Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) başlattığı “Mesleki Eğitimde 1000 Okul Projesi”, kendisine resmi hedef olarak “mesleki eğitimi güçlendirmeyi” seçmişti. Bunun anlamı işçi-emekçi gençliğin, kapitalist iş gücü piyasasına burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hazırlanmasından başka bir şey değildi. Bu projenin MEB tarafından hazırlanmasının nedeni, resmi olarak “mesleki ve teknik eğitimde kaliteyi artırmak” ve “okullar arası başarı farklarını azaltmak” idi. Aslında yapılan ise, oligarşinin iş gücü ihtiyaçlarına daha kapsamlı ve uygun bir şekilde cevap verebilmek için, okulların altyapılarının, iç örgütlenmelerinin ve işlevlerinin yapısal bir dönüşüme uğratılması.

MEB’in yeni projesinin ismi “Mesleki Eğitimde 1000 Fabrika Projesi” olsaydı, bu isimlendirme, güdülmekte olan saldırı politikasının doğasına daha uygun olurdu. Zira hem yeni okullar, hem de dönüşüme uğratılan eski okullar bir eğitim kurumu olarak değil, “öğrenci” adı altında ücretsiz iş gücünden faydalanılan gençliğin mutlak sömürüsüne dayanan çalışma kampları olarak işlev görüyor. Burada şu gerçeğin vurgulanması yaşamsal önemdedir: Bu sözde “okullarda” üretime koşulan “öğrenciler” bir ücret almamakta, yalnızca oluşturulan döner sermayeden belirli bir pay almaktadırlar. Ücret hakkı ile döner sermayeden alınan pay, bambaşka iki olgudur.

2020’nin Aralık ayında yayımlanan bir rapora göre MEB’in bu yeni proje okullarından, yani oligarşinin ücretsiz iş gücü depolarından 438 tanesinde yapılan üretim geçen yıla göre yüzde 42 arttı. 2020 yılında 438 “okulda” yapılan üretimin geçen yıla göre yüzde 42 artması demek, bu “okulların” tamı tamına 157 milyon liralık değerde üretim yapması demek. Bu 157 milyon liralık üretim değerinden ise “okullarda” işçi gibi çalıştırılan öğrencilere sabit, kalıcı ve enflasyona göre ayarlanmış bir ücret ödemesi yapılmıyor. Dolayısıyla bu 157 milyon lira, neredeyse bir saf kâr biçimini alıyor. MEB’in “Mesleki Eğitimde 1000 Okul Projesi” işte tam olarak bu nedenle, oligarşinin ücretsiz iş gücü depoları olarak işlev görüyor. Bu fabrikalarda işçi-emekçi gençlik “ders”, “müfredat”, “pratik” ve “eğitim” gibi ambalajlar eşliğinde, karşılığında ücret almaksızın üretime koşuluyor.

2020 yılında bu okulların burjuvazinin üretim ihtiyaçları doğrultusunda yeniden organize edilmesi uğruna, kamu kaynaklarından 161 milyon lira harcanmıştı. İşçi ve emekçilerin vergilerinden gasp edilen bu 161 milyon lira, söz konusu proje okullarının adeta birer çalışma kampına dönüştürülmesi için kullanıldı. Daha sonra bu çalışma kamplarına kapatılan işçi-emekçi gençliğin ücretsiz iş gücü sömürüsü üzerinden elde edilen 157 milyon liralık kâr da, burjuvazinin ceplerini şişirdi. “Okul” adı altında bu kurumların içinde egemen kılınan mevcut üretim rejimi, korkutucu bir biçimde köleci üretim tarzını anımsatıyor. Bu proje okullarında “öğrenciler” ücret, sendika, emeklilik sigortası, toplu iş sözleşmesi hakları olmaksızın kapitalist piyasanın ihtiyaçlarına odaklanmış bir üretim sürecine zincirleniyor.

Bu üretimden elde edilen gelir, aynı zamanda “okullarda” bir döner sermaye oluşturmak için de kullanılıyor. Dolayısıyla okul içi üretime zincirlenmiş işçi-emekçi gençliğin ücretsiz iş gücü sömürüsünden yalnızca burjuvazi değil, Saray rejimi de faydalanıyor çünkü bu döner sermayeden elde edilen kazancın önemli bir bölümü devlete kâr olarak aktarılıyor, yani hazineye gidiyor. Bu noktada öğrencilerin ve eğitim personelinin döner sermayeden aldığı pay hukuksal olarak belirsiz. Belirlenmiş olan ve zorunluluk teşkil eden hukuksal bir oran mevcut değil; yalnızca “ürettikleri oranda pay alacaklar” benzeri muğlak bir tabir mevcut. Bu belirsizliğin nedeni ise, çok yüksek ihtimalle döner sermayeden işçi-öğrencilere ve eğitim personeline aktarılan payın kırıntılar düzeyinde tutulmak istenmesi.

2020 yılının verileri 438 okuldaki öğrencilerin toplamda 11 milyon liralık, öğretmenlerin ise 25 milyon liralık bir pay aldığını gösteriyor. Anlaşılacağı üzere 157 milyon liranın %22’si “öğrenciler” ile öğretmenlere ayrılmış. 438 okulun her biri bünyesinde yüzlerce öğrenci ve öğretmen barındırıyor. Bu okullardaki işçi-öğrencilerle öğretmenlerin toplamı onbinleri buluyor. Sonuç olarak üretime koşulan işçi-öğrencilerin edindikleri pay, oligarşi ile rejimin elde ettiği kârın yanında bir hiç olarak kalıyor. İşçi-öğrencilerin üretim sürecinde yarattıkları değer ile aldıkları pay arasında korkunç bir uçurum mevcut. Bu uçurum sermaye birikimi için kullanılıyor ve böylece işçi-öğrenciler, kapitalist sınıfların servet biriktirebilmesi uğruna yoğun bir sömürüye tabi tutulmuş oluyor.

MEB’in hedefi işçi gençlik üzerinden kurulan bu sömürü ilişkilerini derinleştirmek. Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Mahmut Özer konuyla ilgili aşağıdaki açıklamayı yaparken, tam da bu hedefin gereklerini dile getiriyordu:

“Projenin hedeflerinden bir tanesi de seçilen 1000 okulda döner sermaye işletmesi kurmak ve üretim ile uygulamalı eğitim kapasitesini artırarak mezunlarımızın istihdam edilebilirliklerini artırmaktı. (…) 2021 yılında geriye kalan 562 okulumuzda da döner sermaye işletmesi açmayı hedefliyoruz. Bu kapsamda 2021 yılında bu okullarımızın her birine iki yeni atölye kuracağız.”

Saray rejiminin eğitim bürokratları 2021 yılında bu “okullara” “güçlendirme” adı altında 250 milyon liralık ödenek tahsis edecek. Şu ana kadar üretim atölyeleri için 85 milyon liralık yatırım gerçekleştirildi bile. 2021 yılı, Saray-oligarşi ortaklığında kurulan bu sömürü imparatorluğunun büyütülmeye çalışılmasına tanık olacak. İşçi gençlik ekonomik ve sosyal haklarındaki erozyonu durdurabilmek, güvencesiz ve ücretsiz çalışma rejimini ilga edebilmek ve sendika ile emeklilik sigortası hakkını kazanabilmek uğruna rejimin bu planıyla yüz yüze gelmek zorunda kalacak.

Bu sebeple “Mesleki Eğitimde 1000 Okul Projesi” adı altında hayata geçirilen projenin, nasıl oligarşinin ücretsiz iş gücü deposu olarak uygulandığını anlayabilmek ve bu saldırı politikasına karşı bir devrimci sosyalist gençlik hareketinin ayakları üzerine oturtulması için çalışmak, gençliğin kendi geleceğini ellerine alması noktasında kritik bir önem taşıyor.