İçinden geçtiğimiz süreç, mülkiyet ilişkilerinin özel aidiyet üzerine kurulu olduğu mevcut üretim ilişkileri ile her yönüyle toplumsallaşmış üretici güçlerin arasında doğan uzlaşması imkânsız çelişkilerin sancılarıyla can çekişen bir sosyal düzenin ihtiyarlık dönemidir. İnsanlık tarihi, 20. yüzyılda bu çelişkilerin muazzam bir boyuta ulaşarak, üretici güçleri bir defa 1914 ve 1918 arasında, daha sonra ise 1939-1945 yılları arasında olmak üzere iki kez topluca imha için (kendiliğinden) cephelere gönderdiğine tanık oldu. 2012 senesinde, biçim-içerik ilişkisinden doğan bu toplumsal karşıtlıklar, kendilerini, 2008 ekonomik krizi, Afganistan ve Irak işgali, Arap devrimci süreci, ardından gelen karşı-devrimci emperyalist müdahale, kitlesel kronik işsizlik, sosyal hakların paramparça edilişi, teknokrat hükümetler, Wall Street işgali, Öfkeliler Hareketi, Filistin halkının ve daha birçok halkın katledilmesi, kemer sıkma politikaları, artan ve yoğunlaşan sömürü, asker-polis şiddeti vb. gibi krizler, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler silsilesi içerisinden göstermektedir. Bir asır önce de olduğu gibi, “Ya Barbarlık Ya Sosyalizm” sloganı güncelliğini hala koruyor. Bunu anlayabilmek için, yukarıda çizilen tabloyu hayal etmek yeterli.

Bu ve benzeri çöküş dönemleri ile beraber yoğun bir ideolojik saldırı eğitim kurumlarında adeta cisimleşir. Misal, 1914 Almanyasının kimi eğitimcilerinin öğrencilerini süren savaşa katılmaları için ikna etmeye çalışması, birçok ülkede cephelerin doldurulması için liselerin ve üniversitelerin boşaltılması vs. Bu durumun kaynağı, üretim araçları ile üstyapı arasındaki diyalektikten ileri gelir. Marx’ın ortaya attığı formül karmaşık değildir: “Olağan dönemlerde topluma hakim olan egemen fikirler, egemen sınıfların fikirleridir.” Makine, fabrika, toprak, vb. gibi üretim araçlarını kendi tekelinde bulunduran kapitalist sınıf, aynı zamanda okullar, ibadethaneler, medya, vb. gibi kültürel ve ideolojik araçları da elinde bulundur. Bu bağlamda, öğrencilerin bilinçlerine, bu araçları mülk edinmiş sınıfın sosyo-ekonomik çıkarları (değişik kılıflara sokulmuş bir halde) dayatılır. Bu ilişkinin somut düzlemde tezahürü için çok uzaklara gitmemize gerek yok. Her sabah, askeri bir kampta yapılan yoklama sıralarını hatırlatırcasına dizilen değişik halklardan öğrencileri, varlıklarını “Türk varlığına” armağan etmeleri için yemin etmeye zorlamak bunun en açık göstergelerinden birisi. Ulusal sermayenin çıkarları doğrultusunda biçimlenen bu eğitim politikaları aynı zamanda farklı olanı bastırma ve asimile etme çabasının da bir ifadesidir.

Türkiye özelinde öğrencilere dayatılan şoven kültür ve tarih anlayışı, sadece kurgusal kahramanlık mitleri yaratılarak desteklenmeye çalışılan bir olgu değildir, aynı zamanda çoğu kez gerçeği yansıtmayan bir yalanlar dizisidir. Örneğin, 23 Nisan 1920 yılında kurulan meclisin Cumhuriyet’in ilanına kadar resmi evraklarda adının TBMM olarak değil, BMM (Büyük Millet Meclisi) olarak geçtiği, Kürdistan isminin Türkiye isminden daha eski olduğu (Osmanlı İmparatorluğu’nda doğuyla ticaret yapan tüccarlar malların gideceği yeri belgelerde “Kürdistan” olarak belirtirlerdi), Mustafa Kemal’in de altına imza atığı 1921 anayasasında Kürtlere demokratik özerklik modelinin tanındığı (1924 anayasasında bu madde kaldırılıyor), “Zararlı Cemiyetler” başlığı altında yer alan cemiyetlerin aslında devrimci cemiyetler olduğu,[1] Türk burjuvazisinin azınlıkların mülküne zorla el koyarak palazlanmaya çalıştığı, Sivas Kongresi sırasında, Misak-ı Milli’de ve 1921 anayasasında “Türk” kelimesinin hiç geçmemesi gibi kimi “nahoş” yaşanmışlıklar milli burjuvazi ve onun ders kitapları tarafından çarptırılıyor ve değiştiriliyor. Öğrencilere, gerektiğinde cepheye gidip “vatan”ları için kendilerini feda etmeleri öğütleniyor. Ne için? Egemen sınıfın emperyal çıkarları uğruna! “Tek devlet, tek millet” dogması, öğrencilerin ve işçi sınıfının birliğine tekabül etmez. Marksist enternasyonalizm ile liberal teorinin vulger kozmopolitizmi arasındaki fark, burjuva demokrasi ile proleter demokrasi arasındaki fark kadar fazladır denilebilir. Marksist enternasyonalizme göre öğrencilerin ve proletaryanın birliği, harita üzerinde ülkelerin arasında var olan kimi görünmez sınırların uzunluğu-kısalığı, azlığı-çokluğu ile değil, sınıfsal çıkarların ortaklığı ile belirlenir. Evet, öğrencilik ekonomik ve toplumsal bir sınıf değildir ancak, ilk paragrafta da çizilen tablo doğrultusunda, proleterleşen bir sosyal konuma denk gelir. Bu bağlamda geleceğin işçileri, işsizleri ve ezilenleri olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nden kopmak isteyen devrimci Kürt öğrencilerin mücadelesine destek vermemek, bizim çıkarlarımızı temsil edenlere karşı geleceğimizi karartanlar ile ittifak kurmak anlamına gelir. Biz biliyoruz ki, Lenin’in de dediği gibi, “halk, ancak ulusal zulüm ve ulusal sürtüşme yaşamı dayanılmaz hale getirdiği zaman ve iktisadi ilişkileri baltaladığı zaman, ayrılmaya, bir çare olarak başvurur.”

Burjuvazinin düşünsel ve kültürel hegemonyası, kendisini sadece ulusal çıkarlar babında değil, iktisadi ve dinsel unsurlar üzerinden de gösteriyor. Din derslerinde, “güzel ahlâk” yani yoksullaşmaya rağmen “şükür et”memiz (!) gerektiği öğretilirken, özlem duyulan komünal tüketim ekonomisi ise öteki dünyaya, ahirete erteleniyor. Öte yandan derslerde şu anda içinde bulunduğumuz toplumsal örgütleniş tarzı mutlakmış ve sabitmiş gibi sunularak, öğrencilerin alternatifleri öğrenme isteği yolundaki eylemleri de, bir ideolojik diktatörlük kurularak paramparça ediliyor.

Ne Yapmalı?

Emekçi gençliğin, öğrencilerin zihinleri şoven duygular ile doldurularak ve sosyalist toplum kuramı her fırsatta karalanıp vülgarize edilerek, birleşip bir birlik oluşturmamız engelleniyor. Bu da, politik formları ve düşünsel kurumlarıyla hâkim sınıfın değirmenine su taşıyor. Günümüz şartlarında Türkiyeli öğrencilerin enternasyonalist eğitimi ve egemen fikirlere karşı verilmesi gereken mücadele çok büyük bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda, biz öğrenciler, ilgilenen arkadaşlarımızı davet edeceğimiz okuma buluşmaları gerçekleştirmeli, siyasi bilincimizi geliştirmeye ve eğitmeye yönelmeli, toplumsal çıkarlarımızın savunucusu olmalıyız. Artık bizim hakkımızda ve bizim geleceğimiz hakkında alınan kararları, 4 yılda bir seçilen ve emekçi kitlelerin hayatta kalma şartlarına, taleplerine ve ihtiyaçlarına yabancılaşmış kişiler değil, bizzat, biz öğrenciler belirlemeliyiz. Bu nedenle mücadelemiz, her eğitim kurumunda bulunacak olan, içinde sadece öğrencilerin ve okulda çalışan diğer emekçilerin bulunduğu ve okul idaresinden bağımsız Öğrenci Komiteleri’nin kurulmasına yöneliktir.


Faşizm ders kitaplarından ve okuldan dışarı!

Bütün azınlıklara anadillerinde eğitim ve kendi müfredatlarını belirleme hakkı!

Asimile eden eğitim politikalarına hayır!

Nesne değil, özne olacağız! Öğrenci Komiteleri, Hemen Şimdi!

[1] Burada bütün “Zararlı Cemiyetler” başlığı altında bulunanları değil, sosyalist Ermeni cemiyetlerini kastediyorum.

 

Önceki İçerikAlternatif toplu taşıma
Sonraki İçerik4+4+4 kademeli eğitim sisteminin toplumsal etkileri üzerine

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz