A. N. Çiçek
Dünyayı, onun egemenliğini kopyalamadan nasıl değiştirebiliriz? Bu soru özellikle kendi hareketinin estetik görünüşü ile toplumsal gerçekliği birbirine karıştıran öğrenci hareketinin yetenek yoksunluğu karşısında anlam kazanıyor: öğrenci hareketi toplumsal dönüşümün katalizörü olmaktan ziyade onun bir temsili haline geliyor. Türkiye’de yaşanan son patlamalar da bunun istisnası değil. Öğrencilerin gelişmiş kapitalist entegrasyonun sosyoekonomik süreçleri içinde giderek artan bir hızla proleterleşmesi ve acil gündemlerinin sınıfsal kökenlerinden doğan panik, öğrencileri ve gençleri mücadeleye -hemen mücadeleye- iterken, kitleselleşme bağlamında kendini gösteren başarı seferberliklerin kazanımı olarak fazla ortaya çıkmıyor. Dahası mevcut kendiliğindenlik, çoğu zaman politik içerikten yoksun bir kahramanlık ayinine, bir happening sahnelemesine dönüşüyor. Kitlesel öğrenci eylemleri sol duyarlılıklı ahlak gösterileri, endüstriyel müzik ve eğlenceler, nostaljik sembolizm vb. açısından kısaca rasyonelleştirilmiş ve mekanize edilmiş emek sürecinin üretken olmayan görünümleri açısından son derece zengin. Politik içeriğe, militan örgütlenmelere, öğrencilerin acil taleplerini yansıtan slogan ve pankartlara ise bu eylemselliklerde az rastlanıyor.
Peki dünyayı daha iyiye dönüştürme mecburiyetinin aciliyeti karşısında, hareketin karşı çıktığı dünyaya benzemesi onun kaderi midir? Şayet öğrenci hareketi halen bir toplumsal dönüşüm potansiyelini içinde barındırıyorsa, tevekküle kapılmaktan veya kendini kahretmekten imtina edenler için hareketin bu geriliğini nerede aramak gerekir?
Hareketin biçimi ve içeriği arasındaki kopuşta. Düşünce ve eylemde. Teori ve pratikte.
Toplumsal davranışlarıyla değil, toplumsal ilişkilerinden ötürü bir araya gelmiş insan grupları olarak kitleler, öteden beri içinde bulundukları acı koşulları siyasi eylem aracılığıyla dönüştüregelmiştir. Bilinçli, dönüştürücü emek faaliyeti olarak eylem, kavramı olan “praksis”e emek yaşamı dolaysızca yeniden üretmekle kalmayıp yaşamın koşullarını da üretmeye başladığı tarihsel anda kavuşmuştur.
En geniş anlamda teori ve pratiğin “sözde(?)” birliği olarak anlaşılan praksis, işte bu kafa emeği ve kol emeği arasındaki iş bölümünün ortaya çıkışında kendini gösterir. İnsan emeği, salt günü kurtarmanın, hayvani çırpınışın ötesinde; koşulların dayattığı özgürlüksüzlüğe karşı bilinçli şekilde doğaya, doğayı dönüştürmek için yöneldiğinde bu iş bölümü ortaya çıkar. Suni bir iş bölümüdür bu, mutlaklaştırılmamalıdır. Kökeninde zorunluluğun, esaretin olması da bugüne değin tüm mücadelerde, emeğin özgürleşme mücadelelerinde, nesnelleşmiş olarak bulunur. Ancak içinde bulunduğu koşulları kendi lehine çevirmek için düşünen ve eyleyen insan, bunun bedelini emek faaliyetinin nesnesi olarak aldığı doğaya yabancılaşarak öder.
“Nesnel dünyaya biçim verirken, insan kendisinin bir türsel-varlık olduğunu gerçekten kanıtlar. Böylesi bir üretim onun pratik türsel-yaşamıdır. Onun vasıtasıyla doğa insana kendi eseri ve kendi gerçekliği olarak görünür. Emek nesnesi, insanın türsel-yaşamının nesneleşmesidir. Çünkü insan kendisini sadece zihinsel olarak, bilinç bakımından değil, pratik olarak ve fiilen de yeniden üretir ve dolayısıyla kendini, bizzat kendisinin yarattığı bir dünyada düşünebilir.” —1844 El Yazmaları, Karl Marx
İnsan emeği ve yaşamı arasına böylesine bir dolayım girmesi, hem emeğin toplumsal örgütlenişini hem de onun sonucu olarak kitlelerin bilincini şekillendirir. Bu dolayım, kapitalist üretim biçimi altında son derece kompleks bir form olan meta fetişizmi biçimini almıştır. Ürünlerin değer kazanması ve böylelikle metaya dönüşmeleri, insan emeğinin pratik faaliyetinin bir sonucudur. Oysa metaların görünüşü, kendilerinin üretim sürecini gizleyerek sanki insan emeğinden bağımsızmış gibi bir hüviyete kavuşur. Böylelikle üreticiler kendi ürettikleri emek ürünlerine yabancılaşırlar, insanlar arasındaki tarihsel ilişkiler insanların ürettiği nesneler arasındaki zorunlu ilişkiler gibi sunulur. Toplumsal gerçekliğin hakikat içeriğini -burjuva ve proleter arasındaki çelişkili sınıf ilişkisini: sömürüyü- gizleyerek yanlış bir bilinç üreten bu karaktere Marx metanın fetiş-karakteri der.
“…bir benzetme yapmak istersek, din dünyasının sisli bölgesine yükselmemiz gerekir. Burada, insan kafasının ürünleri, kendilerine özgü hayatları olan, kendi aralarında ve insanlarla ilişki halindeki bağımsız biçimler gibi görünür. İnsan elinin ürünleri olan metalar dünyasında da böyledir. Emek ürünleri metalar olarak üretilmeye başlar başlamaz onlara yapışan ve dolayısıyla da meta üretiminden ayrılmaz olan bu şeye fetişizm adını veriyorum.” —Kapital, Karl Marx
Tıpkı metanın gerçeğin parçalı, çelişkili yapısını gizlemesi gibi öğrenci aktivizmindeki fetiş-karakter de insanları en başından mücadeleye sürükleyen acı verici, katlanılmaz koşulları gizleyen bir role bürünür. Dünyayı dönüştürmenin aracı olan siyasi eylem, fetişleşerek kendi başına bir amaç olur. Dönüştürücü yetkesini kaybettiği ölçüde de materyalist yabancılaşmanın bir sahnelemesidir artık. Zira praksisin ön koşulu, içinde bulunduğu koşulları değiştirmeye yönelmesidir, kendi yaşam koşullarını yeniden ürettiğinde bu kör pratikçilikten fazlası olamaz. Hareketin bu zaafı çok çeşitli biçimlerde kendini ortaya koysa da bazı genellemeler yapmak mümkündür.
İlki, harekete tarih dışı ve adeta ontolojik bir öz atfeden ve kendisini “hareket için hareket” soyutlamasında bulabilecek biçimdir. Aktivizm, toplumsal bağlamından yalıtılmış biçimde fetişleşerek var olur ve bu yalıtma, en başta yüzeyde kendisini gösteren hoşnutsuzluğun ifadesine kavuşmasına engel olur. Gerçekleştirilmek istenen hedef, tutulacak politik şiar, izlenecek hat artık ikincildir. Kendisini çerçeveleyen talepleri gerçekleştirmenin aracı, kendisi için amaca dönüşmüştür. Yüzeyin altındaysa kendini koruma dürtüsüyle hemen aceleciliğe sığınan bir refleks devreye girmiştir. Artık teoriye, programa, gevezece politik tartışmalara ayıracak zamanı yoktur. Dünyanın onu sürüklediği uçurum karşısında, koşulların dayanılmazlığı tarafından kuşatılmış bilinç kendini çocuksu irrasyonelliğin kollarına bırakır. Bilinçdışındaki bu gerileme momentine, nesnel olarak, safdillikle de olsa gericiliğin güçleriyle yapılan işbirliği eşlik eder. Oysa teorinin gerisine düşmüş aktivizm nesnesini tanıyamaz, pratik zorlantısı altında eleştirel bilinçten geri düşmesinin bedelini ise yabancılaşmanın bir semptomu olmakla öder.
“Zamanımızın ruhundaki teori düşmanlığı; teorinin asla tesadüfi olmayan sönümlenişi; dünyayı yorumlamaksızın değiştirmek isteyen o sabırsızlığın, tam da aynı yerde filozofların şimdiye dek yorumlamaktan başka bir şey yapmadıkları söylenmişken teoriyi aforoz edişi –bu teori düşmanlığı, praksisin zaafı olmaktadır. Teorinin praksise müdana etmesi demek, teorinin hakikat içeriğinin yok edilmesi, praksisin de çılgınlığa mahkûm edilmesi demektir.” —Marginalia to Theory and Praxis, Theodor W. Adorno
İkincisi ise 1960’larda ortaya çıkmış avangart sanat akımı Viyana aksiyonizminin kötü pastişleri olarak ortaya çıkar. Eylem alanı, performans sanatının sahnesidir. Danslar, konserler, oyunlar, kostümler, bunlara eşlik eden etki uyandırıcı ve salt afeksiyona dayalı pankartlar ile sloganlar vb. politikayı teatral biçimde ikame eder. Kendisine anlam veren işlevden koparılarak eylem biçimi, duyusal zevk olarak olduğu gibi kutlanır. Konsantrasyon çabasını hiç içermeyen rahatlama olarak eğlence, en başta kendisini var eden dünyanın acı verici haliyle bir yüzleşme değil sahte bir uyuma hizmet eder, bu sahtelikle bir sözde-aktivitehaline gelir. Daha derin bir eylemsizliği örten, memnuniyetsizliği neşeyle maskeleyen sözde-aktivite, “Bir şeyler yapmak gerekiyor!”’u zararsızca tatmin eder. Sonuçta dünyayı dönüştürme hedefine hiçbir katkı sağlamayan eylem; bir seyirlik oyun, hatta dahil olunan bir etkinlik olarak katarsise, sağaltıcı terapiye, vicdan rahatlatma ritüeline dönüşür. Böylelikle muhalefet gösterisi, kendisine eşlik eden kültürel temsillerle birlikte muhalif tepkinin dışavurulup gerçek devrimci enerjinin sönümlenmesine, bunun sonucu olarak da hareketin nesnel olarak gerilemesine önayak olur. Eylemciliğin konotasyonları, diyelim ki sosyal medyaya eylem alanından hikaye atmak veya öğrenci eylemciliğinin verili konjonktürde kültürel olarak makbul olması, denotasyonlarının önüne geçtikçe bu tür hareketin ideolojiye dönüşmekten kaçınması imkansızlaşır.
Öğrenci hareketin içinde bulunduğu tarihsel-toplumsal koşulların doğurduğu çelişkilerin yanı sıra önderliklerinin müdahalesiyle bir fetiş-karakter kazanması da yaygındır. Bu kimi zaman sembollerin, kimi zamansa hareketin, söylem düzeyinde mirasını devraldığı geleneklerin fetiş nesnesi olarak tapılmasıyla ortaya çıkar. Öğrenci hareketinin tarihine vurgu yapan nostaljik ajitasyon, eylem alanının mekansal sembolizmi, sansasyona ve duygusal etkiye yönelik sloganlar gerçekte kitleyi ilerletme veya seferber etme amacı taşımamakta; daha ziyade çoğu durumda belirli örgütsel çıkarlar veya dar grupçu hedefler üzerinden kitleselleşmeyi suistimal etmeye yönelmektedir. Yahut öğrenci ve emekçilerin çıkarlarının değil küçük burjuva çıkarların ön plana çıktığı, “en devrimci olma” etik buyruğunu ortaya koyma ve bu iddia uyarınca en maceraperest işlere yönelik girişimde kendini açığa çıkaran, nesnel çıkarlara yönelik yanlış bir bilincin kasten yaygınlaştırılması söz konusudur.
Bazense şiarın kendisi fetiş nesnesi halini alır, onu taşıyan kitlenin her türden toplumsal bağlamından azade edilir. Onların ötesine, ve çok ötesine geçerek kitle bilincinin ve hareketin mevcut durumunun sınırlılıklarını artık göremeyecek kadar yükselir. Ayakları yerden kesilmiş, gerçeklik zeminini kaybetmiş hareketin, ütopik ideallerle kendi düzeyinin çok üstünde radikalleşmesi, gerçekleşme umudunu yitirmiş ütopyanın teslim olmasından başka bir anlama gelmez. Nesnel olarak bakıldığında, memnuniyetsizliğinin neticesi olarak mücadeleye çekilmiş, ancak tatmin edici bir sonuç almanın en basit araçlarına gerilemiş bir kolaycılıkla çocukça radikal kahramanlığa soyunanlar için aslında hareket bir vazgeçiştir. Kendisini bunun zıttı olarak görse ve safça olumsuzlayıcı bir ruh taşıdığını iddia etse bile. Bastırılanın ilerlemek yerine önceki bilinç durumuna geri dönmesi olarak bu gerileme, ifadesine bir devrim stratejisi olduğu anda kavuşur: kitlelere “doğru yolu gösterme” aracı olarak simgesel cesaret gösterilerinin, mutlaklaştırılmış ve heyecanlı aktivizmin idealist yollarla başvurduğu yanlış praksislerin, doğrudan değil şeyleşmiş aracıların dolayımında kitleyle kurulan temasların vb. yüceltilmesiyle; yani kitlelerin geri kalmış mücadele biçimlerinden uzakta onlarsız ama onlara “ilham vererek” ileri mücadele biçimlerini sahnelemekle devrim stratejisinin temsilde yoğunlaştığı nesnel zayıflık anında.
“Komünistlerin tüm görevi, icat edilmiş, çocukça “radikal” şiarlarla kendini geri kalmışlardan tecrit etmek değil, onları inandırmak, onlar arasında çalışmaktır.” —Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, V.İ. Lenin
Gerek kitlenin kendiliğinden reflekslerinin içine düştüğü, gerekse de arkasında toplandığı ve önder bellediği akımların bilinçli saptırmasıyla kendini içinde bulduğu şeyleşmiş çerçeve; -ki öğrenci kitlelerin bu akımları takip etmesi ya da onlara ikna olması da sadece öznel olarak açıklanamaz, kendi yapısal zaafiyetlerinin sebebi değil sonucu olarak açığa çıkar- öğrenci kitlesinin özsel ontolojik sınırlılıklarının yansıması değil, kendisini var eden özel toplumsal ilişkilerin verili durumdaki aşılması gereken genel sorunudur.
Üniversitenin başlıca işlevinin metalaşmış bilginin üretimine ve öğrencileri firmalar için arzu edilir çalışanlar olarak yetiştirilmesine indirgenmesinden beri giderek çok sınıflı bir yapıya ulaşan öğrenci kitlesi, üretim ilişkileri içinde azımsanamayacak bir yer tutmasına ve her geçen gün proleterleşmesine rağmen küçük burjuva radikalizminin mirası ve etkisi altındadır. Kendi kalıcı örgütsel mevzilerinden, toplumun kendini üretmek için ihtiyaç duyduğu araçları kuşatan hiyerarşiyi ilga etme gücünden mahrum olan öğrenciler, seferberlik anlarında radikalleşseler bile bilinç düzeyinde, nesnelleşmiş toplumsal ilişkilerin dayatmasından kolayca kurtulamazlar. Özel olarak, çok fazla boş zamana ve çok az özgürlüğe sahip olan öğrenciler, kendi sınıfsal pozisyonlarının gerçek etkisiyle genellikle henüz karşı karşıya gelmemiştir. Yakın gelecekte kendilerini bekleyen düpedüz zorbalığa, dolaysız el koymaya karşın bilinçlerini kuşatan dolayımlar, öğrenciliğin sınıfsal gerçekliğinin kavranmasını güçleştirerek hareketin sahici bir dönüşüm aracı olmak yerine sembolik bir ikameye dönüşmesine yol açar.
Öğrenciler radikal siyasi dönüşümün öznelerinden biri olmaya muktedirdirler. Ne var ki kendilerini saran objektif maddi koşullar; üretimi doğrudan üniversite kampüslerine taşıyarak, devlet politikalarıyla öğrencileri sermaye mekanizmalarına dahil ederek, metalaşmış bilginin üretim sürecine öğrencileri giderek daha da entegre ederek bu dönüşüm için gerekli olan alet edevatı öğrencilerin ellerine verse de bunun karşısında hareketin fetiş-karakteri kestirmeci, sansasyona dayalı aksiyonculukta diretir. Herhangi bir öğrenci kitlesi ki hareketini tiyatro olmaktan kurtarmak, kendi koşullarını mücadele ederek dönüştürmek istiyorsa; emek hareketinden öğrenmeli, örgütlenmeli, ve bilinçlenmelidir. Doğru praksisi tespit ettiği noktadaysa kendisine çizdiği programı gerçekleştirme hedefiyle seferber olmalıdır.