Üniversitelerin modern işçileri: Asistanlar

Rejim, yaşamın her alanında baskı ve şiddeti arttırırken, üniversitelerde bundan payını fazlasıyla alıyor. Barış için akademisyenler inisiyatifinin hazırladığı “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza koyan öğretim elemanları hakkında açılan idari soruşturmalar ile ceza soruşturmaları, ülke gündeminde hâlâ önemli bir yer tutuyor.Son olarak Boğaziçi Üniversitesi’nden Esra Mungan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Kıvanç Ersoy ve Nişantaşı Üniversitesi’ndeki görevine son verilen Muzaffer Kaya tutuklandı. Bilgi Üniversitesi’nden Chris Stephenson ise sınır dışı edilmeye çalışıldı. Ne var ki, üniversitelerdeki sorunlar, bu baskı ve şiddet politikalarının sonuçlarıyla sınırlı değil.

Genellikle asistan olarak bildiğimiz araştırma görevlileri, tıpkı öğretim üyeleri gibi, özellikle geçmişte toplumun ayrıcalıklı ve saygın bir kesimi olarak görülürdü; günümüzde ise bu anlayışın eskisi kadar bariz olmasa da geçerliliğini koruduğunu söylemek mümkün. Nitekim, birçok asistan birer işçi olduklarının farkında bile değil. Oysa bir insanın sınıfsal aidiyetini belirleyen, onun eğitim durumu değil, gelir kaynağıdır. Asistanlar ve öğretim üyeleri, bir fabrika işçisi gibi bir ücret karşılığında emek gücünü işverene satmak zorundalar. Elbette ki, bir fabrika işçisi ile bir asistanın çalışma koşulları arasında önemli farklılıklar mevcut. Asistanlar, bir fabrika işçisine göre daha yüksek bir ücret alır, kol emeği yerine kafa emeği sunar, çalışma saatleri genellikle daha azdır, dahası belirttiğimiz gibi toplum tarafından bir saygı görür. Ancak, tüm bunlar, asistanların da işçiler gibi emek güçlerini satmak zorunda oldukları ve hiçbir üretim aracına, mülke sahip olmadıkları gerçeğini değiştirmez.

Peki,refah içinde yaşayan ve rahat çalışma koşullarına sahip asistan imajı ne kadar gerçeği yansıtıyor?Bunun için asistanların çalışma koşullarına ve sahip oldukları sorunları incelemekte yarar var.

Vakıf üniversitelerinde asistanlık, kapitalizm için bile ilkel bir sömürü biçimidir. En büyük vakıf üniversiteleri dahi, genç insanları, burslu öğrencilik adı altında kadrosuz ve yalnızca birkaç yüz lira karşılığında uzun saatler boyunca çalıştırıyor, bir asistandan beklenenden çok daha fazlasını yapıyorlar.Oysa bu bursların, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin eğitimine bir destek olarak karşılıksız verilmesi gerekir. Lütfedip kadroya alınamaz sayıdaki insan ise, tıpatıp aynı işi yapmasına rağmen, devlet üniversitelerindeki meslektaşlarından çok daha düşük bir ücret (yaklaşık 2 bin lira) alıyor. Üstelik vakıf üniversitelerinde çalışan asistanlar, kamu görevlisi değil, İş Kanununa tâbi birer işçi olarak kabul edildiklerinden dolayı kamu görevlilerin sahip olduğu imkânlardan yararlanamıyor ve kamu sendikalarına üye olamıyorlar. Kaldı ki, vakıf üniversitelerinin yönetimleri, okullara sendika girmemesi için çalışanların sözleşmelerini feshetmekten kaçınmıyorlar.

Asistanların yaşadıkları en büyük sorunlarından biri, altında ezildikleri büyük iş yükü; çünkü uygulamada asistan, olması gerekenin aksine yalnızca bir öğretim yardımcısı değil. İdari personel eksiliğinden, fakülte ve ensititülerin hemen hemen bütün idari işleri, görev tanımında bulunmamasına rağmen asistanlar tarafından yerine getirilir. Benzer bir şekilde, üniversitelerde ihtiyacı karşılayacak kadar asistan kadrosu bulunmaz. Bazı üniversitelerde binden fazla öğrenci bulunmasına rağmen, bir anabilim dalında yalnızca birkaç asistan mevcut. Çoğu kez, 20 kişinin yapması gerekeni işi, yalnızca 5 kişi yapmak zorunda kalır. Öyle ki, asistan, bu idari işlerle uğraşmaktan, vermekle yükümlü olduğu uygulamalı derslere yeterince hazırlanamaz; bundan da en çok öğrenci olumsuz etkilenir. İş yükünün temel nedeni, üniversitelere ayrılan bütçelerin yetersiz olması ve kötü kullanılmasıdır. İdari ya da akademik personel sayısı arttırılacağı yerde, bu maddi kaynaklar bankalara yatırılıyor; karşılığında yüksek faizler elde ediliyor; kimi üniversitelerde rektörlere milyon liralık makam aracı olarak geri dönüyor. Asistanların iş yüklerinden bahsederken, YÖK’ün AKP döneminde tamamen hükümetin direktifleriyle keyfi hareket eden bir kurum haline geldiğini de unutmamak gerekir. Öyle ki, bazı üniversitelerde kadrolaşmak ve yönetimi hükümete yakın olan üniversitelerin kadrolarını arttırmak için en çok kadroya ihtiyaç duyan üniversitelere kadro verilmiyor.

Bir başka sorun ise, üniversitelerde hüküm süren öğretim elemanları arasındaki katı hiyerarşi. Bir usta-çırak ilişkisine benzetilen hoca-asistan ilişkisi, amacından saparak bir tahakküm biçimine dönüşmüş durumda. Asistanın hocasının çantasını taşıması, ona çay-kahve getirmesi gibi eski kuşakların anlattığı aşağılayıcı muameleler bugün azalmış olsa da, hoca karşısında el pençe divan duranların sayısı azımsanamayacak boyutta. Çoğu üniversitede asistanlar, hocalarının sözü üzerine söz söyleme imkânına sahip değiller. Bu tahakküm biçiminde politik görüş farklılıkları da önemli bir etken olarak karşımıza çıkıyor. Sayısız asistan, düşüncelerinden ya da sendikalı olduklarından dolayı hocaları ve okul yönetimleri tarafından mobbing’e uğruyor, yani psikolojik baskılarla günlük yaşamları zorlaştırılarak istifaya zorlanıyorlar ya da en azından susmaları telkin ediliyor.Akademisyenlerin barış için kaleme aldıkları bildiri örneğinde olduğu gibi, pek çok genç bilim insanı, sırf egemen ideolojiye aykırı bir fikir beyan ettikleri için üniversitelerinden uzaklaştırılıyor. Görevlerine son verilemeyenler ise, İstanbul Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi gibi büyük devlet üniversitelerinde sıkça görüldüğü üzere, bahçede bekleyen çevik kuvvet copu ve biber gazının tehdidiyle susturulmaya çalışılıyor. Bu üniversitelerde sivil polislerin, derslere katılarak hükümete muhalif öğretim elemanlarını ve öğrencileri fişledikleri bilinen bir gerçek.

Öte yandan, işinin niteliği gereği akademik araştırma yapması gereken asistanlar, bunun için gerekli olan ne zamana ne de fiziksel koşullara sahipler. Çoğu üniversitede, bırakın bir odayı, çalışabilecekleri masaları dahi yok. Sabahtan akşama kadar üniversitede mesai yapması gerektiği halde ya kütüphane ve kantinde çalışmak zorunda kalır ya da iş bittikten sonra evde çalışmayı çaresizce umut eder.Kısacası ortalama bir asistan, hem üniversitenin idari işlerini yapar, hem derslere girer, hem yüksek lisans ya da doktora derslerini takip eder, hem de akademik araştırma yapmakla yükümlüdür. Tüm bu sorumluluklara, kötü bir fiziksel çalışma ortamı ve siyasi baskılar da eklenince,asistanlık bir sorunlar yumağı haline gelir.

Diğer sektörlerdeki çalışanlarda olduğu gibi, birçok asistanda umutsuzluk ve siyasi baskılardan dolayı tedirginlik gözlemlemek mümkün.Ancak asistanlar ne yalnız ne de çaresizler. Çözüm yolu, öncelikle sendikalarda örgütlenmekten, yani çıkarlarını savunmak için bir araya gelmekten geçiyor. Sendikalara güvenmeyen ya da sorunların çözümünde yetersiz kaldıklarını düşünenlerin sayısı da oldukça fazla. Ancak, birlikte mücadele edilmeden hiçbir kazanım elde edilemeyeceğini hatırlatmakta yarar var. Elbette ki, salt mücadele, kazanmak için yeterli değil. Asistanların ve diğer öğretim üyelerinin bu gerçek sorunlarının çözümüne ilişkin önerilerden oluşan bir program olmaksızın kazanım elde edilemez. Bu nedenle, her şeyden önce bir araya gelip sorunları tartışmak ve bu sorunlara çözüm olabilecek bir ortak program oluşturmak hayati öneme sahip.

CEVAP VER