TÜSİAD başkanı Simone Kaslowski'nin MÜSİAD başkanı Mahmut Asmalı ile 23 Aralık'taki görüşmesinden.

Mevcut ekonomik kriz ve bu krize karşı rejimin aldığı önlemler ile uygulamaya geçirdiği politikalar silsilesi, sosyalist iktisatçıların bir kısmında, ortada sermayenin bir “iç savaşı” olduğu yönünde tanımlamalar doğurdu. Bu argümana göre rejim, sermayenin belirli gruplarını (özellikle de kendisine ideolojik olarak yakın duranları), sermayenin diğer grupları karşısında önceliyor. Ancak bir rejimin, sermayenin belirli bir grubuna ihaleler noktasında öncelik tanımasıyla, sermayenin bir iç savaşının yaşanıyor olması oldukça farklı durumlar. Bu durumların tanımında titiz olunmalı çünkü bu farklı durumlar, aslında sosyalist siyasetin farklı tutumlar almasını zorunlu kılar.

“Sermayenin iç savaşı” tanımlaması tehlikeli ve yanlıştır. Bugüne dek dünya tarihinde sermayenin iki büyük iç savaşı yaşanmıştır ve bunlar da literatüre dünya savaşları adıyla geçmiştir. Her iki dünya savaşında da, eski emperyalist ayrıcalıkların kendisinin yayılmacı gelişimine ve fetihlerine izin vermeyen Alman finans kapitali, Britanya ve Fransa sermayelerine karşı savaş açmış ve dünyaya önerdiği yeni emperyalist sistemin, kendisinin kaptan kamarasında olacağı şekilde oluşturulmasını talep etmişti.

Dahası sermayenin her iki iç savaşının ardından küresel bir sosyalist devrim dalgası baş gösterdi. Dolayısıyla bugün Türkiye’de sermayenin iç savaşının yaşandığını söyleyip, bunun ardından ortaya bir sosyalist devrim perspektifi koymamak, bu sözde iç savaşın ortasında kalan işçi sınıfını silahsızlandırmaktan başka bir anlam taşımıyor. Eğer gerçekten sermayenin bir iç savaşı söz konusuysa, bundan hem iç savaşın tarafları olan burjuva blokları güçsüzleştirmek, hem de proletaryanın iktidarı fetih mücadelesi adına yararlanmak gerekir. Ancak iç savaş analizini böylesine bir öneri takip etmemiştir.

Ek olarak, sermayenin bir iç savaşının yaşandığı söyleniyor olmasına rağmen, bu iç savaşın araçlarının neler olduğu da ortaya konmamıştır. Mesela 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, genç Türk burjuvazisinin palazlanması uğruna gerçekten de bir sermaye içi iç savaş tetiklenmiştir; sermaye ile mülkiyetin el değiştirmesi için (Türk egemen bloklarının elinde toplanması için) mülksüzleştirmelere (mesela gayrimüslim tüccarların birikimlerine el konması) başvurulmuştur. Sermayenin bu iç savaşı, sermayeyle sınırlı kalmamış ve halkların birikimlerine el konulmasını da (1915 Ermeni Soykırımı veya Varlık Vergisi örneğinde olduğu üzere) getirmiştir. Türk kapitalist sınıflarının ekonomik olarak ihya edilişlerinde, sermaye ile mülkiyetin birikim ile temerküzünün yaşandığı merkezin el değiştirmesi için (azınlıklardan Türk’e geçmesi için), doğrudan doğruya kanlı siyasal ve askerî operasyonlara ihtiyaç duyulmuştur.

Eğer bugün de böylesine bir sermayenin iç savaşı mevcutsa, taraflardan biri servete el koyarken, diğerinin de servetine el konuluyor olması gerekir. O halde sermayenin bu iç savaşında servetine, sermaye birikimine ve mülklerine el konan veya vergi konan sermaye grubu hangisidir veya hangileridir? Bu sermaye grubunun mülksüzleştirilmek veya etkisiz kılınmak istenmesinin ardında yatan nesnel sınıfsal çıkarlar nelerdir ve bu çıkarların baskın gelmesinin politik rejimin doğası üzerindeki etkisi ne olacaktır? Bütün bunlar karşısında sosyalist strateji ne olacaktır? Hayır, bunların cevabı verilmiyor.

Sermayenin iç savaşı, hangi finans grubunun hükümetten hangi ihaleleri alıp almadığıyla veya vergilerinin yüzde kaçının silinip silinmediğiyle ölçülebilecek bir dinamik değildir. Sermayenin iç savaşı bir yeniden paylaşım savaşıdır (tıpkı dünya savaşlarında olduğu üzere). Eğer sermayenin bir iç savaşı söz konusuysa, bu durumda Türk kapitalizminin içinde artık değerin yeniden paylaşımı için bir savaşın yaşanmakta olduğu anlaşılır; ki artık değerin paylaşımını, daima siyasal yetkiler ile silahların paylaşımı da takip eder. Sermayenin iç savaşında kan dökülmesinin nedeni budur. Belirttiğimiz üzere, 20. yüzyılda Türk burjuvazisinin yeterli bir sermeye birikimi üzerinde palazlanabilmesi için Rum ve gayrimüslim tüccarların mülksüzleştirilmesi ve aynı zamanda Ermeni halkının 1915’te soykırıma uğratılarak bütün bir mal varlığına el konması ve ardından da çeşitli ırkçı vergilerle Türk egemen bloklarına bir servet aktarımı gerçekleştirmek gerekmişti. Bütün bunlar bir imparatorluk içi paylaşım savaşının, yani sermayenin iç savaşının sonucuydu.

Özetle, sermayenin iç savaşı, mülkiyet ile zenginliğin el değiştirmesi için verilen bir paylaşım savaşıdır ve bu, Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı dönemsel yeni ekonomi planlarında tanınan kimi önceliklerle, şaibeli kamu ihaleleriyle, yürütme organının belirli bir sermaye grubuna ideoloijk yakınlığıyla, vs. gerçekleştirilemez. Sermayenin iç savaşında söz konusu olan hükümet kararnamelerinin yol açtığı esinti değil, tarihsel sınıf çıkarlarının zemini sarsan tektonik hareketleridir.

Bununla birlikte sermaye kesimleri arasındaki bölünme ideolojik değil, ekonomik kaynaklıdır. Bu bölünme ideolojik dışavurumlar gösterebilecek olsa da, bu ideolojik-politik programın altında yatan da ekonomik motivasyonlardır. Marksistler toplumu sınıfsal ölçütler üzerinden analiz ederler. Toplum “laikler” ve “dindarlar” şeklinde ikiye ayrılmaz; işçi sınıfı ve burjuvazi şeklinde ikiye ayrılır. Bu yöntem, sınıflar içi fraksiyonlaşmaları analiz etmek için de kullanılır. Burjuvazi içi bölünmeler de ideolojik değil, sınıfsal ve ekonomik bir karakter taşırlar. Dolayısıyla “laik-Batıcı burjuvazi” ile “İslamcı burjuvazi” yoktur; finans burjuvazisi, sanayi burjuvazisi, ticaret burjuvazisi ve benzerleri vardır. Birçok durumda bu sektörler birbirleriyle iç içe geçmişlerdir; bu yüzden burjuvazi söz konusu olduğunda sadece sektörler arası değil, sektörler içi kavga ve rekabet de vardır. Yerel ve ulusal burjuva bloklar antiemperyalist veya “anti-Batıcı” oldukları için değil, Avrupa bankalarının karşısında Karadeniz’in nehirlerine yapılacak olan HES’lerden elde edilecek kirli kazanç üzerinde daha fazla pay sahibi olmak için “yerli ve milli” duruşun destekçileri olurlar.

Sorulması gereken soru şudur: “Düşman kardeşler” olarak tanımlanabilecek olan rekabet halindeki sermaye gruplarının, bugün kendileri arasındaki ve işçi sınıfı karşısındaki ilişkilerinde belirleyici olan, kendi aralarında “düşman” olmaları mıdır yoksa “kardeş” olmaları mıdır? Sermaye gruplarının arasındaki “düşmanlık”, henüz onların “kardeşlik” ilişkilerinin üzerine çıkmış değildir çünkü mevcut toplumsal durum huzursuz edici patlamalara gebe olduğu için, sermaye grupları bugün için “kardeşliklerinin” pekişmesinin, işçi sınıfı ve emekçi gençlik karşısında ayrıcalıklarını muhafaza etmek için zorunlu olduğunun farkındadır. Sömürülenlerin mücadeleleri ile seferberlikleri, bu sermaye grupları arasındaki strateji tartışmalarını kapsamlı bölünmelere ve ayrılıklara dek derinleştirecek seviyede değildir henüz.

Bugün “düşman kardeşler” olarak, bu tanımlamadaki kardeşlik kısmına vurgu yapılması yönünde ortak fikir belirten çeşitli burjuva bloklar, kapitalizmin küresel ekonomik krizinden ve bu krizin Türkiye özelinde derinleşen etkilerinden, işçi sınıfı ve emekçi gençlik üzerinde şiddeti artan kemer sıkma politikaları uygulayarak yararlanmak gerektiğinde hemfikirdirler.

Ortada bir iç savaş var ama sözde iç savaşın tarafları olması gereken Ülker-Koç ortaklığı devam etmekte (iç savaş ortamına rağmen Ülker’in hem MÜSİAD’la hem de TÜSİAD’la yakın ilişkilenmesini sürdürmesi de cabası). Ortada bir iç savaş var ama bugün Türkiye’nin Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nun yönetim kurulunda Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye İhracatçılar Meclisi, MÜSİAD ve TÜSİAD birlikte çalışmakta. Ortada bir iç savaş var ama Selin Sayek Böke 5’li çetenin kamulaştırılacağını söylediğinde, TÜSİAD Başkanı Kaslowski, “Herhangi bir özel şirketin mülkiyet haklarını çiğneyecek bir şekilde kamulaştırılması asla söz konusu olmamalıdır” diyerek, bu iç savaşta düşmanı olan sermaye gruplarının servetini savunmayı sürdürüyor. Kolin’in, ihaleler peşinde koşturup kendisini yormaktansa, lig atlamaya çalışarak sanayici olmaya çalışması da (ve mesela tam da bu nedenle Üçüncü İstanbul Havalimanı’ndan çekilmiş olması), ortada olanın bir iç savaştan ziyade, sermaye birikiminde nitel sıçrama yaşama arzusu olduğunu gösteriyor.

Son olarak şunu da ekleyelim: Sözde iç savaşın farklı cephelerinde olan TÜSİAD Başkanı Kaslowski ile MÜSİAD başkanı Asmalı, daha geçtiğimiz günlerde, 29 Aralık 2021’de İstanbul’da bir araya geldi. Geçtiğimiz günlerde ise, sözde sermaye iç savaşında rejimin “yanında” yer almayan Koç Holding’in Arçelik şirketine, sadece bir gün içerisinde devlet kasasından yaklaşık 600 milyon lira aktarıldı. Koç’un Demir Export firmasının yeni maden yatırımlarının yarısını da, yine “iç savaşta” karşısında yer alan rejimin hazinesi karşılayacak.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak biz vurgulamak istediğimiz noktaya dönelim.

Farklı sermaye bloklarının şimdilik temel kaygıları şudur: Başkanlık rejimine karşı emekçi sınıflarında biriken öfkenin ve hoşnutsuzluğun, çeşitli düzen için manevralar ve alternatif sosyal sözleşmeler eliyle soğurulması. Burjuva bloklar arasında bugün bir iç savaş yoktur; bugün onlar, başkanlık rejiminin kendilerine sağladıkları yağma olanaklarının korunarak derinleştirilmesi ve bu karşıdevrimci saldırı karşısında işçi sınıfının siyasal olarak silahsızlandırılması noktasında ortaklaşmaktadırlar. Sermayenin bir iç savaşı söz konusu değildir; sermayenin, başkanlık rejiminin kendisine kazandırdığı ayrıcalıkları korumak adına, işçi sınıfına karşı ortak saldırısı söz konusudur. Dolayısıyla sosyalist strateji de, bu ortaklaşmayı ve bu ortaklaşmaya yol açan kirli çıkarları hedef almalıdır.

Bunun anlamı rejim ile sermaye blokları arasında ve sermayenin kendi içinde sürtüşmelerin, tartışmaların ve anlaşmazlıkların olmadığı değildir. Ancak bugün için bu sürtüşmeler ile tartışmalar, politik durumu belirleyen temel etkenler değillerdir. Mevcut durumu belirleyen olgu, 5’li çetenin Millet İttifakı’ndan randevu talep etmesinden ve Koç’un rejimden yağlı yardımlar almayı sürdürmesinden de anlaşılabileceği üzere, sermaye bloklarının bugün (siyasal düzlemde iki farklı ittifak şeklinde  tezahür etse de) bir birleşik patron cephesi siyaseti sürdürmesidir. Tam da bu nedenle rejimin, MÜSİAD’ın veya TÜSİAD’ın ayrı ayrı yaşayacağı herhangi bir kısmî krizin, Türk kapitalizminin bir genel krizine sıçrama olasılığı bulunmaktadır.