Sınavlar üzerine

Deniz Poyraz

2012 YGS sınavında en başarılı iller Ankara, Burdur, Karabük olurken; en başarısız iller ise Van, Hakkari ve Şırnak oldu. 2011 YGS de ise en başarılı iller Yalova, Aydın, Kayseri olurken en başarısız iller Şırnak, Ardahan ve Hakkâri olmuştu. 2010 SBS’de ise durum YGS’den daha farklı değildi. En başarılı üç il Burdur, Eskişehir, Edirne olurken en başarısız üç il Şanlıurfa, Diyarbakır ve Hakkâri’ydi. MEB Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü verilerine göre Batı Marmara ve Batı Anadolu başı çekerken, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu en başarısız bölgeler. Bunun dışında her il kendi içinde taşra ve merkez diye ayrıldığında da başarı düzeylerinde %5’e yaklaşan bir fark vardır. Üniversiteye geçişte çok belirgin olmayan(Fen Liseleri nedeniyle ve liseye giriş sınavının 2. Basamağı olduğu gerekçesiyle) özel ve devlet okulları arasındaki başarı farkı SBS sınavlarında karşımıza %30’luk bir fark ile çıkıyor.[1]

Peki, bu durumu biz Marksistler nasıl yorumlamalıyız? Bu sonuçların sosyo-ekonomik bir incelemesini yaparken; Türkiye Cumhuriyeti’nin izlediği eğitim politikalarına- ki eğitim politikalarının neoliberal saldırılar şeklinde sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiği günümüzde- ekonomik temele ve hükümetin son bir iki yılda kabullenmeye başladığı Kürt sorununa değinmemiz gerekecektir.

1.1. Eğitimin kalitesine, ücretli olmasına, dershaneler, özel dersler, özel okullar, eğitimin ailenin önüne “çocuğun bedeli” olarak bir duvar çekmesi vb. olgulara girmeden önce ilk önce ele alınması gereken ve temel bir hak olan; anadilde eğitim hakkına değinmek gerekir.

1.2. Kapalizmin insanları sürüklediği rekabet ve yarış olgusu günümüzde iş hayatına, eğitime hatta aile içine kadar taşınmıştır. Yanındaki sıra arkadaşının son gireceğin sınavda amansız bir rakip olduğu olgusu o kadar meşrulaşmıştır ki eğitim kurumları ve dershaneler bunun üstünden öğrencileri daha da kışkırtmaya ve çalışma propagandası yapmaya başlamıştır. Bir sorunun bile binlerce kişinin önüne ya da arkasına geçirebileceği bu düzenin ilk kurbanlarından biri; anadilinde eğitim göremeyen kişidir.

Yeni 4+4+4’lük sistemde öğrencilerin 5 yaşında bu sistemin içine gireceğini göz önünde bulundurarak şu soruyu sormamızda yarar var: Daha anadilini yeni yeni öğrenmiş ve kullanmaya başlamış bir çocuğu hayatında hiç duymadığı bir dilde “eğitim sopasıyla dövmenin” ve bu kafası allak bullak olan çocuğun bir de bu faslı rahat rahat anadili olan Türkçeyle atlatmış bir çocukla aynı parkura koyup yarışmasını beklemek ne kadar insancadır/insanca mıdır?

1.3. Burada anadilde eğitim hakkına sahip olamayan kişinin nasıl psikolojik zorluklarla karşılaşacağı, sosyal yaşamı ve aile yaşamının nasıl bölüneceği, her iki dilden de parça parça bir şeyler bilerek hayatında ne gibi zorluklarla karşılaşacağı gibi pedagojik incelemelere girmeyeceğim konu başlığından çok dışarı çıkmamak için, ancak şu tespiti yapmakta yarar vardır:  9 Aralık 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi adlı yasanın 2.Maddesinde açıkça yer aldığı gibi; Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubu, kısmen ya da tamamen ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi, yaşam şartlarını kasten değiştirmek soykırım tanımına girmektedir. Bu vesileyle rejimin “tek dil, tek bayrak, tek vatan” şiarına sonuna kadar bağlı kalarak inşa ettiği ulus-devlet dahilinde dili bu ulus-devletin diliyle aynı olmayan etnisiteler ve uluslar; soykırım politikalarına dolayasıyla yok olmaya mahkum kalmaktadırlar. Bu argümanım için örneklerimi adet yerini bulsun diye vermekteyim, çünkü bu durum apaçık ortadadır, ama yine de: Unesco’nun 2009 yılında 21 Şubat Dünya Anadili günü öncesinde yayınladığı “Tehlike Altındaki Diller Atlas’ına göre Türkiye’de 15 dil tehlike altındadır. Bunlardan bazıları: Ermenice, Çerkez dilleri, Zazaki(Zazaca), Lazca… Bu dillerin tehlikede olmaların başlıca nedeni ise eğitim politikalarıdır. Kamusal alanlarda ve okullarda kendi dilini kullanamayacak olan çocukların ebeveynlerinin, kendi dillerini çocuklarının bilmelerinin sadece sorun yaratacağının farkında olmalarının sonucu olarak “gönüllü” bir asimilasyona uğrarlar.

1.4 Enternasyonalist Öğrenci olarak; herkesin kendi anadilinde eğitim hakkının sağlanmasını talep ediyoruz. Bununla beraber eğitim sisteminin buna göre şekillenmesini istiyoruz.

2.1. Şimdi karşımızda incelenmesi daha çok örnek ve veri gerektiren sosyo-ekonomik alanda devam ettirmek gerekmektedir. Peki üniversiteye geçiş sınavında, yani artık dil SBS’de olduğu kadar inanılmaz bir engel olmadığı zaman, niye hala şehirler arası bu fark varlığını koruyor? Anadilde eğitim hakkı, iller arasındaki başarı farkının sadece önemli bir ögesini oluşturmaktaydı. Güneydoğu Anadolu ve Batı Marmara arasındaki fark, aslında yazımın başında bahsettiğim taşra-merkez arasındaki farkla da bir ölçüde paralellik göstermektedir. Bu farkın nedeni sınıfsal ve ekonomiktir.

2.2. Genellikle eğitim, kapitalizmin o günkü ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırılan, toplumsal ilişkileri üreten bir kurumdur. Yani eğitim; egemen ideolojinin özümsenmesinde ve üretim ilişkilerinin benimsettirilmesinde çok önemli bir role sahiptir. Eğitimin bizim bu başlık altında ele almamız gereken kısmı; üretim ilişkilerinin benimsettirilmesi ve kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesidir. Bu noktadan yola çıkarak; benimsettirilen kapitalist üretim ilişkilerinin sonucu olarak genel olarak karşımıza iki büyük sınıf çıkmaktadır: Burjuvalar ve proleterler. Üretim araçlarına sahip olan ve üretilen metalara sahip olan bir sınıf, ürettiği metalara sahip olamayan mülküz leşmiş bir sınıf.

2.3. Bu iki sınıfın varlığının eğitimle ilişkisi; okulun artık ticari bir kurum olarak görülmesi ve bunun dahilinde öğrencinin de bir müşteri olarak görülmesinin getirdiği özelleştirme süreci, ayrıca bununla beraber devlet okullarındaki eğitim koşullarının ve kalitesinin bölgeden bölgeye değişmesidir.

2.4. Eğitimin paralı hale gelmesiyle karşımıza şöyle bir şema ortaya çıkmaktadır. Patron(okul sahibi) öğrencilerden kazandığı paranın bir kısmını eğitimin kalitesine, öğretim görevlilerine, okul araç gereçlerine aktarmaktadır, geri kalanını ise kar olarak cebine koymaktadır. Nereye atanacağını bilmeyen, zor şartlar altında çalışan, kendi eğitimi üstünde ders vermeyen öğretmenlereler de bu özel okullarda öğretmenlik yapmak bir kurtuluş olarak kendini sunar. Çalışma koşullarının daha çekilebilir olması ve özel okulda devlet okuluna göre kat ve kat daha fazla para kazanma gerçeği bu özel okulların öğretmenlik koltuklarına talebi arttırmıştır. Bu şartlar altında okullar eğitim ve öğretim görevlilerini kendilerine başvuranlardan seçme şansına kavuşurlar. Bu durum dahilinde bu seçilmiş “elit” ve “kaliteli” öğretmenlerin öğrencileri daha önceden de bahsettiğim eğitim sisteminin öğrencileri sürüklediği yarışta adım adım öne geçirmeye başlarlar. Bu öne geçme daha sonraları üniversiteden mezun olduktan sonra iş hayatında daha yüksek bir yerden başlama imkanı sağlar. Daha doğrusu bu eğitime harcanan parayı, bu yarışın kazananlarından biri olacağından dolayı iş hayatında çıkarır. Bu durum özel okul fiyatlarının daha da artmasına neden olur. Özel okulun kaliteli eğitiminden yararlanabilecek olanlar sadece orta-üst zümre olarak kalır. İşçi sınıfı ise bu eğitimden yararlanamaz.

2.5. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak, feodal toplumun sunmadığı ancak kapitalizmin “sunduğu” bireyin sınıf “atlaması” daha da zorlaşır. Burjuva bir ailenin çocuğu, o sermayenin getirisiyle kaliteli bir eğitimden geçeceği için, kapitalist yarışın eğitim kısmında üstün gelecektir, ve eğitimden sonra bir iş için o seçilecektir, “kalitesiz” eğitimden geçmiş bir işçi çocuğu yerine.

2.6. Türkiye’deki eğitim sistemi bunun üzerine bir de dershane ve özel ders gibi kurumları da eklemiştir bu yarışa. Zaten eğitim öğretim süresince para kazanamadığı için aileye yük olan çocuğa(bakım masrafları vs.) bir de bu yarışta belki başarılı olabilme şansı için dershaneler konmuştur önüne. Her ek eğitimin de bir para karşılığında yapıldığı göz önünde bulundurulursa, hatta dershaneler bile kendi içinde özel ve devlet(paralı) diye ayrılıyorsa, bu yarışın egemen sınıfın kazanması için şekillendirildiği apaçık ortadadır.

2.7. Yeni 4+4+4 eğitim sisteminin çocuğun ailenin üstündeki yükünü azaltacağı doğrudur ancak sonucu daha acıdır. O çocuğu sadece 12-16 senelik eğitim sonrasında sanayiye değil de 4-12  senelik eğitim sonrasında sanayiye işçi olarak gönderecektir. Devlet böylelikle işçi ailelerin çocuklarını ucuz/ücretsiz iş gücü olarak kullanırken, burjuva ailelerin çocuklarının eğitimi için bir sermaye kolu açmıştır.

2.8. Peki bu açıkladığım durumun şehirler arası başarı ile bağlantısını nasıl kurmamız gerekiyor? Her ilin fraksiyonları vardır, sınıfsal olarak. Ancak bu fraksiyonların demografik dağılımındaki farklar bu iller arası ayrımın temelidir. Bunu 2.3 kısmında bahsettiğimi biraz daha açarak açıklayabiliriz. 18.y.y’da Kıta Avrupası’nda ortaya çıkan sanayi devriminin Osmanlı/Türkiye üstündeki yansıması, Anadolu’nun batı merkezleri üstünde olmuştur. Sanayinin beraberinde getirdiği şehirleşme ve “zenginleşme” bu illerde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla altyapı çalışmaları, eğitime ve diğer bütün kurumlara yatırımlar ilk bu şehirlerde gerçekleşmiştir. Günümüzde Marmara bölgesi ve Batı Anadolu daha çok ticaret ve hizmet sektörü ile geçimini sağlarken, Güneydoğu Anadolu’da sanayinin izleri görülmekle beraber tarım daha önemli bir yer oynamaktadır ekonomide. Ayrıca sanayi ve hizmet kapsamlı bir eğitim isterken tarımın veya sanayi işçiliğinin böyle bir eğitime ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla batı illerde eğitim daha gelişirken, doğu illerimizde tarlada çalışmak eğitim yerine tercih edilebilir olmaktadır. Orta-üst sınıfa eğitimin bedeli bir dağ gibi gözükmezken, köylüye ve işçiye bir dağ gibi gözükmektedir. Güneydoğu Anadolu’nun genel olarak tarımdan, küçük işletmelerden, tam makineleşmemiş fabrikalardan geçinmesi ileri düzey bir eğitimi bu kadar zorunlu kılmamaktadır. Daha öncede bahsettiğim gibi bu bölgenin fraksiyonları genel olarak sömürülen sınıflardan oluşmaktadır. Güneydoğu bölgesi, ülke içinde ucuz iş gücünün kaynağı olarak kullanılmaktadır. Hükümette bundan çıkar sağlamaktadır, burjuvazi ile birlikte. Bu durum beraberinde, bu coğrafyada yoğun bir biçimde yaşayan Kürtlerin işçileşmesi kaçınılmazdır ve bu nedendendir ki Kürt hareketi ile işçi hareketi çoğu noktada paralellik göstermektedir.

2.9. İstanbul gibi bir şehir neden en başarılı iller arasında yer almadığı gibi bir soru işareti oluşturabilir yukarıdaki anlatımım ancak cevap yine onun içindedir. İstanbul bir metropol olarak o kadar büyümüştür ve göç almıştır ki, eğitimin kalitesi İstanbul’un kendi içinde ayrıca incelenmelidir. Belediyeler arasında oluşacak farkın açıklaması yine bu yazının içinde yer almaktadır.

2.10. İller arasındaki farkın azaltılması , ardından eğitimdeki kır-kent arası farkın azaltılması bir şarttır. Öğrenci ticari değeri olan bir mal değildir, onu meta olarak görmek kapitalist sisteme mahsustur.

2.11. Biz devrimci Marksistler olarak  herkese eşit, ücretsiz, anadilinde eğitim için ve özel okullar kamulaştırılması için mücadele etmeliyiz. Eğitimin kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmesine ve öğrencilerin birer meta olarak görülmesine/kullanılmasına karşı mücadelemizi devam ettirmeli ve bunu kendi çevremizle paylaşmalı, bu bilinci uyandırmalı/ayık tutmalıyız.

3.1. Şimdi karşımıza daha farklı bir sorunsal çıkmaktadır: Sınav sistemi. Bütün bu koşullar altında, sınavın egemen sınıfın çıkarlarını kolladığı apaçık ortadır. Kabul edilemez olmasına karşın, bir nevi “hayatta kalma” içgüdüsüyle bu sınava hazırlanma ve girme zorunluğunda kalmaktayız. Peki ne yapmalı?

3.2. Bir sınav sisteminin yokluğunda okullar neye göre öğrenci alacaktır? Özel yetenekli insanlara nasıl yaklaşılacaktır? Eğitim sistemi nasıl bir karaktere bürünecektir? Hangi amaca hizmet edecektir? Bunun bir sonraki aşamasını hepiniz biliyorsunuz sanırım. “Yok canım Amerika’da şöyleymiş de, Fransa da böyleymiş de, yalnız Almanya’da da varmış da… vs. vs.” Bu tarz bir demagoji yapmanın anlamı yoktur. Tabi ki de farklı eğitim sistemlerin incelenmesi ve tartışılması gerekmektedir ancak unutulmamalıdır ki, bu devletler de sermayenin boyundurluğunun devamı için çabalamaktadırlar ve bu bahsettiğimiz “neoliberal” politikaların kaynaklarıdırlar. Emperyalizmin getirisiyle işçi sınıfının bile belli bir refaha ulaşmasıyla eğitim, sağlık vb. kurumları daha eşit ve “uygulanabilir” olmuştur. Bu refahın bir açıklaması varsa, o da bu ülkelerinin kendi proletaryasını sömürmesiyle birlikte başka ülkelerin işçilerini sömürmesi ve geri kalmış ülkelerinin yer altı ve enerji kaynakları üstünde hak sahibi olmasıdır.

3.3. Burada düşülmemesi gereken bir başka batak ise; kabaca ve biraz da ironik olan, “Devrimden sonra bakarız.” rahatlığıdır. Acı bir gülümsemeyle karşılanması gereken bir cümle.  Bu okulun bizi aile,çevre,iktisadi ve nesnel koşullar, iklim vs. ile şekillendiren en önemli oluşumlardan bir tanesi olduğunu unutmamak gerekir. Egemen ideolojinin birey üstünde inşasının gerçekleştiği bu kurumların daha fazla kapitalizm uğruna şekillenmesinin sonuçları, her geçen gün daha çekilemez hale gelmektedir.

3.4. Bu çerçeve içinde bir çözüm ararken karşımıza sosyalist üretim ilişkilerine hizmet ed-en/ecek politeknik bir eğitimin varlığı çıkar- ancak günümüze uyarlanması neredeyse imkansızdır.[2] Teori ile pratiğin bir araya geçtiği bu eğitimde karşımıza şöyle bir problem çıkar: Eğitim ve öğrenim uğruna öğrencilerin ucuz veya ücretsiz işgücü olarak kullanılması. Kapitalist üretim ilişkilerinin, bireyin ürettiği metaya sahip olamama sorununa bir çözüm getirememesi. Nesnel ve iktisadi koşulların elvermediği bir dönemde bunu bir öneri olarak sunmak; zamansız ve yersizdir.

3.5. Günümüzde, özel bir alanda uzmanlaşılmadığı takdirde, “bilgi”nin kendisi üzerinden verilen bir öğretim yersizdir.  Kapitalizm, kendi bağrından kopacak olan komünist toplum için nesnel koşulları hazırlarken bize çok değerli bir şey sunar, bu özellikle 1980’lerde hayatımıza giren internet ile sıçrama yaşamış, bilgiye ulaşılabilirliktir. Bu noktadan itibaren beyinlerin bir bilgi deposu olarak harcanmasından ziyade, bilgi üstüne konuşabilme, yorum yapabilme, eleştirebilme, analiz edebilme vb. yönlerini geliştirecek ve olayların hangi yöntemlerle nasıl incelebileceğini gösteren bir eğitimden geçmesi gerekmektedir.

3.6. Bu durumun gerçekleşebilmesi için ilk olarak okullarda bir özgürlük ortamının sağlanması şarttır. Bu basit bir düşünce ifadesinin özgürlüğü kavramına indirgenemeyecek bir özgürlüktür. Öğrenci komiteleri kurabilme hakkı, okul yönetiminde bizzat söz sahibi olabilmek gibi haklara da sahip olabilmelidir öğrenci. Bu durumda öğrenci-öğretmen ilişkisi de yeniden şekillenecektir. Dikey hiyerarşik bir yapıdan ziyade öğretmenin rolü, öğrenciler arası bir “moderatör” rolüne bürünecek ve öğrenci karşısındaki “kutsal” üstünlüğünü kaybedecektir. Bir öğrencinin rahatça karşı gelebildiği(düşünce olarak) ve kendi fikrini savunabileceği bir düzendir bu. Bu ortam bireylerin kendi kendilerini geliştirmelerine, bu motivasyonla birlikte kendi içinden gelen bir disipline- ki bunun günümüz eğitimindeki disiplinde uzaktan yakından bir alakası yoktur çünkü dayatılmamıştır- ön ayak olacaktır.

4.1.  Yukarıda genel olarak günümüz modern toplumunun eğitimin sorunlarına değindim ve yine genel bir talepler çizgisi çizdim. Bizim buradaki amacımız baştan aşağı yazılmış bir eğitim sistemiyle çıkmak değildir. Amacım; bu problemlerin bir çerçevesini çizmek, bu bilince ulaşmak, üstünde tartışılabileceğimiz konuşabileceğimiz, aynı sıkıntılar-talepler çerçevesinde iletişime geçebileceğimiz bir kitleye ulaşabilmektir.

4.2. Bir barda, sokak arasında, masa başında bu eğitim sisteminin her şeyine saldırabilirsiniz, tamamen yeni bir şey bile ortaya koyabilirsiniz ancak asgari bir çerçevede birleşip teoriyi pratiğe dökmezsiniz.

5.1. MEB bütçesinin Milli gelire oranı 2008 Dünya mali ve ekonomik krizinden beri düşmektedir.  Türkiye’de kriz yok diyen AKP hükümeti, bu cümleyi doğrulamak için çözümü sadece emekçi yığınların daha da sömürülmesinde değil, ayrıca eğitimin bütçe oranının azaltılmasında da buluyor. Tabi bu süreç boyunca bütçelerinde bir azalma görmediğimiz(hatta artış gördüğümüz %7 civarında) Milli Savunma Bakanlığı’nın krizden etkilenmediği apaçık ortada.

5.2. Anadilde eğitim, özel okulların kamulaştırılması, eğitimde şehirler arası farkın azaltılması dolayısıyla altyapı çalışması, eğitimin kalitesinin arttırılması, öğretmen sorunu(atanma/atanamama, formasyonun kaldırılması, 4+4+4’lük eğitim sistemi… vs. vs.), ücretsiz eğitim gibi taleplerin talep olarak kalmayıp yürürlüğe girmesi için daha yapılması gereken çok şey vardır.

Biz enternasyonalist öğrenciler olarak yapmamız gereken şey, bu taleplerimiz uğruna mücadele etmek, öğrenciler arası dayanışmayı ve birliği yaratmak ve taze tutmaktır.

[1]http://rdb.meb.gov.tr/yayinlar/SBS%20Ara%C5%9Ft%C4%B1rma%20Raporu.pdf

[2]“ Köy Enstitüleri Üzerine” yazısı, Enternasyonalist Öğrenci, Sayı 4.

29th May 2012, Enternasyonalist Öğrenci tarafından yayınlandı

CEVAP VER