İdeal üniversite yönetimi üzerine sosyalist solda çok uzun zamandır süre giden bir tartışma var. Genel olarak sosyalist solun büyük bir kesimi ‘özerk demokratik üniversite’ sloganını sahiplenir. Bu kesim içinde tam bir fikir birliği olmamakla birlikte, bahsi geçen sloganın içeriği de muğlaktır. Kimi akımlar bu sloganı kapitalizm altında gerçekleştirilebilecek bir talep olarak formüle ederken, diğerleri işi sosyalizme havale etmektedirler. Gerçekte burjuva demokratik bir talep olmaktan öteye gidemeyen bu söylem kimi gelişmiş kapitalist ülkelerin üniversitelerinde gayet kârlı bir üniversite modeli olarak işlemektedir. Bu modelin, Türkiye’de bile beş altı yıl kadar önce YÖK’ün yetkilerinin sınırlandırılması ve mütevelli heyetleri ile senatolara olağanüstü yetkiler verilmesi düşüncesi ile hayata geçirilmesi planlanmış fakat ülke ekonomisinin yetersiz sermaye birikiminden kaynaklı yapısal sorunları ve aynı dönemde baş göstermiş Gezi ayaklanması nedeniyle gerçekleştirilememiştir.

Patronların ellerindeki üniversiteler daha çok kâr için bin bir yöntem denerken, kamu üniversitelerinin içi her geçen gün daha da boşalıyor. Eğitim Bakanlığı’na özel okullar sahibi bir patronun oturtulması bu sürecin hız kazanarak devam edeceğinin en büyük göstergesi. Kamu üniversitelerinin çeşitli Ar-Ge projeleri, kariyer günleri vs. ile patronlara kâr kaynağı yapılmak istenmesi bir yana, üniversitelerde, iktidarın hiçbir muhalif sesi kaldıramayacak durumda bulunmasından ötürü, uygulanan baskılar giderek artıyor. Öğrencilerin her tür demokratik hakkı hiçe sayılıyor, üniversiteye polis giriyor, yüzlerce öğrenci siyasi nedenli gözaltı ve tutuklama süreçlerinden dolayı eğitim hakkından mahrum kalıyor.

Bunların yanında ne özel üniversitelerde ne de kamu üniversitelerinde öğrencilerin üniversite yönetimi üzerinde söz hakkı var. Üniversitede yemek fiyatları tek taraflı olarak belirleniyor, bazı kamu üniversitelerinde adındaki kamu sözcüğüne rağmen her zaman veya kimi zaman ziyaretçi yasağı uygulanıyor, ders programları dekanlıklar tarafından eğitim pedagojisinden uzak; özel üniversitelerde kâr etmek, bazı kamu üniversitelerinde ideolojik hegemonya kurmak amaç belirlenirken birçok diğer üniversitede tamamen rastlantısal olarak oluşturuluyor.

Geçtiğimiz aylarda ise OHAL rejimi henüz devam ederken yürürlüğe konan 703 numaralı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Cumhurbaşkanı tarafından atanan rektörlerin profesör ünvanına sahip olma şartları kaldırıldı. Pek çok çevre bunu tek adam rejiminin ‘gerici’ bir uygulaması olarak yorumlayıp serzenişte bulunurken kimileri de bu gelişmeyi rektörlüğe patronların atanmasının önün açıldığı yönünde okumayı tercih etti. Birkaç gün sonra yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) ile işin aslında pek de öyle olmadığı anlaşıldı zira yeni yayımlanan kararname ile rektörlüğe atanacak kişinin profesör olma şartı geri getirildi. Aslında karşı karşıya olduğumuz şey hukukî bir kurnazlıktı. KHK’ler yasaları değiştirebilecek güçteyken OHAL’in kaldırılmasıyla yayımlanacak CBK’ler aynı konudaki yasaların üzerinde sayılmıyorlardı. Bundan dolayı Cumhurbaşkanı Erdoğan son KHK ile birçok yasanın içeriğini silmeyi uygun buldu. İçeriğini sildiği yasaları birkaç gün sonra CBK yayımlayarak aynen geri getirdi. Bu şekilde meclis bertaraf edilmiş oldu, Cumhurbaşkanı ileride başka bir CBK ile söz konusu kuralları istediği gibi değiştirme yetkisi kazandı. CBK’ler birkaç gün içinde çok hızlı çıkan yasalar olarak düşünülebilir. Her ne kadar kendi alanlarına giren yasadan daha güçsüz olsalar da, bir yasanın çıkmasının birkaç ay aldığı düşünülürse meclisin ne kadar işlevsiz kaldığı anlaşılabilir.

Bütün bunlar demek oluyor ki şu an Cumhurbaşkanı bir rektör atamak istediğinde yine profesör ünvanına sahip birini ataması gerekecek. Fakat bu kuralı istediği zaman hızla hazırlayabileceği bir CBK ile rahatlıkla değiştirecek. Meclisten gelecek bir itirazın yasalaşıp yürürlüğe girmesi aylar alacak. Bununla birlikte rektör atamalarında, son sözü Cumhurbaşkanı her şeye rağmen söylediği için, pek de işlevi olmayan YÖK önerisi ve seçimler de kaldırıldı.

Tam da bu noktada neler yapabiliriz sorusuna geliyoruz. Her şeyden önce profesör olmayan rektör tartışmasını diplomasız Cumhurbaşkanı tartışmasına benzetiyor ve gazetemizin bu konudaki yazısını okumanızı öneriyoruz. (https://zirhlitren.org/sosyalist-bir-secenek-yaratirken-diplomasiz-cumhurbaskani-mi-diplomali-issizler-mi/) Kitlelerin öz örgütlenmesine dayalı sosyalist bir seçeneği yaratma umudundaki gençler olarak profesör ünvanı olsun olmasın rektörlük sistemini doğru bulmuyoruz. Kimi çevrelerin zihinlerindeki profesör olmayan rektör, eşittir laik olmayan rektör denklemi ile oluşturduğu söylemlerin yararsız olduğunu düşünüyoruz. Tartışma, aslında sosyalistler olarak var olmasından yana bile olamayacağımız bir ünvanın şart koşulup koşulmamasından çıkartılarak üniversitelerde işçi ve öğrenci yönetiminin nasıl kurulacağına vardırılmalıdır.

İşyerlerinde üretim, denetim ve yönetimden ülke çapında ekonominin planlanmasına, mahallenin düzenlenmesinden, tüm toplumsal ve doğal çevrenin düzenlenmesine kadar, kısacası toplumsal hayatın her boyutunda özgürce seçilmiş ve seçmenleri tarafından geri alınabilen temsilcilerin oluşturduğu, yasama ve yürütme işlevlerini birleştirmiş meclisler aracılığıyla yönetilen bir toplumun savunucuları olarak üniversitelerimiz için de benzer bir yönetim istiyoruz. Koltuğuna kök salmış yönetim görevlilerinin en aza indirilmesi için dört yıl boyunca görevde kalan rektörleri kabul etmiyoruz. Ayrı bir bürokratik tabaka oluşturdukları için üniversite işçilerinden çok daha yüksek maaşlar alıp lüks makam arabalarında gezen rektörleri kabul etmiyoruz. Üniversite işçilerinin, eğitim emekçilerinin ve öğrencilerinin iradesine başvurmadan kararlar alan rektörleri kabul etmiyoruz. Gerçek demokrasi en geniş üniversite işçisi, eğitim emekçisi ve öğrenci kesimleri oluşturacağımız meclislerde vücut bulacaktır. Bu meclisler hedeflediğimiz sosyalist toplumun demokratik yönetim birimlerinin nüveleridir.