2019 senesi, Türkiye eğitim sisteminin, sermaye birikiminin organik birer unsuru olarak kalabilmesini sağlayacak tedbirlerin tartışılmasıyla başladı. Söz konusu tartışma iki yönlü bir süreç: Bir yandan mevcut ekonomik kriz koşullarında, sermayenin sözde yükünü hafifletebilmek için bu ticari talanın derinleştirilmesi ve genelleştirilmesi isteniyor, bir yandan da hükümet, finans kapital gruplarının iştahını kabartan eğitim sektörünün pazarlamasını sürdürerek, işverenlerle arasını iyi tutmaya çalışıyor.

Bugünkü Milli Eğitim Bakanı’nın, bir eğitim kurumları zincirinin özel sahibi olduğunu unutmamak gerek; rejim, izleyeceği eğitim politikasının ipuçlarını, zaten bu bakanlığı bir eğitim kapitalistine teslim ederek vermişti.

Geçtiğimiz günlerde 2019 yılının ilk “Yükseköğretim Programları Danışma Kurulu Toplantısı” yapıldı. Yükseköğretim Eğitim Programları Danışma Kurulu toplantısının ilki 26 Aralık 2017’de yapılmıştı. Toplantının konusu üniversite eğitimi alanında istihdam odaklı politikaların oluşturulması ve yeni açılacak kontenjanların buna göre uyarlanmasıydı. Bu adımla amaçlanan, yükseköğretim eğitiminin, bütün yönleriyle kapitalist işgücü piyasasının ihtiyaçlarına indirgenmesi.

Toplantıya katılan kurumların ismi aşağıdaki gibi:

  • Yükseköğretim Kurulu (YÖK)
  • Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı
  • Hazine ve Maliye Bakanlığı
  • Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı
  • Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
  • Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı
  • Sağlık Bakanlığı
  • Milli Eğitim Bakanlığı

Kurumların isimleri ile işlevleri, eğitim sektörüne dönük öngörülerinin özeti gibi. Bir yandan sanayiciler öğrencilerin ucuz iş-gücü olarak mezuniyet öncesinde okul içinde, AR-GE çalışmaları kapsamında sömürülmesini; endüstriyel üretimin kısmen üniversitelere taşınarak kapitalistlerin maliyetlerinin düşürülmesini talep ediyor. Diğer yandan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nde kendilerini ifade eden bankerler ile borsacılar ise okul altyapılarından müfredatlarına, öğrencilerin sosyal boş zamanlarından aldıkları ulaşım ve yemek hizmetlerine dek geniş bir yelpazenin, kendilerine ihale edilmesini; bu hizmetler ile boş zamanların paralı birer lükse çevrilmesini savunuyorlar.

“Yükseköğretim Eğitim Programları Danışma Kurulu” adı altında toplanan bu  patron-hükümet birliğinin, nasıl kurulduğunu unutmayalım.

Bu sözde “danışma kurulu” “Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” kapsamında geçen sene YÖK bünyesinde oluşturulmuştu. Özetle kapitalist sınai gelişimin eşitsizlikçi faturasının eğitim kurumlarına ve öğrencilere pay edilmesi doğrultusunda çalışılması planlanan ve yeni rejimin hukuksuz KHK’leriyle kurduğu öğrenci ve işçi düşmanı bir kuruldan bahsediyoruz. Aynı KHK ile “Meslek Yüksekokulları Koordinasyon Kurulu’nun” da oluşturulmuş olduğunu unutmayalım.

Yapılan resmi açıklamaya göre, kurulun periyodik toplantılarıyla “eğitim programları ve kontenjanların planlanmasına yönelik süreçlerde paydaşlarla istişare yaparak görüş ve önerileri almak hedefleniyor.” Eğitim gibi, bütün yönleriyle kamuya ait ve kamuya dair olması gereken yaşamsal bir alanın, “paydaşları” olması ilginç değil mi? “Pay edilen” tam olarak nedir? Öğrencilerin geleceği, yetenekleri ve birer üretici güç olarak ucuz iş güçleri olabilir mi?

Kurulun ikinci toplantısının ardından basına çıklanan bilgiler, yaklaşmakta olan ciddi bir neoliberal saldırı dalgasının haberini veriyor. Şöyle yazıyor: “(…) ilgili kurum temsilcilerinin görüş ve önerileri doğrultusunda Türkiye’deki ve dünyadaki gelişme ve eğitimler, iş gücü ve istihdam ihtiyaçları dikkate alınarak yeni meslek alanlarında yükseköğretim kurumları bünyesinde önlisans, lisans ve lisansüstü düzeyde açılabilecek yeni program önerileri ve yükseköğretimde kontenjan planlamaları üzerinde görüş alışverişinde bulunuldu.

Açıklamanın öğrenciler açısında meali şu: Lise, üniversite ve yüksek lisans eğitimleri, Bologna kriterlerine bağlı kalınarak, liberal pazarın sınai ve ticari ihtiyaçları uyarınca revize ve böylece deforme edilecek. Bilimsel uğraş ve bilgi ile kültürün birikimi, kendisinin sorumlu olduğu krizin karşısında daha fazla pasta dilimine gereksinim duyan sermaye birikiminin egemenliği altında olacak; akademik faaliyetlerin konusu, piyasa ihtiyaçlarınca belirlenecek.

Belirtmeye lüzum dâhi yok ki, toplumun ihtiyaçlarına değil ancak nüfusun %1’lik bir kesimini oluşturan kapitalistlerin mali ihtiyaçlarına indirgenmiş bir eğitim programının, kendisinin çöküşüne tanık olmaması olası değildir.