1.) Hayal edin, hayal kurun. Hayal kurmanın tehlikelerinden bahsedenlerden uzak durun.

Özellikle de liberal gelenek Lenin’i, ilkokulda öğrencilerin ellerine cetvelle vurmayı pedagoji olarak benimsemiş arkaik öğretmenlerin psikolojisine sahip bir tür darkafalı olarak resmetmeyi çok sever. Lenin’in katı bir materyalist ve gerçekçi olduğu, öğretisinin gri tonlarına bezendiği, onun tarihin en derin felsefi-politik akımının içinde yeni alanların keşfine imza atmış bir deha değil basit bir mürit olduğu söylenir. Lenin’in materyalist olduğu elbette doğrudur; onun ne toplum, ne doğa, ne de tarih alanında madde üstü unsurların odak alınmasına hiçbir biçimde tahammülü yoktu.

Ancak Lenin’in öğretisi ne gridir, ne de basit bir biçimde “mürittir.” Lenin de mücadeleye, tıpkı bugünkü Boğaziçi öğrencileri gibi genç yaşta atıldı. 19. yüzyılın sonlarında Rusya üniversitelerinde patlak veren öğrenci seferberliklerini derinlemesine inceledi; bu mücadelelerden işçi sınıfı mücadeleleri olmadığı gerekçesiyle uzak duranları sekter olarak damgaladı ve onların politikasını yerden yere vurdu. Akademik özerklik hedefi içinde kaybolan ve yönünü şaşıranlara da benzer bir keskinlikte cevap verdi ve öğrenci seferberlikleriyle Rus devrimi arasındaki köprünün nasıl kurulabileceği üzerine düşündü.

Lenin, bırakalım 19 senelik bir tek parti iktidarını, 600 yıllık bir Çarlık rejimiyle mücadele ediyordu. Bugün duyduğumuza benzer teslimiyetçi mazeretleri o da canı sıkıla sıkıla dinliyordu: “Çarlık çok güçlü”, “Çarlık Rus halkının dini duygularına yaslanıyor, yenilemez”, “Rus işçileri Çarı babaları olarak görüyor.”

Bu gerici basınç öylesine güçlüydü ki, Rus Marksizmi içinden bir kanat artık siyasal mücadele vermenin anlamsız olduğunu, sadece ekonomik talepler etrafında şekillenen kaygılara cevap vermeyi deneyen bir çizginin izlenmesi gerektiğini öne sürdü. Ama Lenin Marx’ı iyi çalışmıştı ve Komünist Manifesto’nun da en iyi öğrencilerinden biriydi. Bu Manifesto’da şöyle yazıyordu: “Ama her sınıf mücadelesi, politik bir mücadeledir.”

600 yıllık Çarlık rejiminin ve 300 yıllık Romanov hanedanlığının karşısında cüretkar olmamayı vaat eden, “kutuplaştırıcı” önerilerden kaçınılmasını savunan figürlere karşı Lenin hayal kurmayı öğütledi. Bütün bir Rusya çapında her yoksulun evine girmeyi başaran bir gazetenin hayalini kurdu. İşçilerin, öğrencilerin, kadınların ulusal çapta bir dayanışma inşa etmesinin hayalini kurdu. Ezilenlerin, rejimin bütün provokasyonlarına rağmen politik ve örgütsel birliğinin kurulabileceğinin hayalini kurdu.

Lenin’e “hayalci” diyenler çıktı. O ise, henüz 32 yaşındayken kaleme aldığı bir kitabında hayal kurmanın önemine şu satırlarla eğildi:

‘Hayal etmeliyiz!’ Bu kelimeleri yazıyorum ve birdenbire üstüme bir korku çöküyor. Kendimi ‘Birlik Konferansı’nda, Raboçeye Dyelo editörleri ve yazarlarının karşısında otururken farz ediyorum. Martivov yoldaş ayağa kalkıyor ve bana dönerek sert bir dille diyor ki: ‘Müsaadenizle size şunu sormak istiyorum: Özerk bir yazı kurulunun, daha önce parti komitelerinin görüşünü almadan hayal etme hakkı var mıdır?’ Ondan sonra karşıma Kriçevski yoldaş dikilip, daha da sert bir tonla (Plehanov yoldaşı uzun zaman önce derinleştirmiş olan Martinov yoldaşı, felsefi bakımdan daha da derinleştiren bir üslupla) devam ediyor: ‘Ben Martinov’dan daha ileri gideceğim. Soruyorum size. Marx’a göre insanlığın önüne her zaman yalnızca çözebileceği sorunlar koyduğunu ve taktiğin partiyle birlikte büyüyen parti görevlerinin büyümesine dair bir süreç olduğunu bile bile, bir Marksistin hayal etmeye hakkı var mıdır?’

Bu korkunç soruları aklıma getirince vücudumu baştan aşağı soğuk bir titreme kaplıyor ve zihnimden yalnızca ‘aman saklanacak bir delik bulayım da şunlardan kurtulayım’ düşüncesi geçiyor. Pisarev’in arkasına saklanmaya çalışsam nasıl olur acaba?

‘Farklılık var, farklılık var,’ diye yazar Pisarev, hayal ile gerçeklik arasındaki farklılık konusunda: ‘Benim hayalim, olayların doğal akışının ötesine geçebileceği gibi, olayların doğal akışının hiçbir zaman gitmeyeceği bir yöne de sapabilir. Birinci ihtimalde, hayalden hiçbir kötülük gelmez; hatta emekçilerin enerjisini destekleyip, kuvvetlendirmesi bile mümkündür. (…( Bu tür hayallerde gücümüzü boşa harcatacak ya da felce uğratacak hiçbir şey yoktur. Bilakis, eğer insan bu tür hayaller kurma yeteneğine hiç sahip olmasaydı, insan zihni zaman zaman ileri fırlayarak ellerinin henüz şekil vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz resmini kafasında canlandıramasaydı, o taktirde insanı sanat, bilim ve pratik çabalar alanında büyük ve meşakkatli işlere kalkışıp bu eserlerini tamamlamaya hangi itkinin sürükleyeceğini hayal bile edemiyorum. (…) Eğer hayal gören insan, hayaline ciddi ciddi inanırsa, eğer gözlerini dört açıp hayatı dikkatle gözler, gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla kıyaslar ve eğer, genel manada söylemek gerekirse, hayalinin gerçek olması için kendini vakfederek çalışırsa, hayaller ile gerçek arasındaki farkın kimseye zararı dokunmaz. Hayallerle hayat arasında bir bağ varsa, her şey yolunda demektir.’

Ne yazık ki, bizim hareketimiz bünyesinde bu türden hayaller kurulduğu çok nadirdir. Üstelik bunun sorumluluğunu en fazla taşıyan kişiler, aklı başında görüşleriyle, ‘somut’ olana ‘yakınlıkları’yla övünenler, yasal eleştiriciliğin ve yasadışı ‘kuyrukçuluğun’ temsilcileridirler.

2.) En ufak bir demokratik talep bile en büyük öneme sahiptir. Demokratik özgürlüklerin şampiyonu olmalıyız.

Lenin demokrasinin en büyük savunucularındandı. Ancak bu demokrasi, liberallerin anladığı tarzdan bir demokrasi değildi: Mesela Lenin, cumhurbaşkanının üniversitelere kayyum atama yönündeki “demokratik” hakkını savunmazdı. Yine o “demokratik” işten çıkarmaları, “demokratik” HES yapımlarını, oligarşiye “demokratik” vergi aflarını sineye çekmezdi. O ezilenlerin ve sömürülenlerin demokrasisini savunuyordu.

Marksist hareket 1905 Rus Devrimi sırasında demokrasi sorunu üzerinden önemli bir bölünme yaşadı. Bir taraf “sosyalizm için demokrasi” diyordu; yani önce Çarlık devrilecek, ardından burjuva parlamenter bir sistem kurulacak, sosyalist işçiler de kavgalarını o zaman verecekti. Diğer taraf ise “demokrasi için sosyalizm” diyordu; yani gerçek anlamda bir demokrasinin biricik şartının, toplumu yöneten finans aristokrasisinin diktatörlüğünün yıkımında ve zenginlik ile iktidarın sömürülenler ile ezilenlere verilmesinde görüyordu. Lenin ikinci tarafta yer aldı.

Lenin demokratik taleplere saplantılıydı. En ufak bir demokratik rahatsızlığın dahi bayrak edinilmesini savunuyordu. Yalnızca “Sosyalizm!” gibi daha şaşaalı ve radikal duran propagandist sloganları kullanıp, demokratik haklar için verilen mücadeleleri küçümseyen solculara ateş püskürtürdü. Bu tip grupların birer tarikat olduğunu, ezilenlerin içinde biriken baskı ve sansür karşıtı nefreti anlayamadıkları için siyaset sahnesinde felç kaldıklarını söylerdi.

Lenin burjuvazinin kendi demokrasisine ihanet edeceğine emindi. Bu sınıf meclisi, yalnızca verilen mücadeleler sonucunda sıkıştığı için açmak zorunda kalmıştı ve fırsatını bulduğunda da onu işlevsizleştirmek için elinden geleni yapacaktı. Lenin’e göre yeri geldiğinde bu demokrasiyi savunmak dahi sömürülenlerin görevi olacaktı. Onun açısından egemenler “işçileri ezmek için demokrasilerini kurban etmeye ve gericilerle ittifak kurmaya” daha dünden hazırdı. Liberaller ise kapitalist sınıfın demokrasi masallarının peşine takılacak ve bütün toplumu da bu masalı dinlemeye davet ederek rejimin baskıcılaşmasına meşruiyet kazandıracaktı. Halbuki ezilenler daima diken üstünde olmalıydılar çünkü burjuvazi meclisi kapatmak veya işlevsiz kılmak için daima tetikte olacaktı.

Lenin mücadele programında demokratik hakların olması gerektiğinde ısrarcıydı. Marksist harekete henüz yeni katılmış bir gençken, hareketin sekterlerine karşı şöyle yazıyordu:

Marksistler Narodniklerin programının tüm gerici yönlerine itiraz ederken, bu genel demokratik başlıkları benimsemekle kalmayıp bunları daha belirginleştirmeli, derinleştirmeli ve ileriye taşımalıdırlar. Bu tür reformlar Rusya’da daha ne kadar kararlı bir şekilde yapılırsa, emekçi kitlelerin yaşam standardını o kadar yükseğe taşır, böylece Rus yaşantısındaki (halihazırdaki) en önemli ve temel toplumsal uzlaşmazlık o kadar keskin ve açık biçimde kendini gösterir. Marksistler ‘bu demokratik silsileyi’ ya da eğilimi ‘kırmak’ şöyle dursun, bu yöndeki iftiralara karşın, bu yükselişi geliştirmek e güçlendirmek, onu yaşama daha çok geçirmek isterler.

3.) Kimseye değil, kendi mücadelenize ve birliğinize güvenin. Düzen muhalefetinin yenilgici mazeretlerine kulak asmayın.

Ortada verilmekte olan bir mücadele varken, bu mücadelenin rejimin elini güçlendireceğini iddia eden yenilgici mantık, Lenin’in midesini bulandırırdı. Lenin mücadele edenlere dışarıdan nutuk çekilmesinden tiksinti duyardı, tam tersine o, mücadele edenlerden öğrenmek için yanıp tutuşurdu. Genç yaşlarında (henüz sürgüne gönderilmemişken) bir parti toplantısı sırasında bir fabrika işçisine, emekçilerin durumlarını bütün yönleriyle anlayabilmek için onlarca soru yönlendirmiş, ertesinde fabrika işçisi Lenin’in sorularını cevaplamanın kendisini, mesaiden daha fazla yorduğunu dile getirmişti.

Bazen işçiler, bazen köylüler, bazen öğrenciler mücadeleye geçtiğinde, bu mücadelelerin derhal sonlandırılması gerektiğini çünkü aslında, o zamanın düzen muhalefeti olan liberal Kadetlerin Çarlıkla yürüttüğü daha büyük bir mücadelenin olduğunu, bu mücadelede Çarlık’ın eline mazeret olarak kullanabileceği “taşkınlık” örneklerinin verilmemesi gerektiğini savunanlar olurdu. Onlara göre resmi muhalefetin ajandasına uyum sağlayamayan mücadeleler, rejimin argümanlarını güçlendiriyordu. Özetle mücadele edildiği için, rejim mücadelelere sert bir şekilde müdahale etme hakkı kazanıyordu; “kaleci olmasa gol olurdu” mantığının bir örneği. Lenin bu tip argümanları alaya alırdı. Yine oldukça genç bir yaştayken şöyle yazdı:

Bize ‘böylesi bir eylemin mevcut durumda siyasi özgürlük için mücadele edenleri zayıflatacağı’ söylenecektir. Buna, böylesi bir eylem siyasi özgürlük için mücadele edenleri güçlendirecektir şeklinde cevap vereceğiz.

Lenin, düzen muhalefetinin asıl kaygısının sistemin değişmemesi için, sistemi yönetenlerin isimlerinin değiştirilmesi olduğunu biliyordu. Ancak öyle anlar gelecekti ki, düzen muhalefeti bu isimlerle bile pazarlığa girişecek, onlarla anlaşacaktı. 1917 yılında işçiler ayaklandığında böyle oldu; düzen muhalefeti önce “Romanovlu bir geçiş dönemi” talep etti. Sonra baktılar, geçecekleri yere Romanov hanedanlığıyla geçemiyorlar, Romanov’suz bir Romanov rejimi kurdular.

Lenin bu sırada işçilerin, bırakalım düzen muhalefetinin partilerini, kendi partisi olan Bolşeviklere bile güvenmemesini, bütün Bolşevik yöneticileri sıkı bir denetim altına almalarını, bu Bolşevik yöneticilerin kendi çıkarlarına aykırı hareket ettiklerini hissettiklerinde onları görevden almalarını öneriyordu.

Ekim Devrimi’ne giden günlerde, Romanov’suz Romanov rejimi Lenin’i köşe bucak her yerde ararken Lenin bir işçinin evine saklanmıştı. Bu evde günlük benzeri birtakım notlar tuttu. Bu notlar, Lenin’in iç dünyasına açılan müthiş bir pencere olmasına rağmen genellikle gözardı edilmiştir. Bu notlarda birkaç ay sonra partisi iktidarı ele geçirecek olan Lenin, mücadele edenlere olan hayranlığını ve mücadele edenlere nutuklar çekmek, akıl vermek yerine onlardan öğrenmenin ne denli değerli olduğunu aşağıdaki gibi tarif eder:

Temmuz günlerinden sonra, Kerenski hükümetinin beni onurlandırdığı aşırı istekli dikkat sayesinde yeraltına çekilmek zorunda kaldım. Bizim gibi insanları barındıranlar, elbette işçilerdi. Petrograd’ın uzak bir işçi sınıfı varoşundaki küçük bir işçi evinde akşam yemeği servisi yapılıyor. Ev sahibesi ekmeği masanın üstüne koyar. Konuk şöyle der: ‘Şuna bak, ne kadar güzel bir ekmek. Onlar, artık bize kötü ekmek vermeye cesaret edemiyorlar. Petrograd’da yeniden kaliteli ekmek yemeyi düşünmekten bile neredeyse vazgeçmiştik.’

Temmuz günlerinin bu sınıfsal değerlendirmesine şaşırmıştım. Düşüncelerim, o olayların siyasi önemi; onların gelişmelerin genel gidişatında oynadıkları rolü tartma; tarihteki bu zikzağa neden olan ve onun yaratacağı durumları çözümleme; sloganlarımızı ve parti aygıtımızı değişen duruma uyarlamak için nasıl değiştirmemiz gerektiği etrafında dönüyordu. Ekmeğe gelince, yokluğu bilmeyen ben, onu düşünmüyordum. Onu, yazarın eserinin yan ürünü gibi, adeta çantada keklik sayıyordum. Beyin, son derece karmaşık ve dolambaçlı bir yol izleyen siyasi çözümleme üzerinden her şeyin temeline, ekmek uğruna sınıf mücadelesine ulaşıyor.

Bununla birlikte, ezilen sınıfın bu üyesi, iyi ücretli ve oldukça akıllı işçilerden biri olmasına rağmen, şaşılacak bir basitlikle ve açıklıkla, o sıkı kararlılıkla ve biz aydınların gökteki yıldızlar kadar uzak olduğumuz hayret verici bakış açısı netliğiyle zorluğa cesaretle göğüs geriyor. Tüm dünya iki kampa ayrılmıştır: ‘Biz’ çalışan insanlar ve ‘onlar’ sömürücüler. Olup bitenlere ilişkin hiçbir şaşkınlık gölgesi yok. Bu, emek ile sermaye arasında yaşanan uzun mücadeledeki çatışmalardan yalnızca biriydi. Ağaç keserken yongalar uçar.

Burjuva aydını, ‘devrimin yaratmış olduğu bu ‘olağanüstü karmaşık durum’ ne acı verici bir şey’ diye düşünüyor ve hissediyor.

‘Biz ‘onları’ sıkıştırdık; ‘onlar’ bizim üzerimizde önceden olduğu gibi egemenlik kurmaya cesaret etmeyecekler. Onları yeniden sıkıştıracağız ve hepsini defedeceğiz.’ İşçi böyle düşünüyor ve hissediyor.

4.) Muhakkak enternasyonalist olun. Hem politika, hem örgüt alanında.

Lenin Rus Devrimi’nin “Rus” devrimi olacağına hiçbir biçimde inanmıyordu. Rusya’da yaşananlar (baskı, kriz, mücadeleler), yalnızca uluslararası durumun Rusya özelinde yaşadığı bir kırılmaydı. O, Rusya’daki sorunun anlaşılabilmesinin, küresel bir bakış açısına sahip olunmasından geçtiğini düşünüyordu. Bunun için enternasyonalist olunmasını değerli görüyordu.

Lenin, Rusya’nın sınırları içinde kalmakla yetinen bir mücadele programının başarısına güvenmiyordu çünkü Çarlık’ın yaptığı bunun tam tersiydi: O bütün Fransız, Alman, İngiliz ve benzeri finans ortaklarıyla birlikte hareket ediyor, ülke içindeki egemenliğini ülke dışında kurduğu bu ekonomik ve yeri geldiğinde de siyasi ittifakla sürdürüyordu. I. Dünya Savaşı’nda dahi gündem bu ittifakın yıkımı değil, bu ittifakta “eşitler arasındaki birincinin” kim olacağıydı.

Lenin enternasyonalist olunmasını, çeşitli ulusların mücadele deneyimlerinin paylaşılması için de değerli görüyordu. Rus Marksistleri Paris Komünü’nün dersleriyle yetişmişti ve Rosa Luxemburg gibi üçüncü kuşak Alman sosyalistleri de 1905 Rus Devrimi’nin dersleri eşliğinde kendi partilerindeki reformizmle mücadele etmeye başladılar. 1905 Rus Devrimi bir mücadele aracı olarak genel grevin önemini ispatlamıştı. Rosa bunu, partisine doluşmuş olan ve grev kırıcılığını benimseyen sendika bürokratlarına karşı inatla savundu.

Dilden dile çevrilen broşürler ve kitaplar, farklı ülkelerin işçi ve öğrenci hareketi temsilcilerinin birbirlerine ziyaretler düzenlemesi, deneyimler üzerine ortak uluslararası konferansların düzenlenmesi, hatta ortak bir uluslararası örgütün kurulması bile bu enternasyonalist perspektifin şaşmaz bir parçasını oluşturuyordu.

I. Dünya Savaşı bütün vahşetiyle sürerken Lenin ve onunla beraber bir avuç Marksist, İsviçre’nin Zimmerwald kentinde enternasyonalist bir konferans örgütlemek için çaba sarf ediyordu. Çarlık’ı yıkan Şubat Devrimi’nin ardından Lenin yapılacaklar listesine, derhal yeni bir Enternasyonal’in kurulması maddesini iliştirmişti.

Lenin kendi kendine yetebilen, yerel ve ulusal çapta nihai zaferine ulaşabilecek olan, küresel eğilimlerden bağımsız veya özerk bir zaferin varlığına ihtimal vermiyordu. Rusya’da verilen mücadeleyi, küresel sınıflar mücadelesine müdahalenin bir kaldıracı olarak görüyordu. Rusya’da yaşananlar, Rusya’da yaşayanlara özgü olaylar değildi. Diğer ülkelerden ezilenler de benzer deneyimlerin içinden geçiyordu ve Rusya’da bulunan mücadele insanlarının bu deneyimlerden öğrenebilecekleri boldu.

5.) Örgütsüz kalmak ideolojik özgürlük veya marifet değildir. A partisi, B sendikası, C meslek odası, D kolektifi, E kulübü, F hareketi, G dayanışması, fark etmez: Örgütlenin.

Bol bol Lenin’in saplantılı olduğu konulardan söz ettik. Ancak Lenin’in saplantıları söz konusu oldu mu, hiç şüphe yok ki, birinciliği örgütlülüğe vermek gerekir. Lenin hayatını ne kitaplar yazmaya, ne söylevler vermeye, ne dersler anlatmaya, ne yeni teorik keşifler yapmaya, ne de benzeri uğraşlara adadı; o, bütün bir hayatını bir örgüt yaratmaya adadı. Çünkü egemen blokların meclisleri, orduları, polisleri, partileri, bakanlıkları, borsaları, üniversiteleri, gazeteleri, her şeyleri var iken, ezilenlerin yalnızca örgütleri vardı.

Bugün Türkiye’de örgütlü olmanın önünde dört büyük önyargı var. Bunları kısaca sıralamaya çalışalım.

I.) “Örgütlü olmak terörist olmak demektir.”: Bu, rejimin iddiası. ABD emperyalizminin yüzyılın başında gerçekleştirdiği Irak işgaline yoğun bir “terör” söylemi eşlik etti ve başka birtakım iktidarlar da ABD’nin Irak’ta savaştığı “teröristlerin” aslında kendi ülkelerinde de bulunduğu savına dört elle sarıldı. Bu “teröristler” siyasal muhaliflerdi. Bu argümana uzun uzadıya cevap vermeye gerek yok. Üniversitesinin bir kulübünde örgütlenen bir öğrenci veya işkolunda faaliyet yürüten bir sendikada örgütlenen bir işçi, demokratik hakkını kullanıyordur. Biz örgütlenmek yönündeki demokratik hakkın savunulmasından yanayız.

II.) “Örgütlü olmadan önce her şeyi okumalı, bütün ideolojileri bilmeli, meselenin en doğrusunu anlayıp, öğrenmeliyim.”: Örgütlenme pratiğinin içine girmeden, en doğru örgütlenme pratiğinin keşfedilmesi mümkün değildir. A priori bir örgütlenme gerçekliği yoktur. Ancak yanılarak ve yanlışlanarak doğrunun ne olduğunu keşfedebiliriz. Yapılması gereken baştan aşağı doğru olan bir ilk adım atmak değil, daha sonra yanlışlanacak da olsa bir adım atmaktır.

III.) “Görüşlerime uygun grup yok.”: Bu durumda insan kendi görüşlerine en yakın olan grubu seçip içinde onu kendi görüşlerine kazanmak için mücadele vermeli veya sınıf arkadaşlarıyla, çevresiyle, yakınlarıyla bir okuma grubu oluşturup, görüşlerini tartışmaya açmalıdır. Ancak hiçbir şekilde yalnız kalmamalıdır. Farklılıklarımızı içeride tartışıp, dışarıda birlikte yürümeyi öğrenmeliyiz.

IV.) “Örgütlenerek ideolojik bir çerçeveye hapsolmak istemiyorum.”: Bizce tam tersi doğrudur. Örgütsüz kalınınca belirli bir ideolojik çerçevenin içinde hapsolur insan. Örgütlenmek ise tam tersine bu çerçeveyi yıkar, her şeyi tartışma konusu haline getirir, bütün görüşleri önüne getirir ve bu demokratik tartışmanın kendisinden ezilenler ve sömürülenler için doğru bir devrimci strateji doğması için çalışır. İnsanı derinlemesine yabancılaştıran kapitalist toplumun ortasında örgütlenmek, insanın kendisini gerçekleştirmesinin biricik aracıdır.