Diyanet İşleri Başkanı Erbaş, Ayasofya'da bayram namazını kıldırırken, minbere kılıçla çıktı.

m.güneş

19 temmuz 2022

doğrudan “İslamofobi” üzerine tartışmaya başlamadan önce bazı kavramlarda uzlaşmak, bu kavramları anlamak ve -işin en başında- bu kavramsallaştırmaları neden yaptığımızı düşünmek gerekir. bu kavramlar -birbiri yerine de çok sık kullanılan- “fobi” ve “düşmanlık” kavramlarıdır. bu kavramları varolan eşitsizlikler sistemleri içindeki baskı ve sömürüye dayalı ilişkiyi gözeterek, hatta buralardan doğru tanımlarız. yani, bir kimliğe “fobi” ve/ya “düşmanlık” gerçekleştiğini iddia edebilmek için bu kimliğin toplumsal hiyerarşide aşağıda olduğu, ezildiği, baskılandığı bir sömürü sistemi tahlil etmek gerekir. biz, feminist ve lubunya hareketlerinde, cis-hetero-patriyarka diye bir sömürü sistemi olduğunu ve bu sistemde kadınların ve/ya lgbtia+ların ezilen/sömürülen konumda olduğunu tahlil ettiğimiz için bu sistemden daha çok faydalanma eğiliminde ve ayrıcalıklı konumda olan erkeklerden bu kimliklere yönelik bir saldırı gerçekleştiğinde bunun adını “kadın düşmanlığı” ve/ya “lgbtia+fobi” koyarız. mesela, kadınlar ev içi/görünmez emek diye tariflediğimiz yeniden üretim emeği üzerlerine yıkılmış bir hayat sürmektedirler. lgbtia+ların ise seks işçiliği gibi oldukça güvencesiz işler yapmak zorunda bırakıldığı da bir gerçek. yine, na-erkeklerin erkek çalışma arkadaşlarına oranla daha az ücretle çalıştığı da bir olgu. erkek devlet ve yasa koyucular da bu sömürüye karşı düzenleme gerçekleştirmiyorlar, gerçekleştirmeyecekler. yani, “fobi” ve/ya “düşmanlık” olarak nitelediğimiz bu olaylar, ilgili sömürü sisteminin birer uzantısı, kişilerin hayatları üzerindeki birer yansıması olduğu için bu şekilde kavramsallaştırılır ve politize edilirler.

yine, benzer bir şekilde “İslamofobi” diyebilmek için de bu irrasyonel korku ve düşmanlığa sebep olacak, İslam’ın baskılanan konumda olduğu bir eşitsizlikler ve/ya sömürü sistemi tahlil etmek gerekir. peki, bu tahlili yapabiliyor muyuz?

yapamayız çünkü Anayasa’sında laiklik iddiası bulunmasına rağmen Türkiye devlet politikalarından dinin ne kadar azade tutulduğunun düşünülmesi gerekir. millî bir burjuva sınıfı oluşturmak hususunda çalışan ve bu doğrultuda gayrimüslim azınlıkların mallarına çöken İttihatçıların halefi Mustafa Kemal önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti de aynı politikayı sürdürür. hilafetin, Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, şeri hukukun terki ve medeni hukuka geçiş gibi laiklik iddiası gereği ilerici adımlar ortaya konmuştur konmasına ama mevzubahis ulus-devletin vatandaş ve millet tahayyülünden hiçbir zaman İslâm öğesi -yeteri kadar- ayrıştırılmamıştır. dolayısıyla, dinsiz olduğu söylenmesine rağmen devlet,  müslüman-türk olmasını istediği ve hâlâ ezici gücünü inşa edememiş olan millî burjuva sınıfını güçlendirmek adına özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında gayrimüslimler üzerinde uyguladığı politikalar ile -İttihatçıları andıran, onlarınkilerle benzeşen politikalar ile- sermayeyi aktarmayı sürmüştür. İttihatçıların coğrafyanın çeşitli bölgelerinde azmettirdikleri, organize ettikleri soykırımlar olduğu gibi Kemalist rejimin ilk yıllarında da -Lozan gereği, mübadeleler kapsamında- yerlerinden edilen gayrimüslimlerin taşınmazları müslümanlara devredilmiş, pogromlar, soykırımlar örgütlenmiştir. yani, ulus-devletleşmeye giden o yolda, bu ülkenin müslümanları, gayrimüslimlerin mallarına çöreklenerek yerli ve milli bir burjuva sınıfı yaratmış yada -Demokrat Parti gibi- iktidarlar kendilerinin sebep olduğu ekonomik krizlerin faturasını gerici ön yargıları kışkırtarak üzerinden atmak üzere -başta Sunni Müslüman- kitleleri kışkırtmak suretiyle azınlıklara karşı düşmanlık örgütleyerek kendi sermaye birikimleri korumuşlardır. Varlık Vergisi ve bu vergiyi ödeyemeyenlerin Aşkale çalışma/toplama kamplarına gönderilmesi bunun en belirgin örneğidir. bu ülkede gayrimüslimlere 6-7 Eylül pogromu yaşatılmıştır. ulus-devlet’in Diyanet İşleri Başkanlığı adında bir aygıtı ve imam kostümü giyen bir devlet görevlisi mevcuttur -kaldı ki bu Başkanlık devlet hazinesinden en büyük payı almakta, bütçesi birçok Bakanlığı geride bırakmaktadır.

100. yılına yaklaşan ömründe Bonapartist Türkiye rejimi önderliği kimi aralıklarında sivil bürokrasiye geçmiş olsa da büyük ölçüde kemalist askerî vesayetin diktası altında ilerler -AKP gelene kadar. vasiler de seleflerini aynen takip etmiştir aslına bakarsanız. yani, Kemalist askerî vesayet -yada başka bir deyişle Kemalist askerî bürokrasi de- İslam’ı aksi iddia edildiği gibi silmeye yönelik değil modernize etmeye, Batılılaştırmaya, medenileştirmeye yönelik girişimlerde bulunmuştur. barbarlıkla, gericilikle, Orta Doğululuk ile özdeşleştirilen eski İslam anlayışını ve İslamî öğeleri revize etmeye yönelik girişimlerdir yaptıklarının hepsi ve İslam gibi ideolojiyi burjuvazinin çıkarları doğrultusunda kontrol altına alma ihtiyacından doğru ortaya çıkmıştır. bu politikaları uygulayanların hiçbirisi müslümanlığı reddeden insanlar değillerdir mesela. zorunlu din dersi de ‘80 cuntası tarafından müfredata eklenmiştir. hiçbirisinin İslam’ı düzenleyen Diyanet ile sorunları olmamıştır. kaldı ki siyasî kariyeri Komünizmle Mücadele Derneği’nde başlayan ve Sovyet tehdidine karşı Yeşil Hat projesinin Türkiye yerelindeki en önemli uşağı Fettullah Gülen’i de hatırlatarak İslam’ın -ve tüm diğer dinlerin- komünizme karşı kullanılacak bir aparat olarak uluslararası burjuvazinin yönlendirmesi ve yerel burjuvazilerin aracılığı ile -Kemalist vesayetin de bilinçli bir şekilde göz yummasıyla birlikte- silahlandırıldığı da bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. yani, açıkçası Kemalist rejimi İslamofobik diye nitelemektense self-orientalist, ırkçı, anti-semitist, kafayı “Batılılaşma! modernizasyon!” diye bozmuş, “anti-komünist savaşçılar olarak ilan ettikleri İslamcıların sırtını sıvazlamış.” diye nitelemek gerekir.

tabii, oldukça incelikli bir biçimde işlenmesi gereken bir konudur Kemalizm-İslam dualitesi ama ben şimdilik bu kadarla sınırlı tutayım ve biraz da güncel konjonktürden bahis açayım:

Bonapartist rejimin önderliğinin askerî bürokrasiden, sivile geçtiği period’lardan ikisi olan Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan önderlikleri neoliberalizmi Türkiye rejimine aheste aheste benimsetirler. neoliberalizm ne mânâ?, diye soracak olanlarınız olacaktır. nitekim şu da sık gözlemlenen bir olgudur ki neoliberal aile politikaları çoğu örnekte dinî değerler/normlar üzerinden temellendirilir. bunu şu şekilde açıklamak -herhâlde- yanlış olmayacaktır: Neoliberalizmin temel özelliklerinden birini sosyal güvencesizlik ve özelleştirmeler olarak tahlil ederiz. burjuvaziye rağmen devlet, sağladığı sosyal güvenceler ile vatandaşları -minimum şartlarda da olsa- yaşatmak adına ve bu suretle sömürünün devamlılığını sağlamak adına -hâlihazırda oldukça yetersiz- birtakım önlemler almaktadır. nitekim, neoliberalizmin etkisiyle devlet tüm bu sosyal güvenceleri üzerinden atmak ve burjuvaziye daha fazla sömürü imkânı sağlamak yönünde eğilim göstermeye başlar. birçok kamu kurumunun özelleştirilmesi örneğinin yanı sıra sosyal güvence sağlama sorumluluğu da devletten alınıp aileye aktarılmak yönünde bir söylem gelişir. Doğu Avrupa ve Türkiye bu durumun en keskin örneklerinin görüldüğü yerler olarak karşımıza çıkar. Türkiye özelinde öyle bir durum söz konusudur ki “Kadın ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” isim değişikliği yapılarak “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı”na dönüştürülür. bu Bakanlık kadınlara yönelik politika geliştirmek yönündeki çabalarını düzenli olarak azaltılırken kadınlara sosyal yardım ve destek amacıyla devlet eliyle alınan fonlar Diyanet’e aktarılmaya başlar. kadınları güçlendirmekten oldukça uzak, göstermelik ve kısa süreli projeler ve sosyal yardımlar yapılmaya ve bu şekilde aile kurumu öncelenmeye başlar. boşanma oranları bir sorun olarak gösterilir, boşanmaların azalmasına için söylemler kurulur ve devlet politikaları geliştirilir. aile kurumunu güçlendirmeye ve önemini artırmaya yönelik faaliyete girişen devletin karşısına feminist ve/ya lubunya hareketleri bir düşman, bir engel olarak belirir. bu düşmanın meşruiyetini sarsmak amacıyla devlet söyleminde din ön plana çıkmaya başlar. Türkiye’de “kutsal aile”nin korunması söyleminde dinî motiflerin sıkça yer alması bunun bir örneği olabileceği gibi Doğu Avrupa’da da Katolik kilisesinden doğma Antigender hareketinin güç kazanması benzer bir duruma işaret eder. Gender ideolojisinin çocukları zehirlediği, zehirlenmiş yeni kuşaklar aracılığı ile geleneksel aile kurumunu deforme ettiği, büyük kapitalist devlet örgütlenmenin en küçük hücresi olan ailenin deformasyonu ile de kapitalist ulus-devlet’lere zeval geldiği çıkarımları yapılır. burjuvazinin egemenliğinin ve bu egemenliğin garantörü ulus-devletlerin çıkarların karşısında yer alan feminist ve lgbtia+ hareketleriyle mücadelede devletin müttefikleri -elbette ki- muhafazakârlar ve ırkçılar olur. yine, yakın zamanda kürtaj hakkının gasp edildiği Amerika Birleşik Devletleri örneğinde de bu kararın çıkmasında Katolik kilisesinin ve muhafazakârların payını ve emeğini hatırlamak gerekir.

tüm bunları “niye anlattın?” diye soracak olanlar vardır. bu hafıza yenilemesinden çıkarılacak sonuç, doğalında, İslam’ın da tüm diğer dinler gibi egemen sınıfların elindeki bir ideolojik aparat olageldiğidir. dinler kişilerin yaşam tarzlarını düzenler, kurallar koyar, normatiftir ve dogmatiftir. kaldı ki güncel olarak fetvaların kullanılış biçimi üzerine düşünüldüğünde müminlerin ya “tamah” öğretileri yada sistem içi, normatif ve göstermelik çözümlerle apolitize edildiği de görülecektir. dinin, içinden çıkılamaz sistem içinde -sistem içinde kalarak- çözüm üretme aracı olduğunu unutmamak gerekir. yani, içinde yaşadığımız eşitsizlik ve sömürü sistemini yeniden yeniden inşa eden ve muhafaza eden unsurlardan biridir din denen olgu. öylesi siyasî çelişkileri de içinde bulundurur ki Fransız faşistlerinden Baba Le Pen ve Türkiye’nin islamofaşist karakterlerinden Erbakan’ın -kendi ülkeleri içindeki “öteki” dinî kimliklere düşmanlık örgütlemelerine rağmen- birbirlerine övgüler düzebilmektedirler çünkü bu uluslararası koalisyon tüm dinî farklılıklarına ve çelişkilerine rağmen dinci ve gerici bir zeminde siyasal çıkar uğruna bir araya gelebilmektedir. 

buradan yola çıkarak İslam’ı aklayan temel argümanlardan birini daha çürütebiliriz. o da şudur ki genelde tüm dinler özelde ise İslam hâlihazırda siyasal bir olgudur. bu noktada tabii ki akıllara şu soru gelebilir: “aksi mümkün müdür?”

elbette ki mümkün olabilir. laiklik de -zaten- dini politik arenadan, siyasî bir aparat olmaktan çıkaracak, kişisel bir düzleme mahkûm edecek bir değer, bir tutum olarak ele alınmalıdır. bu açıdan bakıldığında ilerici bir değeri olduğunu da görmek gerekir. bu arada siyasî arenada etkisi olmayan, zararsız ve alternatif İslam’lar hâlihazırda mevcuttur. en açık biçimde kadın düşmanı hükümleri olan ayetlerin bile -bir şekilde- farklı değerlendirilmesini başarabilen yorumları yapılmaktadır İslam’ın. nitekim, bu yorumların toplumsal hayatta bir karşılığı yoktur. oldukça kişisel ve biricik olan bu yorumlar -müslüman üstünlükçü ve müslüman dominasyonunun mevcut olduğu Türkiye’de- milyonları etkisi altına almış, hegemonik ve ana akım yorumların yanında etkisiz kalırlar. toplumsal hayatta geçerlilikleri yoktur. siyasî gericilikten uzaklaşan bu yorumları desteklemekle birlikte bu yorumların, kendi küçük toplulukları dışında kimsenin hayatına dokunmadıkları da bir gerçeklik olarak ele alındığında bu alternatif yorumların öne sürülmesiyle özelde İslam’ın, genelde ise tüm dinlerin aklanmasının çok yaygın bir hata olduğunu da görmek gerekir. Türkiye için -tarihselliği ve toplumsal hafızadaki yeri gereği- İslam hegemoniktir. “İslamofobi” ithamı/suçlaması da tüm bu tarihselliğin ve toplumsal hafızanın halı altına itilmesinden doğar. alternatif yorumların varlığı ve baskılanıyor olması bu gerçekliği değiştiremez. değiştiriyor olsaydı şu tahlili de yapmak gerekirdi: şeriat ile yönetilen İran İslam Cumhuriyeti’nde de alternatif İslam’lar mevcuttur ve baskılanmaktadır. örtünmek istemeyen, farklı örtünme biçimlerini tercih edecek olan kadınlar var -mesela- ve bu kadınlar ciddi bir baskı altında yaşamakta. peki, İran’da İslamofobiden bahsedebilir miyiz? Karşı devrimin kanlı politikalarından kaçan, başörtüsü zulmü ile yaşamak istemeyip yurtalarını terk eden, haklı bir şekilde İslam ideolojisinden korkanlara İslam korkusunun irrasyonel ve haksız olduğunu iddia etmek nasıl akıl tutulması ise gerici Türkiye rejiminin en temel unsurlarından, en temel aparatlarından biri İslam’ken “Türkiye’de İslamofobi vardır” demek de aynı seviyede bir mantık hatasıdır. Avrupa’da Hristiyanofobi, İsrail’de anti-semitizm, İran’da İslamofobi tahlil edilemeyeceği gibi Türkiye’de de egemen olan İslam’ken İslamofobi tahlil etmeyiz.

sözün kısası, bu coğrafyada İslam ezilen/baskılanan konumda değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. bu tahlilime karşı üretilecek en temel ve refleksif argüman olan “peki, ya, başörtüsü yasaklarına ne diyeceksin?”i de ön görerek buna da cevap üretmeyi lüzumlu görüyorum: başörtüsünün dinî bir kimlik belirteci olmasının yanı sıra bir giysi olduğunu da hatırlatarak başlayayım söze. tıpkı liselerde de olduğu gibi bütün devlet kurumlarında belirli dress-code’lar olduğu da bir gerçek. sadece bu iki hatırlatmadan yola çıkarak “ne diyorsun sen!?” diye atar yapmayınız, lütfen, çünkü ben bu ikisine de karşıyım. mevzubahis tüm bu dress-code’lar özellikle kadınlar üzerinde daha çok uygulanan, kadınlar için daha büyük bir baskıyı teşkil eden kılık-kıyafet normlarıdır ve -doğalında- mizojini politikalardır. başörtüsü yasakları da Türkiye tarihinde siyasîlerin ağzına pelesenk olmuş ama asıl unsuru olan mizojini üzerinden değil de neoliberal İslam’ın mağduriyet üzerinden ahlâkî üstünlük devrişme aracı olarak kullanılan gündem olsa gerek. mesela, başörtülü müslüman kadınlar üniversitelere giremezken müslüman erkeklerin ellerini kollarını sallayarak oralarda öğrenim görüp -ve hatta örgütlenip!- birkaç sene sonra “başörtülü bacıları” için savaşacak pro-feminist(!) siyasal İslamcı siyasetçiler oldular. bu bile ortada dönen ama kendilerinin bilinçli bir şekilde görmezden geldiği mizojininin kanıtıdır.

buradaki birkaç vurguyu biraz daha açmak elzem: gericiliğe ve gerici örgütlenmelere karşı olmak zorunluluğu sebebiyle İslam’ı örgütlemeye ve yaymaya girişen her aktiviteye karşı olmak lüzmundayız. dinler kişisel düzlemlere hapsedilmediği müddetçe tarihsel konumları gereği ve egemenlerin yönetim araçları olması nedeniyle problematiktir. laiklik de dinleri politik alandan men etme siyaseti olduğu için ilericidir. neoliberal İslam’dan bahsettiğimiz güncel Türkiye konjonktüründe başörtüsü yasaklarının kaldırılması İslamofobi karşıtı bir müdahale değil, mizojiniye karşı bir müdahale gibi okunabilir. nitekim, unutulmaması gereken kadın özgürleşmesini, inanç hürriyetini sağlayabilecek siyasal hareketin sağ ve AKP olmadığının delili bugün içinde bulunduğumuz durumun ta kendisidir. bir önceki paragrafta bahsettiğim gibi başörtüsü yasaklarının kaldırılması neoliberal İslam ve burjuvazinin çıkarları için atılmış, bilinçli bir şekilde yetersiz bırakılmış bir hamledir. feminist mücadelenin araçsallaştırılmasıdır.

Toparlayacak olursak, Madımak’ta “dine dil uzattılar” diyerek toplanan sünni müslümanlar bir otel dolusu insanı canlı canlı yakmıştı. bugün birçok insan mahkeme koridorlarında İslamî değerlere hakaret ettiği gerekçesiyle TCK216/3’ten süründürülüyor ve Boğaziçi direnişi sırasında 2 kişi bu sebeple tutuklu yargılanmıştı. Ceza Kanunu’ndaki, Kabahatler Kanunu’ndaki birçok madde her zaman müslümanları koruyacak şekilde yorumlanmakta ve müslümanların işlediği her suç devlet ve yargısı eliyle aklanmakta. kaldı ki güncel konjonktürde Kemalist rejimin kurucu partisi CHP’nin temsilcileri bile İslam vurgusuyla demeçler verirken, ellerinde Kur’an ile mitinge çıkan siyasetçiler mevcut iken, İslamî değerler/hassasiyetler bahane gösterilerek Pride’lar yasaklanırken İslam’ın baskılanan, ezilen konumda olduğunu ima ve iddia eden “İslamofobi” kavramının bu coğrafyada geçerliliğin olmadığı aşikârdır. 

sonuç olarak, tüm bu gerçekler ışığında değerlendirildiğinde görülecektir ki İslam, inşa sürecinden itibaren gerici Türkiye rejiminin kullandığı önemli bir aparattır ve bu aparatı aklamaya yönelik, İslam’ın tarihsel konumunu ve toplumsal hafızadaki yerini hasır altına itmeye yönelik bir girişim olan “İslamofobi!” iddia, itham ve suçlaması bir tahlil hatası olmanın da ötesinde art niyetli okunması -pekalâ- mümkün bir dezenformasyondur. soykırımların, pogromların nesilden nesile aktarılan hafızasını taşıyan gayrimüslimlere, içine doğdukları İslamî öğretiler yüzünden kimlikleri ile barışmaları yıllarını almış olan lubunyalara, güncelliğini koruyan neoliberal İslam politikaları altında eziyet ve zulüm gören bu coğrafyanın halklarına, yine İslamî ahlâk öğretileri nedeniyle cinayet, taciz ve şiddet gören kadınlara, aile baskısı nedeniyle örtünmek zorunda kalanlara karşı kullanılabilecek -belki de kullanılan- oldukça tehlikeli bir söylemdir İslamofobi. gayrimüslim ibadethanelerine saldırılmasını, küçücük çocuklara mezar taşı kırmanın öğretilmesini, İslamî tarikatların yurtlarına mahkum edilen öğrencileri, devletin İslam ile kurduğu eli kanlı ortaklığı tartışmamız, bunlarla mücadele etmemiz gerekirken İslamofobi tartışmak bütün bu suçların üstünü örtmekte ve mevzubahis -gayet de- meşru korkularımıza gölge düşürmektedir. 

kaynakça ve ileri okumalar

Abigail Thorn, Philosophy Tube, “Islamofobia: An Analysis

Arya Zencefil, 5Harfliler, “Benim Bedenim, Benim Kararım mı?

Arya Zencefil, Feminist Bellek, “Cis-normativite

Burcu Kalpaklıoğlu, Feminist Mekan’da Cuma Buluşmaları, “Vaizlerin fetva pratikleri: Alo fetva hattı ile gündelik hayata rehberlik etmek ve aileyi yönetmek

Sena Aydın, Cemre Sava 1+1 Express, “ABD’de Kürtajın Anayasal Hak Olmaktan Çıkarılması: Çarpan etkisi feci olacak

Evren Savcı, KaosGL, “Bir ‘silah’ olarak gökkuşağı

Feride Eralp, Feminist Mekan’da Cuma Buluşmaları, “Diyanet protokolleri ve ailenin mutlak bütünlüğü çerçevesinde hayatlarımızı nasıl şekillendiriyor?

Görkem Duru, Troçkist, “Pinochet’den Pinera’ya, neoliberalizmin kısa bilançosu

Gülnur Acar Savran, Sosyalist Feminist Kolektif, “Feministler, Kadınlar ve Politik Özne Olmak…

Kaan Gündeş, Troçkist, “Tarikat sorununa Marxist Yaklaşım

Kadın Dayanışması, Kadın Dayanışması, “Onur Haftası: Güvencesizliğe, ayrımcılığa ve şiddete karşı direniş sürüyor!

Lev Troçki, Troçkist, “Bonapartizim ve faşizm

Muhittin Karkın, Troçkist, “Rejim nereye gidiyor?

Oktay Benol, Troçkist, “28 Şubat dindarlara karşı mı yapıldı?

Sinan Baykent, OdaTV, “Fransız sağının en güçlü ismi Jean-Marie Le Pen Odatv’ye konuştu