Bir Bolşevik-Leninist, her tür mücadelenin, ki bu mücadele işçilerin en basit maddi çıkarlarını ya da demokratik haklarını ilgilendiriyor dahi olsa bile, en ön safında yer alır.

– Lev Troçki, Nisan 1938

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, partisinin milletvekillerinden Enis Berberoğlu’nun MİT tırları davasından tutuklanması üzerine Ankara’dan İstanbul’a başlattığı “Adalet” sloganlı yürüyüş, Türkiye Marksizminin birçok sektörü tarafından farklı tutumlar ve yorumlar ile karşılandı. Koşulsuz destek ile sekter inkar şeklindeki geniş siyasal tercih yelpazesinin hemen hemen her noktasına dair olan bu tutumlar ile yorumların biz, sekter inkar bölümüyle ilgileneceğiz. Zira devrimciliğin argümanlar düzeyinde en radikal formuna bürünen bu sekter inkar siyasetinin özünde son derece oportünist ve teslimiyetçi bir hatta sahip olduğunu bütün yönleriyle ortaya koymak, bir gereksinimdir. Küçük burjuva bir sekterizmin şaşmaz takipçileri olan bu odaklar, geleneklerini ve apolitik inkarlarını Ekim Devrimi’nin mimarlarına dayandırarak, Bolşevik politikanın da programatik temellerine dönük lekeleyici ve yalancı bir yazın üretiminin uğraşı içerisine girdiler. O halde 1.) katıksız bir proleter sınıf temelinden doğmamış olan mücadelelere ve seferberliklere dönük Marksist yaklaşımın ve politikanın ne olması gerektiğini ve 2.) bu sorunun çözümü noktasında hiçbir tarihsel-politik ekolün ulaşamadığı bir başarıya ve “ilkeli esnekliğe” ulaşmış olan Leninizmin, kendi tecrübelerinin derslerinin neler olduğunu tartışmak zorunludur.

Burjuva siyasal bir programın taşıyıcılığını yapan Kılıçdaroğlu’nun başlattığı yürüyüşün, Marksizmin penceresinden değerlendirilişinde 20. yüzyıl başı Rusya’sının deneyimleri verimli bir okul olarak karşımızda durmaktadır. 1905 senesinde Rusya halklarını silahlı bir ayaklanmaya taşıyan Petersburg proletaryası, kurtuluşlarına dair çözüm önerilerini öteki dünyada aramaları gerektiğini vaaz bir papazın ardına takılarak Kışlık Saray’a doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Bu seferberliğin başını, bırakın burjuva ulusalcı yarı sosyal-demokrat bir partinin lideri olmayı, yüzyılların en gerici kurumlarının başını çeken sömürgeci kilisenin bir metafizik adamı çekiyordu. Bu noktada Bolşevik Merkez Komitesi’nin ve Lenin’in ayrı olarak hangi tavrı takındığına az sonra değineceğiz.

Gapon’un, işçileri temsilen verdiği dilekçede aşağıdaki ifadeler yer alıyordu: “Efendimiz, halkınıza yardım etmeyi reddetmeyin! Sizi halkınızdan ayıran duvarı yıkın. Taleplerimizin yerine getirileceğini emredin ve söz verin, ve böylece Rusya’yı mutlu edin; eğer bu olmazsa, biz burada ölmeye hazırız. Yalnızca iki yolumuz var: Özgürlük ve mutluluk ya da mezar.” Ne kadar da proleter olmayan kelimeler!

Şimdi bir bilanço çıkaralım: Yalnızca bir şehrin işçilerinin yürüyor olması, onların da gerici bir din adamının ardından yürüyor olması, üzerinde anlaşılan metinde Çar’ın kendisine ve onun rejimine övgüler düzülüyor olması, dahası metinde talep edilenlerin monarşi rejiminin dahi ekonomik rüşvet sınırlarını aşmayan zayıf isteklerden oluşuyor olması, yürüyüşte örgütlü sosyalist bir örgütlenmenin ağırlığının olmaması (zira RSDİP’nin iki kanadı da yürüyüşün ertesinde seferberliğin önemini anlayıp ağırlık koymaya çalıştılar)… Ancak bilançonun devamı da var: 112 sanayi yereli ile 10 demiryolunda genel grevin ilan edilmesi, halkın silahlanması, erlerin işçilerin safına geçerek burjuva orduyu bölmesi, tarihin ilk sovyetik tipteki proleter öz örgütlenmelerinin yaratılmış olması, tarihte ilk defa Çarlık rejimine alternatif proleter iktidar organlarının ortaya çıkması ve en önemlisi de işçiler ile emekçilerin fabrikaları, yerelleri ve kendilerini, kendi kendilerine yönetmeyi öğrenmiş olmaları!

Bu noktada, Kılıçdaroğlu’nun yürüşünü belli başlı “devrimci” kaygılarla inkar edenlerin veya bu yürüyüşün görmezden gelinmesi gerektiğini söyleyenlerin en büyük sorumluluğu, Lenin’in de benzer “kaygıları” Gapon özelinde yaşamış olduğunu ve bu sebeple Petersburg yürüyüşüne destek vermemiş olduğunu ispat etmektir. Ancak biz bu ispatın daha baştan ölü doğmuş olacağının bilincindeyiz. Lenin’in, ilk aşamasında önderliğinin papaz Gapon olduğu yürüyüşe dönük tutumu, tam da işçilerin yanlış bilinç durumlarının devrimci kırılmalarına zemin hazırlayacak bir politik yönelişti. Lenin ile Troçki’nin bir metafizikçinin ardında yürüyüşe geçen Petersburg proletaryasına dönük siyasal önerileri, kilise kurumunun ne denli karşıdevrimci ve işçi düşmanı bir tarihe ve programa sahip olduğu yönündeki propagandizm noktasına saplanıp kalmamıştı. Onlar taktiksel müdahalelerini, derhal olmak üzere kitlelerin verili bilinç durumuyla iktidarın devrimci fethi arasındaki geçiş aşamasına (“köprüye”) oturttular. Lenin, merkezi olarak rejime bağlı bir kurumun din görevlisinin arkasında yüründüğü gerekçesiyle, seferberliği yeterince proleter olamamakla hiç suçladı mı? Troçki, yürüyüşün başının bir papaz tarafından çekilmesi sebebiyle, komünistlerin bu seferberlikten kesinlikle uzak durmaları gerektiğini iddia etti mi? Sekterizmin savunucularının hoşuna gitmeyecek ancak aslında onlar, tam tersini yaptılar. Lenin 1905 ilkbaharında Cenevre’ye geçen Gapon ile bir buluşma organize etti. Bu papaz ile konuşmaya istekli tek sosyalist kendisiydi (Troçki o sırada, 1905 devriminin yarattığı Sovyetlerin başkanı seçilmesinden dolayı aranmaktaydı). Lenin’in bu davranışını sorgulayanlara, Kuruspkaya “çünkü emekçi kitlelere bu kadar yakın olan herkes konuşulmaya değerdir!” diye cevap vermişti (bu alıntıdan Kılıçdaroğlu’nun emekçi kitlelere yakın olduğu yanılgısında olduğumuz anlaşılmasın!). Dahası, Lenin’in kendi partisinin Merkez Komitesi onu, Gapon’un “şaibeli bir karakter” olduğu yolunda uyardı. Lenin, daha sonra, kitle hareketinin potansiyel dinamikleriyle kendi Merkez Komitesi’nin sekter tavrı üzerine, bugünün Adalet Yürüyüşü adına anlamlı dersler çıkartılabilecek şu bilançoyu gerçekleştirdi: “Tabii grevi işçiler Gapon’un getirdiği yerde durmayıp, halkı silahlı ayaklanmaya kadar götürdüler! Bizim Rusya’daki Bolşevik merkez komitemiz bunu zamanında fark edemedi. O yüzden de önderliği Menşevik ajitatörler ele geçirdiler!

Bu bağlamda Lenin’in kuşağımıza bırakmış olduğu ders, kitle hareketinin sahiplendiği gerici önderliğe pratikte saplanıp kalmanın ve bu öznel politik engeli mutlaklaştırmanın biricik sonucunun, sokaklara enerjisini boşaltma potansiyeli olan mücadeleleri (misal Adalet Yürüyüşü’nün Bursa’dan ve Kocaeli’den geçerken tetikleyebileceği işçi kitlelerin potansiyeli) ıskalamak ve bu savaşıma müdahale edemeyecek oranda programatik olarak felçleşmek olduğudur. Son olarak belirtmekte fayda var ki, Lenin 1905’i, “1917 devriminin kostümlü provası” olarak tarif ederken, kitlesel patlamaların içeriklerinin, çarpık biçimlerine indirgenemeyeceğini söylüyordu.(1)

Lenin ile Troçki’nin, papaz Gapon’un başını çektiği o yürüyüşe dönük aldıkları tavır, Rusya’da devrimci partinin inşasında nitel bir sıçrama yarattı. Ancak bu Lenin ile Troçki’nin doğuştan gelen herhangi bir yeteneğinden ileri gelen bir şey değildi. İkisinin de arkasını yasladığı metodoloji bir ve aynıydı. Marx’ın yöntemi, kitlesel seferberlikler ile onların yanlış önderlikleri (enternasyonalist olmayan bütün önderlikler) hakkında bize ne anlatıyor?

Devrimci Marksizm kitleler, onların seferberlikleri ve kitleler ile onların seferberliklerinin önderlikleri arasında kategorik bir ayrım olduğunu söyler. Lyon sanayi havzasında Le Pen’e oy veren bir işçi greve çıktığında, o fabrikadaki sınıf mücadelesi, işçilerin önderliklerinden bağımsız olarak desteklenir. Bugün Türk-İş’li işçiler, kendilerinin bulunduğu bir işyerinde üretimi durdurma kararı alırsa Marksistler, Türk-İş’in burjuva devletçi karakterine rağmen işçilerin eylemini destekler. Mısır’ın kuzeyindeki tekstil emekçileri, darbeci Sisi’yi protesto etmek için eyleme geçerse ve bu direnişin başını da Müslüman Kardeşler çekerse, biz İslamcı gruplara dönük eleştirimizin tonunu asla düşürmeden o tekstil atölyesinin üreticilerini destekleriz. Şu tarihi yasa asla akıllardan çıkmamalıdır: Yalnızca parti, proletaryayı olması gereken şekliyle temsil eder. Yabancı önderliklerin altındaki seferberlikler ise proletaryayı olduğu gibi (önyargılarıyla ve eksiklikleriyle) temsil eder. Olması gerekene varmak, ancak ve ancak, olduğu gibi olana devrimci program ekseninde müdahaleyle başarılabilir.

Troçki, 4 Eylül 1933 tarihli “Britanya’da Sendikalar” başlıklı metninde şöyle yazıyor: “Devrimci parti aynı zamanda sınıfla nasıl doğru ilişkiler kuracağını da bilmek zorundadır. Bu, oportünistçe muğlaklıktan ve sekter kayıtsızlıktan eşit derecede uzak olan bir devrimci gerçekçilik politikasını gerektirir.” Troçki’nin “sekter kayıtsızlık” olarak tarif ettiği politikanın mantıksal uzantısı olarak karşımıza çıkanın ultimatomculuk olduğunu görüyoruz. Sekter kayıtsızlar, sekterlik gösterdikleri mücadele dinamiklerine derhal bir ultimatom uzatırlar: “Bunları, bunları ve bunları gerçekleştiremezsen, şu kadar proleter olamazsan ve bu kadar burjuva olursan, biz yokuz!” Tarihin bir ironisi olsa gerek, en radikal “Bolşevik” kriterleri yerine getirmeyen mücadeleleri tanımayacağını deklare edenler, bu mücadelelerin hemen yok olacağını söyleyenler, genellikle bu mücadelelerden önce tarih sahnesinden silinirler veya oraya hiç çıkamazlar bile.

Gelelim Adalet Yürüyüşü’nün kendisine. Öncelikle yürüyüşün, devlet içi fraksiyonların yetki ve silah üzerine gerçekleştirdikleri şiddetli mücadeleyi rejim içi mevzilerinden dışarı çıkarması ve sokağa taşıması, bağımsız bir işçi sınıfı siyasetinin örülmesinin ve ulusal bir alternatif olarak proleter seçeneğinin somutluk kazanmasının olanaklarını güçlendirmektedir. Yürüyüşün sanayi merkezlerine uğraması için çalışılması, onun geçtiği yerlerdeki emekçilerin en yakıcı gündemlerine dönük sosyalist önerilerin propagandasının yapılması ve yol üzerindeki işçi semtlerinde gerçek bir adaletin ancak OHAL’in kaldırılmasıyla ve kıdem tazminatına dokunulmamasıyla gelebileceğinin anlatılması, öncelikli görevler olarak bizleri beklemektedir. Bolşevik politika, Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşünün ister istemez açtığı mevzi üzerinden (hem fiziksel hem de siyasal anlamda) mümkün olduğunca fazla işçinin devrimci programla buluşturulması kaygısını taşımalıdır. Yürüyüşün, baştan sakat doğmuş olduğu kuşkusuz doğrudur. Ancak yürüyüşün baştan sakat doğmuş olmasının sebebi, onun burjuva karakteri değildir. Aksine bu burjuva karakter bir noktada işçilere, demokrasi sorununun doğrudan doğruya kendi sınıfsal gündemleri olduğunu hissettirebilir veya öğretebilir. Yürüyüşün doğuştan güçsüz olan tarafı, Versay’a değil Versay’dan yürünmesidir. Zira İstanbul’dan Ankara’ya doğru şekillenecek bir rotanın üzerindeki işçilerin ikna edilerek saray rejiminin kapıları önünde yapılacak bir miting, Maltepe meydanına oranla çok daha güçlü bir direniş odağı olarak kendisini var edebilirdi.

Bugün, işçi sınıfının burjuva-demokratik ve ulusalcı önyargılarını kırmak amacıyla onun yanında yer almayanlar, bu önyargıları mazeret olarak göstererek politik “günahlardan” uzak “ilkeli” teorik mağaralarının kapılarını sonuna kadar kapayanlar Türk kapitalizminin ilgasından bahsetmesinler. Zira onların bu tutumlarının biricik sonucu, işçileri Kılıçdaroğlu ve benzerleriyle baş başa bırakmak, üretici sınıfları sınıf düşmanlarının programlarına terk etmektir ve başka da hiçbir şey değildir. Adalet Yürüyüşü’ne sempati duyan proleterleri, yürüyüşün burjuva karakterinden yola çıkarak terk etmek veya inkar etmek, nihai anlamda Bonapartist saray rejiminin değirmenine su taşımaktadır. Ne bekliyorduk? Üretim merkezlerinden dışarı doğru seferber olan kızıl işçilerin bugünden yarına iktidar organlarını ele geçirmesini mi? Troçki’nin katlinin ardından onun masasında bulunan ve Ağustos 1940 tarihli tamamlanmamış bir makale olduğu anlaşılan metinde (Emperyalist Çürüme Çağında Sendikalar), Troçki’nin özellikle bir cümlesi dikkat çekiyor: “Bizler faaliyetlerimizi yürüteceğimiz alanları ve koşulları kendi beğenilerimize göre seçemeyiz.” Troçki’nin bu isabetli gerçekçiliği akıllara hemen Marx’ın Kugelmann’a 17 Nisan 1871’de yazmış olduğu mektubu çağrıştırmıyor mu: “Eğer mücadeleye yalnızca kesin lehimize olan koşullarda atılacak olsaydık, dünya tarihini yapmak gerçekten kolay olurdu.” O halde mücadele koşullarının lehimize dönmesini beklemeyelim, aksine o koşulları değiştirmek uğruna verili olanın içerisine kendi devrimci programımızla gömülelim.

Dipnotlar:

1.) Lenin, meşhur “‘Sol’ Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” kitabında “kostümlü” sıfatı üzerine bir revizyona giderek şöyle bir ifade kullanır: “1905’teki ‘genel prova’ olmasaydı, 1917 Ekim Devrimi’nin zaferi mümkün olmayacaktı.