Kapitalizm krize girerken sermayeye bağımlı hale gelen üniversitelerin durumu

Geçtiğimiz yüzyıl ve hatta son 20 yılda yaşamımız çok değişti. 5-10 yıl öncesinde dahi hayal edemeyeceğimiz teknolojiler hayatlarımızın birer parçası haline geldi. Dokunmatik ekranlar her tarafımızı sardı. İnsanların gündelik hayatlarını düzenlemelerine yardımcı olan asistan programlar –Türkiye’de olmasa da- pek çok ülkede yaygın biçimde kullanılır hale geldi. Sinemalar 3 boyutlu oldu, televizyonlar giderek inceldi. Kapitalist dönem de dahil olmak üzere insanlığın daha önce görmediği  hızda bir değişimin başlangıç noktasında yaşadığımız gerçekten doğru. Fakat bu bilimin “düz bir çizgi” üzerinde ileriye doğru seyri, kültürün ve insan toplumunun her yönüyle bilimsel gelişmeye eşlik etmeleri ile gerçekleşmiyor.

İnsanlık tarihindeki ilk başarılı işçi devriminin, öncü işçilerin büyük çoğunluğunun iç savaşta ölmeleri ve işçi demokrasisinin temelini oluşturacağı tahayyül edilen proletaryanın fiziksel olarak imha olması neticesinde yozlaşması ve ne yazık ki kitlelerin hafızasında kötü ya da buruk bir deneyim olarak kalması 90’ların başında işçi sınıfını topyekün bir yenilgiye sürüklemiş olsa da kapitalizm, sürekli tekrarladığı tarihin sonu safsatalarına rağmen, sükuneti ancak 2008 yılına kadar sağlayabildi. Ki bu sükunet Irak ve Afganistan savaşları ve neoliberal yıkım pahasına gerçekleşmiş olan bir “sükunetti”! Neoliberal politikaların saldırgan biçimde uygulanması, sendikal hareketlerin ezilmesi, bir takım sol akımın düzen içine çekilmesi kapitalizmin ekonomik –ve dolayısıyla politik- krizini ancak bu kadar geciktirebildi.

Burjuvazinin ve onun hükümetlerinin krizden çıkış yolu işçi sınıfına çeşitli ekonomik saldırılar gerçekleştirmek, sermaye birikim sorununu aşmak için zengin ile fakir arasındaki uçurumu derinleştirmek, yeterince kâr getirmeyen işlere son vermek, geriye kalanın kârlarını arttırmak için işçilerin maaşlarını azaltmaktır. İşçi sınıfının ezilmesiyle paralel olarak hayata geçirilen neoliberal politikaların özeti burjuvazinin bugüne kadar alıp satamadığı sektörlere girmesidir. Eğitim sektörü burjuvazinin ağzını sulandıran bir yatırım alanıdır. Bugün eğitim insanlığın ihtiyaçları doğrultusunda değil sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda sürdürülmektedir. Kâr getirmediği için sosyoloji, felsefe gibi bölümler rağbet görmemekte, kimi zaman kapatılmakta, kimi zamansa öğrenciler pazarlama sosyolojisi gibi alanlara yönlendirilmektedirler. Mühendislik, tıp, kimya gibi bölümlerse şirketlere kâr getirdikleri ölçüde rağbet görmekteler. Araştırma geliştirme faaliyetleri sermayenin tekelinde, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda sürmektedir.

Hâl böyle olunca eğitim kurumları ekonomik krizde iflas eden patronların kapatılan fabrikaları, iş yerleri durumuna gelmekteler. 2016 senesi 2008 ekonomik krizinden beri ABD’nin en büyük üniversitelerindeki bağışların/yatırımların en fazla düşüş yaşadığı yıl oldu. Harvard Üniversitesi 2 trilyon dolara yakın düşüşle açık farkla birinci sırada yer almakta. Ardından sırasıyla 500 milyon dolar düşüşle Columbia, Princeton, Chicago ve Northwestern gelmekte. Kamusal bir hak olarak devletin topladığı vergiler ile finanse edilmesi gereken eğitim sektörü çoktan burjuvazinin insafına terk edilmiş durumda. Tamamen ticarethaneye dönüştürülmüş bu kurumlarda araştırma görevlisi veya akademisyen olarak çalışanlar işçiden, geleceğin işçileri olan öğrenciler ise üniversite patronları gözünde müşterilerden başka bir şey olamazlar. Geleceğin ve şimdinin işçileri olarak aynı fabrikadaki işçiler gibi patronlara ve onların hükümetlerine karşı sendikalaşarak, grevler aracılığı ile geleceğimizi kazanabiliriz.

Bu durum Türkiye için de geçerlidir. Madem bugüne kadar kamusal eğitimin içi patronların kârları uğruna boşaltıdı, özel üniversiteler her tarafa yayıldı, o zaman biz de buna sınıf mücadelesi ile karşılık vermeliyiz. Üniversitelerde akademisyenler, asistanlar, öğrenciler, temizlik işçileri, yemekhane işçileri hep birlikte patronlara karşı mücadele vermek zorundayız. Onların ekonomik güçlerini üzerimizdeki baskılarını ancak birliğimizen gelen güç ile kırabiliriz. Kanun Hükmünde Kararnameler ile hukuksuz şekilde atılmalara karşı da en büyük mücadele aracımız sendikalarımız olmalıdır. İşçi sınıfının yıllarca mücadele ile kazandığı, artık kırıntıları kalmış olan demokratik haklarımızın son mevzilerini hep birlikte savunmak boynumuzun borcudur.

CEVAP VER