Barış Muştu

Herkes düşünür. Düşünmeden bir adım dahi atamayız. Ve herkes hayal kurar. Bir sonraki adımı nereye atacağımızı seçemediğimizi anlamak bizi hayal kurmaya iter. Hayal kurmak bize umut verir. Ancak bizi sınırlayan toplumsal dogmaların dışına çıkmak aklımıza geldiğinde, hayal kurmak alelade bir iş olmaktan çıkıp kurtuluş yolumuzu çizer. Kaynakların sınırsız, insanların dertsiz, hayatın aksak ritimsiz olduğu dünyalar hayal ederken mevcut hayattaki sorunlar görmezden gelinemeyecek kadar belirginleşir.

Gerçekleşmesi olanaksız, çarpıcı, ilginç tasarı ya da düşünce.

Aslında ütopya kelimesinin sözlük tanımı dahi tek başına yeterli bir anlam ifade ediyor. Açgözlülüğün suç olmadığı, bizzat teşvik edildiği hayaller dünyasında daha iyiye ulaşmak için çabalamanın bir ürünü diyebiliriz ütopyalar için. Platon’un Devlet’inde, Thomas More’un Ütopya’sında kişisel ütopyaları gözlemlemek mümkün. Yazıldıkları dönemler için mükemmel bir toplum vaat ediyormuş gibi gözükebilirler. Fakat bu ütopyaların zaman içinde totaliter distopyalara dönüşebiliyor olması hayli ilginç.

Dr. Berke Özenç hocamız, geçtiğimiz günlerde Hukuk ve Edebiyat Seminerleri adı altında Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler (The Dispossessed) adlı eseri üzerine düşüncelerini Türk-Alman Üniversitesi öğrencilerine aktardı. Katılanlar hak verecektir, oldukça bilgilendirici ve keyifli bir seminer oldu. Bu yazıda Berke Özenç’in aktardığı konularda kendi perspektifimizi sunmak istedik.

***

Bu girişten sonra, ütopyaların zamanla dönüştüğünü söylediğimiz distopyalara değinmek gerekir. Bu dönüşümün sebebi esasında toplumun statik olmayışından yani zaman içinde insan aklıyla birlikte toplumsal değerlerin de değişim göstermesinden başka bir şey değil. 20. yüzyılda 1984, Cesur Yeni Dünya, Biz gibi popüler örnekleriyle karşılaştığımız distopik kurgu romanlar, Berke hocanın tabiriyle “eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürüyü açıkça gözler önüne sermesi” bakımından önem arz ediyor. Bu romanlar genel olarak teknolojik gelişmeler sonucunda devlet otoritesinin toplum üzerinde daha geniş ve baskıcı bir hakimiyet kurması üzerinden şekilleniyor.

İlginçtir ki; yıllar önce yazılmalarına karşın kapitalist düzendeki bu amaçsız ilerleme saplantısı düzleminde günümüzle paralelliklerini koruyorlar. Berke hoca, bilim ışığında “ilerici” bir ideale ulaşmaya çalışırken bunun amacından sapmasına en çarpıcı örnek olarak 2. Dünya Savaşı’nda üstün ırka ulaşma ideali uğruna katledilen Yahudileri gösteriyor. Daha anlaşılır olması için bir genelleme yapmak gerekirse; mükemmelliği hedefleyen siyasi iktidarlar, daha geniş kontrol mekanizmaları geliştirir. Bu kontrolü kısa vadede iktidarı elinde tutmak, uzun vadede ise insanları daha çok sömürebilmek adına kullanırlar diyebiliriz. Bunlar sadece distopik romanlarda anlatılan bilim kurgular gibi gözükse de büyük ölçüde gerçeği yansıtıyor. 1984’te anlatılan gerçeğin yeniden inşası olgusunu şimdilerde bahsi geçen “Post-truth çağı” kavramıyla özdeşleştiren Berke Özenç, dünya genelinde özellikle basının artık yasaklanmak yerine manipüle edildiği dolayısıyla neyin doğru neyin yanlış olduğunu kavramanın güçlüğünü vurguluyor. Bizse sadece “Orwell, ilk defa 1949’da yayınlanan romanında bizi uyarmıştı.” demekle yetiniyoruz.

Şimdi gelelim Mülksüzler’e… Ödüllü, Amerikalı feminist, aktivist kadın yazar Ursula K. Le Guin’in güçlü kaleminden 1974 tarihinde çıkan kitap “ikircikli bir ütopya” olarak tanımlanıyor. Kararsızlık, şüphe belirten ikircik kelimesi aslında romanın hem kapitalist hem “sosyalist” düzeni eleştiriyor olmasıyla anlam kazanıyor. Berke hoca, kitabı kabaca “Var olan sistemlere bir eleştiri, idealler barındıran toplumsal bir kurgu” olarak tanımlıyor ve ekliyor: “Mülksüzleri anlamak için modern toplumlardaki kapitalist düzeni anlamak gerekir.” Pekala, nedir bu kapitalizm? Neden var? İyi bi’şey mi? Bilmiyorsanız bizden öğrenin, halihazırda bilgi sahibiyseniz de kapitalizmi bir de bizim açımızdan görün istedik.

Berke hoca seminerde bir terimden bahsetti: İktisadi ilişkilerin sessiz baskısı (Der stumme Zwang der ökonomische Verhältnisse). Bu basitçe şu demek: Çalışmak, para kazanmak için üzerimizde doğrudan bir baskı yok. Ancak bir servetin içine doğmadıysanız çalışıp para kazanmak zorundasınız. Bu baskı, kapitalist düzen içinde şekil değiştirse ve teşhiri zorlaşsa da kapitalizm “yaşamak için” çalışmak zorunda olan bir ekonomik sınıf (proletarya), karşısına da üretim araçlarını elinde bulunduran başka bir sınıf (burjuva) yaratır. Üretim araçları 19. yüzyılda toprak ve fabrika gibi çok daha kolay kavranabilir somutlukta olduğu için bu kutuplaşma ve sömürü çıplak bir biçimde gözlemlenebiliyordu. Fabrikalar ve tarım alanları tabi ki hala varlıklarını sürdürüyorlar ancak 21. yüzyılın vahşi kapitalizminde sömürü bunlarla sınırlı değil.

Sorunu bu kadar basit biçimde ortaya koyduğumuzdan ve gerek ulusal gerek dünya çapında sömürünün canlı örneklerine her gün şahit olduğumuzdan bu gerçekler inkar edilemez. Peki ortada bariz bir adaletsizlik varken toplum buna neden sessiz kalıyor? Çünkü insanlar ya durumun farkında değil ya da daha kötüsü görmezden geliyor. Düzenin böyle geldiğini böyle gideceğini düşünüyorlar. Bu algıyı onlara feodal mülkiyet ilişkilerini yıkmayı başaran “devrimci” burjuva aşılıyor. Nasıl mı? Yukarıda teknolojik gelişmelerin daha güçlü kontrol mekanizmaları ürettiğinden bahsettik. Tarihsel süreçte ve hala da radyoların, televizyonların vs. propaganda amaçlı kullanıldığı gerçeğini düşünürsek kontrol mekanizmasından anlatılmak istenen netleşecektir.

“Bu araçlar üzerinden ne anlatıyorlar da kanıyor olabilirim ki? Ben koyun değilim, her duyduğuma inanmam, bu propagandalar benim üzerimde işlemez.” Hepiniz bu minvalde düşünceler içindesiniz diye tahmin ediyoruz. Ancak Marx’ın deyişiyle birtakım “burjuva önyargılar” hepimizin iç dünyasında bir şekilde var. Başkaları tarafından dayatılan, topluma ait hissetmek için kolayca benimsediğimiz, kontrol altında tutulmamız ve gerektiği ölçüde manipüle edilmemiz için yaratılmış bu önyargılar saymakla bitmez: Din, vatan-millet sevgisi, tüketme arzusu, daha fazlasını isteme dürtüsü, prestij sahibi olma çabası… Katılmak istemiyor olabilirsiniz, vatan hainliğiyle suçlamaya çoktan başlamış olabilirsiniz. Üzgünüz ancak bunlar evrenin gerçekleri.

Avrupa’ya, Kuzey Amerika’ya aşılanan İslamofobiyi düşünün. Aslında Orta Doğu’ya askeri müdahalede bulunan, ardından buradan doğan kaosu fırsata çeviren emperyalist güçlerin, bu coğrafyadaki kaynakları insanları öldürme pahasına sömürürken yaptığı zulmü kendi halkına meşru göstermekten başka hiçbir amaca hizmet etmiyor bu yabancı düşmanlığı. Vatan sevgisi ve milliyetçilik de aynı şekilde, otoriteler tarafından yıllar boyunca dayatılmış önyargılardan öte birer olgu değiller. Sadece insanları ötekileştirmeye, yabancılaştırmaya yaramaktalar. Böylece vatanperverlikle yanıp tutuşan Amerikan askeri Irak’ta ya da Suriye’de gözünü kırpmadan masum insanları öldürebilir. Ya da kapitalist düzenin yarattığı fırsat eşitsizliği yüzünden karın tokluğuna çalışmayı göze alan Suriyeli mültecilere kötü gözle bakan Türkler, ırkçı söylemlerle sitem ederek ve birbirlerini onaylayarak asıl sorunu görmezden gelebilir. Bu konular hassas konularınız olabilir ve her ne kadar en az Güneş’in doğudan doğduğu kadar gerçek olsa da inanmayı reddediyor olabilirsiniz.

O zaman daha gündelik örnekler verelim. “Moda” bir burjuva önyargıdır. Sürekli değişir, sürekli tüketmeye teşvik eder. Kapitalist düzen ancak biz tükettikçe ve daha da tükettikçe var olabilir. Kadınların pantolonlarına cep yapılmaz; yanına çanta almak zorunda kalsınlar diye. Marka giymek sosyal statünüzü belirler. İçtiğiniz kahvedeki az yağlı soya sütü, önceki modelinden neredeyse hiç farkı olmayan son model akıllı telefonunuz kimliğinizi oluşturur. İşte burjuva önyargı tam olarak bu bilinçtir. Materyal düzlemde gerçek bir çıkarımızın olmadığı popüler kültür adetleri için yaşamak ve farkında bile olmadan sisteme hizmet etmek sizi koyundan pek de farklı yapmıyor olabilir mi? Daha vahimi sizi bu suça ortak ediyor olabilir mi? Düşünün deriz…

Kapitalizm sorununu anladık. Peki bunun kökten ve kalıcı bir çözümü yok mu? Elbette var. “Kapitalizm sorunu”nun ortadan kaldırılması için ortaya atılan ideoloji: “Bürokratik komünizm”, Mülksüzler kitabının diğer eleştiri konusudur. Alman devrimci filozof Karl Marx komünizmin kuramsal kurucusudur. Ülkemizde Marx okuyanların, destekleyenlerin ağır suçlamalara hatta yer yer fiziksel şiddete maruz kaldığını göz önünde bulundurursak çoğunuzun kulaktan duymadan öte bilgisi olmayan bir konu olduğu kanısındayız. Komünizme karşı artık kabak tadı vermiş klasik eleştiriler: Komünizm teoride çok iyi, pratikte kötü. Komünizm ulaşılamaz bir ütopyadır. İyi de şimdi herkes aynı parayı mı kazanacak? Komünist sistem bu kadar iyiyse Sovyetler Birliği neden çöktü?

Eleştiriler bu ayarda olmakla birlikte “Tanrı yoksa insansız uçakları kim uçuruyor?” sorusuyla aynı mantığın ürünüdür. Burada cevaplamaya layık birkaç eleştiriye yer verecek olursak komünizmin bize yaşatacağı refah ve özgürlüklerin korunması adına daha totaliter bir devlet otoritesini beraberinde getirip getirmeyeceğiyle başlamak gerekir. Devrim Türkiye’de sanılanın aksine bir darbe değildir, kapitalist sistemde uyuyup komünist sistemde uyanmazsınız. Devrim bir süreçtir. Yukarıda anlattığımız bütün burjuva önyargılar, beraberinde bütün burjuva mülkiyet ilişkileri tamamen ortadan kalkana kadar devam edecektir. Bu süreçte denetleme yapacak kurumun totaliter olacağı düşüncesi sadece topluma olan güvensizlikten kaynaklanmaktadır.

Toplumun aç kalma korkusu olmadan çalışmayacağını düşünen kapitalist mantık, aynı güvensizlikle tamamen pozitif toplumsal ilişkiler üzerine kurulu bir ideolojiyi lekelemeye çalışmaktadır. Bu algıyı yaratmak için kitapları, filmleri (Das Leben der Anderen vb.)  kısaca burjuva kültür ögelerini kullanır. Stalin etkisindeki Sovyetler Birliği için kısmen ya da daha üst seviyede Kuzey Kore için tamamen gerçeği yansıtan bu eleştiri, ideolojinin fıtratına tamamen aykırı olduğu için sadece liderlere yani rejime getirilebilecek kadar doğrudur. Kapitalist düzende neden totaliter liderler varsa komünist düzende de bu yüzden vardır. Kaldı ki komünizmin “peak” yaptığı nokta hiyerarşinin, askeriyenin vs. yani toplumun bir kesiminin başka bir kesimini baskılaması amacıyla var olan kurumların gücünü ve geçerliliğini yitirdiği noktadır. Bu bağlamda bu eleştiri olsa olsa devrimin yeni başladığı, ancak halkın büyük bölümünün karşı devrimci olduğu, dolayısıyla iktidarın baskı uygulamak zorunda kaldığı sosyalist devletler (henüz komünizme geçişi tamamlanmamış devletler) için geçerlidir. Ancak bu da zaten halkın çoğunluğu karşı devrimciyse devrimin var olamayacağı çelişkisiyle geçerliliğini yitirir. Bir diğer sosyalist/komünist/anarşist düşünce eleştirisi; bu şekilde yönetilen toplumlarda mutlak eşitlik adına hiyerarşinin önüne geçilebilir mi, yoksa anarşizmde bile hiyerarşi bir şekilde baş gösterir mi? İşte kitap tam da burada önem kazanıyor. Mülksüzler, bu soruyu gün yüzüne çıkaran bir eser olmakla birlikte cevabı da içinde barındırıyor. Herkesin okumasını şiddetle tavsiye ediyoruz.

(Milliyetçi görüşün altı boşluğunu, sadece “kimlik siyaseti” oluşturmak için bir araç olduğunu günümüz totaliter devletlerinden örnekler vererek, kapitalist ilerleme saplantısının çarpıcı boyutlarını göstererek anlaşılırlığı kuvvetlendirebilirdik. Ancak yazıyı uzatıp okunurluğunu zedelemek istemedik. Kuzey Kore’nin, Çin’in hatta yer yer Türkiye’nin birtakım politikalarında totaliter rejim örneklerini, Amerikan silah sanayisinin uyuşturucu hammade üretiminin yoğun olduğu ülkelerdeki (Afganistan, Kolombiya) iç karışıklıklarla bağlantısında ise sözü geçen ilerleme saplantısını gözlemlemek mümkün. Bunların yanında Berke hocanın seminerde sözünü ettiği eserleri de okuyabilirsiniz.)

Berke hocanın konuşmasında bahsettiği eserler:

1984 – George Orwell

Biz – Yevgeny Zamyatin

Cesur Yeni Dünya – Aldous Huxley

No Logo – Naomi Klein

Swastika Geceleri – Katharine Burdekin

Ütopya – Thomas More

Devlet – Platon

Handmaid’s Tale – Margaret Atwood

Why We Fight – Eugene Jarecki (Belgesel)