuşlar, küçük kemirgenler de besin kaynağı olarak kullanılıyordu. Bu alışkanlıkların hala bazı toplumlarda devam ediyor olması, bu salgından onları sorumlu tutmamız için yeterli bir sebep değil. Kaldı ki virüslerin insanlara bulaşma sebebinin illa besin yoluyla olmadığı, 2012 MERS salgınıyla ispatlanmıştı. Hayvanlarla bir şekilde yakın temasta bulunmak, dahası onların yaşam alanlarına girip habitatlarını yok etmek, doğanın talanına sebep olan bilinçsiz avlanma ve et tüketimi ile ekolojik yıkımlar, salgının çok daha gerçekçi sebepleri arasında yer almakta.
Duruma şu açıdan da bakabiliriz: Endüstriyel hayvancılıkta inek çiftlikleri metan emisyonlarındaki artışın üçte ikisinden sorumludurlar. Bu durum, et endüstrisinin ozon tabakasının delinmesinde ve küresel ısınmadaki rolünü göstermekte. Fakat küresel ısınmadan, ineklerin biyolojik yapıları nedeniyle gerçekleştirdikleri fermantasyonu sorumlu tutmamız ne kadar saçmaysa, bu salgından da habitatlarını işgal edip, stres altına soktuğumuz yarasaları sorumlu tutmamız o kadar saçma olacaktır. Çünkü doğa kendi halinde bir denge içindedir. Burada doğanın dengesini bozan dinamik neoliberal yağma ile üretimin kapitalist karakteridir.
Yeni koronavirüs, emperyalist devletlerin birbirlerine açtığı bir biyolojik savaş mı?
Böyle olması için virüsün laboratuvarda insan eliyle üretilmiş olması gerekiyor. Bunu anlayabilmek için bilimin bize önerdiği metot oldukça açıktır: Bilinen korona virüs suşları ile mevcut virüsün gen dizisini karşılaştır. Bununla ilgili yapılan çalışmalar, yeni koronavirüsün eskisi ile oldukça benzediğini ve sadece birkaç yerde değişikliğe uğradığını olduğunu gösterdi. Dolayısıyla, pek çok komplo teorisinin iddi ettiğinin aksine, virüsün insan eliyle yapılmadığı ve biyolojik silah olmadığını söylememiz mümkün. Koronavirüs bağlanma bölgelerinin insanda çeşitli işlevleri olan ACE2 reseptörlerine bağlanacak şekilde evrilmiş olması, doğal evrimsel sürecin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Yazının başında sormuş olduğumuz soruya tüm bu gerçeklikleri düşünerek cevap verirsek, doğru bir sonuca varabiliriz. Asıl mücadele etmemiz gereken, geleneksel yemek alışkanlıkları nedeniyle suçlanan, ırkçılığa maruz kalan Asyalılar veya vücudunda birçok patojen organizma ile yaşayan yarasalar değil, milyonlarca yoksulun yaşamasına olanak tanıyacak bir aşıyı dahi kâr maksimizasyonu dolayısıyla üretemeyen veya geç üreten, kâr hırsı neticesinde doğayı talan eden kapitalist sistemin ta kendisi!