Sena Aydın

Boğaziçi direnişi beşinci ayını tamamladı. Hem hükümetin hem polisin hem de üniversitenin gayrimeşru rektörlüğünün öğrencilere ve üniversitenin diğer bileşenlerine yönelik baskı, sindirme ve kriminalizasyon politikaları hız kesmeden devam ederken, öğrenci hareketine dönük bir saldırı da İspanya Devleti’nde yaşanmakta.

Savcılık, Katalan bağımsızlığı yanlısı öğrenci sendikası SEPC’nin (Katalan Ülkeleri Öğrenci Birliği) devlet üniversitesi harçlarının %30 azaltılması talebiyle çıktığı iki günlük grev kapsamında 2 Mart 2017’de Barselona’da düzenledikleri bir yürüyüşe katılan 13 öğrenci hakkında kamu düzenini bozma ve kamu malına zarar verme suçlamalarıyla toplam 111 yıl ve 130 bin Euro (yani tam zamanlı asgari ücretin 950 euro olduğu ülkede kişi başı yaklaşık 10 bin Euro para ve 8,5 yıl hapis cezası) talep ediyor. Tamamı SEPC üyesi 13 öğrencinin tutuksuz yargılandığı ve kamuoyu tarafından “Halk sanık sandalyesinde” (La pública al judici) olarak adlandırılan sürecin iki celselik davası 3 ve 4 Haziran 2021’de görüldü. Sunulan delillerin yetersizliği nedeniyle öğrenciler hakkındaki tüm suçlamaların düşmesi bekleniyor ancak mahkeme kararını önümüzdeki 1-2 ay içerisinde açıklayacak ve davanın politik niteliği dolayısıyla avukatlar umutlu olsalar da çıkacak sonuca dair emin konuşamıyorlar. Sürecin detayları öğrenci hareketine ve genel olarak sol muhalefete dönük baskı, kriminalizasyon, gözdağı ve infaz politikalarının Türkiye’ye özgü olmadığını, öğrenci seferberliklerinin ve taleplerinin uluslararası niteliğini ortaya koyuyor ve bizim açımızdan da öğrenci hareketine dair çeşitli dersler barındırıyor.     

Savcılığın hazırladığı iddianamede gençler, “ortak bir mutabakat içinde hareket etmek” ve “bariz bir niyetle” kamusal ve kentsel mallara “zarar vermek” ve “vatandaşların yaşamının günlük akışını tehlikeye atmakla” suçlandı. Bu suçlamaların nedeni yapılan yürüyüşün kendisi değil dört binden fazla öğrencinin katıldığı yürüyüş sırasında yüzleri kapalı bir grup gencin bir çöp konteynırını ateşe vermesi, yürüyüş rotasındaki bir bankanın camını kırması ve bir cep telefonu şirketi şubesinin vitrinine boya bombası atmaları ve bu 13 gencin o gençler olduğunun iddia edilmesi. Çeşitli protestolar ve kitlesel seferberlikler esnasında gerçekleştirilen bu tarz eylemlerin her ülkede kendi versiyonu bulunan yandaş-sağcı-liberal medya, yargı, siyasiler ve gruplar tarafından “şiddet” ve “terörizm” olarak adlandırılarak protesto ve seferberliğin politik meşruiyetini toplumsal olarak sorgula(t)ma ve bu tarz hedef şaşırtmalarla asıl şiddetin, yani devlet ve polis şiddetinin üzerini kapatmaya çalışma çabalarını şimdilik bir kenara koyalım. Bu tarz eylemlerin hangi durum ve koşullarda kitleye ve politik amaca hizmet ettiği, hangi durum ve koşullarda yalıtık, tepkisel ve apolitik bir tutum olarak kaldığı tartışmasını da şimdilik bir kenara koyalım ve sürece geri dönelim.

Mayıs 2017’de, yani gerçekleşen grev, yürüyüş ve eylemlerden tam iki ay sonra üç öğrenci Katalan özerk yönetimine bağlı kolluk kuvvetleri (Mossos d’Esquadra) tarafından bu suçlamalar bahane edilerek keyfi bir şekilde gözaltına alınıyor ve 24 saat içinde bırakılıyorlar. Daha sonra bu üç öğrencinin de içinde olduğu 13 öğrenciye olaydan yaklaşık iki sene sonra, 2019 yılının sonlarına doğru haklarında yasal soruşturma başlatıldığı ve tutuksuz yargılanacakları ihtarnamesi geliyor. Davaları da ancak Haziran 2021’de görülüyor. Sürecin ilerleyişi oldukça keyfi ve plansız gözükse de aşamalarının denk geldiği anlar aslında bu keyfiliğin arkasındaki gözdağı politikasını ortaya koyuyor. Üç öğrenci, Mayıs 2017’de SEPC’nin plandığı ve sonucunda harçlarda %30’luk düşüş talebini kabul ettirdiği ikinci grev dalgasından birkaç gün önce gözaltına alınıyorlar. 2019 yılının sonlarına doğru ansızın başlatılan ve kapsamı üç öğrenciden on üç öğrenciye çıkarılan yasal soruşturma ve yargı süreci de bağımsızlık süreci ertesinde tutuklanan Katalan politik liderlerin hapis cezası almaları üzerine yükselen seferberliklere öğrenci hareketi ve içerisinde sosyalist, reformist ve anarşizan eğilimleri barındıran bir platform örgütü niteliği taşıyan bağımsızlıkçı sol parti CUP’un reformist kanadına yakınlığıyla bilinen SEPC’nin katılmasıyla çakışıyor. Birkaç gün önce görülen mahkeme de İspanya Devleti’nin pandemi nedeniyle yürürlüğe koyduğu ve aylar süren olağanüstü hâl ve bu kapsamdaki toplantı ve gösteri kısıtlamalarıyla birlikte örgütlülüğünü kaybeden öğrenci hareketinin hem en zayıf olduğu dönemde görüldü hem de üniversitelerin sınav haftasına denk getirilerek olası bir kitlesel eylemliliğin önüne geçilmek istendi. Tabii bu mahkemenin kısıtlamaların kalkmasıyla birlikte yaz sonunda tekrar canlanması beklenen öğrenci hareketine erken bir uyarı niteliği taşıdığını da söylemek mümkün. Kararın tam üniversiteler yeni öğretim yılına girecekken açıklanacak olmasının da davanın sonucunu etkileyebileceği düşünülüyor. Benzer bir şekilde bağımsızlık hareketine katılmakla suçlamasıyla devam eden ve uygun zaman kollanarak bekletilen yaklaşık 3800 açık soruşturma var. Yani yasal bilinmezliğin ve keyfi bekletmelerin kendisi devlet ve yargı tarafından politik bir baskı ve yıldırma mekanizması olarak kullanılıyor.

Mahkeme sırasında tanıklıklarına başvurulan polislerin açıklamaları ve savcılığın iddianame kapsamında sunduğu deliller ise davanın politik niteliğini açıkça ortaya koydu. 2 Mart 2017 tarihi öncesinde ve sonrasında gerçekleşen farklı öğrenci protestoları sırasında polisin kaydettiği görüntüler mahkemeye delil olarak sunularak, sanık sandalyesindeki 13 öğrencinin tüm bu eylemlere katılmış oldukları, dolayısıyla 2 Mart’ta suç teşkil eden eylemleri gerçekleştiren yüzleri kapalı ve kimlikleri tespit edilemeyen öğrencilerin onlardan başkası olamayacağı iddia edildi! Bu mantıksız iddia bile aslında davanın asıl varoluş nedenini ortaya koymak için yeterli: öğrenci hareketini sindirmek, ama sadece bu da değil, hak taleplerini ve mücadelelerini sokaklarda sürdüren tüm kesimlere “bu yarın sizin de başınıza gelebilir” şeklinde bir gözdağı vermek. Çünkü mahkemede kullanılan deliller aynı zamanda devletin baskı aparatının sistematikliğini ve derinliğini de gözler önüne seriyor. Bu dava kapsamında Katalan polisinin “önleyici kimlik tespiti” gibi yalan bir uygulama kapsamında yüzlerce gösteri ve yürüyüşün video kayıtları sakladığı bir arşivi olduğu, sendika üyesi ve solcu öğrencileri aktif takip altına aldığı da ortaya çıkmış oldu.

Polisin bu tarz uygulamaları artık açıktan yapılabilmesi Vatandaş Güvenliğini Koruma, Anti-terörizm ve yeni Ceza Yasaları’na dayanıyor. 2015 yılında o dönem iktidarda olan merkez sağ parti Partido Popular‘ın (PP) salt çoğunlukla meclisten geçirdiği ve halk arasında Ley Mordaza (Susturma Yasası) olarak bilinen bu yasa paketi, özellikle toplantı, gösteri ve ifade özgürlüğü haklarına, polise mukavemet ya da polisleri görüntülemeye kısıtlamalar ve astronomik para cezaları getirirken buna karşılık muğlak ve esnek bir terör tanımıyla polisin orantısız güç kullanmasının ve fişleme yapmasının önünü açmasıyla biliniyor. İspanya’da birçok öğrenci, gazeteci ve sanatçı Susturma Yasası kapsamında politik tutuklu olarak hapiste bulunuyor. İçeriğiyle Türkiye’de aynı sene geçen iç güvenlik yasa paketi ile büyük paralellikler taşıyan bu yasanın son kurbanı rapçi Pablo Hassel’e özgürlük için yaklaşık iki ay önce Barselona’da günler süren ve başını gençlerin ve öğrencilerin çektiği bir seferberlik yaşanmıştı.

Davanın görüldüğü 3 ve 4 Haziran için 13 öğrencinin arkadaşlarının başını çektiği ve çeşitli üniversite bileşenlerinin, sol grupların ve Katalonya’daki mahalle bazlı ve bağımsızlık yanlısı örgütlenmelerin ve komitelerin bir destek kampanyası düzenlendi elbette. Ancak öğrenci hareketi, bu tarihlerde görüleceği aylar öncesinden bilinmesine rağmen kendisini direk olarak hedef alan bu dava için ne bir hazırlık yaptı ne de bir eylem çağrısı, ki buna şaşırtıcı bir şekilde kendi üyeleri sanık sandalyesinde olan SEPC de dahildi. Benzer şekilde mahkeme sürecinde ortaya çıkan polisin arşiv ve aktif takip skandalı karşısında da öğrenciler herhangi bir örgütlü ya da kitlesel ses yükseltmediler. Tepkisizliğin boyutu durumun sadece pandemiyle ya da sınav dönemiyle açıklanamayacağına işaret ediyor. Ancak durum Türkiye’deki öğrenci hareketinden farklı olarak öğrencilerin taleplerini üniversite içerisinde tartışabilmek, kitleselleştirebilmek ve eyleme dökebilmek için öğrenci meclisleri, komiteleri ya da sendikaları gibi örgütlenme ve eylem organlarına sahip olmamasından da kaynaklanmıyor. Çünkü Katalonya’daki devlet üniversitelerinde oturmuş bir sendikalaşma ve fakülteler bazında meclisleşme geleneği, grevler, protestolar ve üniversite işgallerine dayalı yıllara yayılan bir eylem pratiği var. Peki o halde eksik olan ne? Bunun için son birkaç senenin kısa bir bilançosunu çıkarmak gerekiyor.

İspanya’da 2007 yılında yürürlüğe sokulan ve üniversitelerin özel sermayeye peşkeş çekilmesinin önünü açan Bolonya Süreci, hemen arkasından gelen ekonomik kriz ve kemer sıkma politikaları, Katalan öğrencileri 2011 yılında Öfkeliler (15M) hareketi olarak bilinen kitlesel seferberliklerin ön saflarına yerleştirmişti. O dönemde yükselişe geçen öğrenci hareketi İspanya monarşik rejimini ve rejimin öğrencileri değil birbirini besleyen kapitalist eğitim ve ekonomi politikalarını yüksek sesle ve kitlesel bir şekilde sorguladı ve üniversite harçlarında düşüş gibi çeşitli kazanımlar da elde etti. Ancak 2010’lu yılların ortalarında Susturma Yasası gibi aparatlarla uygulamaya konulan ve bağımsızlık mücadelesiyle birlikte oldukça belirginleşen baskı ve sindirme politikalarından nasibini aldı. Bu tam olarak mücadeleden çekilmek anlamına gelmese de mücadelenin politik hattını düzen partilerine, sol reformist partilere, ya da sol partilerin reformist kanatlarına yakınlığıyla bilinen öğrenci sendikalarının veya grupların eline bırakmak anlamına geliyordu. Bu şekilde harçların kaldırılması/düşürülmesi, sermayenin üniversitelerden elini çekmesi, üniversitelere daha çok kaynak ve bütçe, asistan öğrencilerin insan onuruna yakışır bir ücret alması, ifade özgürlüğü ve politik baskının sona ermesi gibi talepler etrafında süren mücadeleler, kitlesel bir öğrenci hareketinin farklı ayakları ve talepleri olmaktan çıkıp giderek birbirinden kopuk, plansız süreçler haline geldiler. Bir talep eşittir bir mücadele çizgisi etrafında öğrencileri mobilize eden sendikalar, derinleşen ekonomik kriz ve artan baskılarla da beraber kazanılamayan her talep karşısında hem kan kaybetti hem fakülte meclislerine kan kaybettirdi hem de öğrenci hareketini genel bir demobilizasyona ve demotivasyona sürükledi.     

Öğrenci hareketinin içinde bulunduğu güncel durumu “Halk sanık sandalyesinde” davasında yargılanan 13 öğrenciden birinin sözleri açıklıyor: “[Devlet, öğrenci] örgütlerinin gündemini politik bir plan geliştirmekten uzaklaştırarak baskı karşıtı konulara odaklamayı başardı.” Evet bu çok doğru, ama burada dikkat etmemiz gereken şey, bu öğrencinin bu sözleri sarf ederken “nasıl bir üniversite istiyoruz?” sorusunun cevabıyla “baskı politikalarıyla nasıl mücadele edeceğiz?” sorusunun cevabının ayrı yerlerde aranması gerektiği hatalı önsavını kabul ediyor oluşu. Öğrencilerin giderek kötüleşen koşulları, bu ikisi sorunun cevabının aslında birbiriyle birebir ilintili olduğu, sendikalar, meclisler ve komiteler gibi halihazırda varolan organlarda tartışılıp, bu tartışmalar gene bu organlar kanalıyla çeşitli taleplerde somutlaşan genel bir politik hat ve eylem planı örmek için kullanılsaydı, öğrenci hareketi Pablo Hassel’in mahkûm edilmesine dönük seferberliğe de “Halk sanık sandalyesinde” davasına da parçalı ya da bireysel olarak değil, kitlesel politik bir aktör olarak müdahil olabilirdi.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direniş için bir yol haritası oluşturmaya çalıştığımız şu günlerde Katalan öğrenci hareketinin deneyimleri, hataları ve eksiklikleri bizler için yol gösterici bir nitelik taşıyor çünkü taleplerin hayata geçirilmesi için sadece mücadele organlarına değil, bu organları öğrenci hareketini ilerletecek ve güçlendirecek birer güç odağına dönüştürecek bir politik hatta ve eylem planına sahip olunması gerektiğini de bizlere gösteriyor.