Resmi istatistiklerle birlikte COVID-19, 15 Nisan itibariyle dünya genelinde 126 binden, Türkiye’de ise 1400’ten fazla insanın ölümüne sebep oldu. Başlangıçta hastalığın ciddiye alınmaması gerektiği ve sadece yaşlı insanları etkilediği söylense de, her yaş grubundan ölümler sıklaşmaya başlayınca durumun vehameti açığa çıktı. Dünya Sağlık Örgütü bazı ülkelerde salgının yavaşlama eğilimine geçtiğini ancak Türkiye’deki vakaların sayısının endişe verici şekilde arttığını vurgulamaya devam ediyor. Her ne kadar hükümet son açıklamalarında mavilikler vadediyor olsa da, durum tam da aksini işaret ediyor. 

Salgın bütün dünyayı altüst etmesine rağmen, Türkiye’de çalışma hayatı hiçbir şey olmamış gibi devam ettirildi. Açığa çıktı ki onbinlerce işyeri, işçiler için salgına yönelik hiçbir tedbir almadan üretime devam ediyor. Sağlık Bakanlığı ülkede her gün 100’den fazla kişinin öldüğünü açıklar, Cumhurbaşkanı yurttaşlara IBAN atar hale geldi. Alınamayan sağlık tedbirleriyle gitgide tablonun ağırlaştığı düşünülürse, hükümetin politikalarının iflas ettiği ortada. Fakat kapitalist hükümetin bir kırmızı çizgisi var: İşçi ve emekçilerin ölümü anlamına gelen üretimin devam etmesi.

Patronların kârları mı, emekçilerin canları mı? “Hayat eve sığar” kampanyası işte bu vahim soruyu maskeliyor. “Virüsten mi ölelim, açlıktan mı?” diye soran tır şoförü ertesi gün hükümet marifetiyle gözaltına alınmıştı. “Ücretli izin alarak evde kalalım” diyen işçilere ise sopayla karşılık veriliyor.  Gerçekten de, zorunlu olmayan birçok işkolunda çalışma olağandan da yoğun devam ederken, işçilere evden çıkmayın demek “Aç kalarak ölün” demekten farklı değil. Peki daha ne kadar ölmemiz gerekiyor?

Kürtaj benzeri tartışma başlıklarında insan yaşamının kutsallığını dilinden düşürmeyen başkanlık rejimi, temsilcisi olduğu finans, inşaat, silah ve enerji aristokrasisi daha da zenginleşebilsin diye milyonlarca işçiyi ve genci işyerlerine hapsederek, yoksulun canına ne kadar da kolay kıyıyor, değil mi? Aslında onlar için denklem çok basit: Emekçiler, Hacı Sabancı gibileri deniz kenarındaki evinden fotoğraf atabilsin diye hayatlarını feda edecek, böylece Türk kapitalizminin oligark aile şirketleri de para kaybetmeyecek! Hadi Türkiye’nin bugününün bir fotoğrafını çekelim, olur mu? Bugün kapitalist sanayi devlerinin kârları korunsun diye, on binlerce metal işçisi üretim bantlarında, ciğerleri fabrikanın atmosferinden yorgun düşmüşken, virüsle temas etmeye terk edilmiş durumda. Bugün Hacı Sabancı benzeri finans elitleri İstanbul Boğazı’ndan dördüncü veya beşinci veya altıncı yalısını alabilsin diye yüzbinlerce COVID-19 hastası solunum cihazından mahrum. Bugün ucuz emek gücünün kendilerine sağladığı milyarlık kârlardan vazgeçemeyen kapitalistler nedeniyle, 20 yaş altına getirilen sokağa çıkma yasağından, kuruşlarla geçinmeye çalışan işçi gençlik muaf tutuluyor. Kahrolsun bu düzen içinde, bu düzenle barışını yaparak huzur arayanlar! Bugün Türkiye’yi yöneten rejim ile onun temsilcisi olduğu egemen bloklar defedilmedikçe, gençlik için huzur, söz konusu olamayacaktır.

Liberaller ile muhafazakarlar, toplumlar ne zaman en fazla değişime ihtiyaç duyarsa işte o zaman şakıdıkları tekerlemeyi bugün hala yinelemeye devam ediyorlar:  “Bari bunu siyasete karıştırmayın, bugün insanlar ölüyor!” diyorlar. Anlaşılan o ki, gençliğe iyi bir vatandaş ve köle olarak ölmelerini öneriyorlar. Büyük sosyalist öğretmenlerimizden Alman Marksist Rosa Luxemburg, 1914’te patlak veren I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın bir anlatısını sunarken, aşağıdaki satırları kaleme alıyordu:

“İş dünyası harabelerde gelişiyor. Şehirler, enkaz yığınlarına dönüyor; köyler, kasabalar ve çöller mezarlık oluyor; halk yoksullaşıyor, kiliseler ahırlara dönüşüyor. Uluslararası hukuk, anlaşmalar ve birlikler; en kutsal sözler ve en yüksek otorite, birer birer parçalanıyor.”

Dünyanın önde gelen finans başkentleri olan New York ile Madrid’de toplu mezarların kazımına başlanmasından, Reagan ile Thatcher iyi öğrencileri olmakla övünen küreselleşmeci iktidarların gümrük sınırlarında askerî operasyonlarla ticareti yapılan tıbbî malzemelere el koyuşuna dek, biz bugun, büyük öğretmenimiz Ros Luxemburg ile 2020’nin Nisan ayı arasında çok az fark görüyoruz. Anlaşılan o ki, burjuvazinin hükmü altında geçen bir yüzyılı aşkın zaman, dünyaya hiçbir şey kazandırmamış, aksine onu hırpalamış, onu sömürmüş ve bir vampir gibi kanını emmiş.

Bu sebeplerle gençlik, rasyonal talepleri etrafında yeni bir geleceğin yaratılması için kenetlenmeli. Zorunlu sektörler dışında bütün iş yerlerinde üretim durmalı. Çalışan işletmelerde, iş sağlığı ve güvenliği önlemleri azami şekilde uygulanmalı. Bunlar işçi v emekçi denetiminde gerçekleşmeli. Oligarşiyi koruyan düzenbaz önlem paketlerinin yerine, işten çıkarmaların gerçekten yasaklanmasını ve zorunlu olmayan sektörlerdeki bütün işçilerin ücretli izne çıkarılmasını savunmalıyız.

Emekçi gençlik hastalığın pençesine atılıyor. Pandemiye karşı mücadele, kapitalistlerin ferman kararlarına bırakılamaz. COVID-19, yalnızca biyolojik bir kriz olarak değil ancak sosyo-ekonomik bir kriz olarak da, sağlık önlemlerine ve gerekli tedaviye erişemeyen işçilerin ve emekçilerin, gençlerle birlikte ortak sorunudur.