On yıllardır anlatılan, üzerine yazılar kaleme alınan, bazen hakkında hakaretler edilen bazen de kendisine ümitler bağlanan bir sosyolojik kesim var Türkiye’de: Erdoğan’ın “tabanı”. Bu tabanın anlaşılması noktasında kullanılan ölçütler ezici bir çoğunlukla kültürel özellikler taşıyor. Bu sözde taban, toplumsal yaşam şartları üzerinden değil, daha çok ideolojik aidiyetleri üzerinden tanımlanıyor. Bu taban sözde “Erdoğancı” olduğu için, ona atanan birtakım mantıksal nitelikler (dindar, muhafazakar, vb.) mevcut. Sosyal tabloyu bu şekilde oluşturunca, başkanlık rejiminden çıkışa dair oluşturulması gereken politik strateji de, “Erdoğancı” tabana atfedilen bu özcü niteliklerin revize edilmesine veya onların kamp değiştirmeye ikna edilmesine indirgeniyor. Mesela bazı çözüm önerileri, bu sözde “Erdoğancı” tabanın duyarlılıkları ile korkularına uyarlanıyor. Ya da mesela parasız ve güvenli kürtaj talebi gibi birtakım mücadele alanları, bu yapay tabanın hoşuna gitmeyeceği için karalanmak isteniyor. Bütün bunlar toplumun ve toplumsal durumun hatalı bir şekilde yorumlanıyor olmasına dayanıyor.

Benzer liberal sosyolojik tanımlamalar, hatırlanacak olursa, Trump’ın sözde beyaz, yoksul ve “gerici” tabanı (“white trash”) için de yapılmak istenmişti. Ancak bu beyaz, yoksul ve “gerici” tabanın yoğun olduğu bölgelerde, ABD’nin ilk siyah başkanı Obama nasıl oldu da 8 yıl boyunca seçimlerden birinci olarak çıktı, o anlaşılamamıştı.

Türkiye’de Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun, Akşener’in ve benzerlerinin, kendilerine ait bir “tabanları” yok. Türkiye’de iki toplumsal taban vardır: Devrimin tabanı ve karşıdevrimin tabanı. Bu ikisinin haricinde, yalnızca devrimin görevleri ve karşıdevrimin ilerleyişiyle ilişkili olarak tarafsızlaştırılması gereken bir taban mevcuttur ancak bu, üçüncü bir kategori oluşturacak olan bir taban olarak anlaşılamaz çünkü konjonktürel olarak değişebilir ve değişecektir de.

Burada kaba bir indirgemeciliğe başvurmuyoruz. Zira şu doğrudur: Erdoğan’ın gerçekten Türkiye’de karşılık bulduğu bir “organik” taban mevcuttur. Ancak bu organik tabanın bağlılığı Erdoğan’a değil, Erdoğan’ın temsil ettiği politikalarıdır; daha kesin konuşmak gerekirse, Erdoğan toplumsal karşıdevrimin mızrak ucu görevini tek başına üstlendikçe, Türkiye toplumsal karşıdevriminin doğal tabanı olan kesimler de Erdoğancı olmuşlardır. Mesela bugün asker-sivil bürokrasisi Erdoğan’ın doğal tabanı olabilir; ancak bu onların Erdoğancı olmalarından ziyade, Erdoğan’ın, halkın yoksullaşması karşısında devlet bürokrasisinin ekonomik ayrıcalıklarını derinleştirmeyi sürdüren politikalarından kaynaklanmaktadır. Erdoğan’ın karşıdevrimci rejimi onların işe hiç uğramadan birkaç maaş almalarını sağladıkça, yakınlarına cüzdan şişiren işler ve ihaleler yağdırdıkça, onlara orta ölçekli ticaretin zenginleştirici olanaklarının kapılarını açtıkça, onlara son model arabalarında kokain çekmeye müsaade ettikçe, bu asalak kesimler Erdoğan’ın “tabanı” olmayı sürdüreceklerdir. Bu, Erdoğan’ın tabanı değildir; Türkiye’de sürmekte olan toplumsal karşıdevrimden ayrıcalıklarını muhafaza etmek ve genişletmek için faydalanan, oligarşinin kırıntılarıyla beslenen bir parazitin politika yapma tarzıdır.

Türkiye Devrimi söz konusu olduğunda, karşıdevrim daima sosyolojik olarak kendisine belirli kesimlerde büyük ve geniş bir taban bulacak. Demokratik ve devrimci görevler ile sorumluluklar daima geniş bir karşıdevrimci muhalefetle karşılaşacak çünkü bu görevler, Türk kapitalizminin maaşa bağlamaktan da öte, derin toplumsal ayrıcalıklar tanıdığı kesimlerin bu ayrıcalıklarını mülksüzleştirmeyi öngörmektedir. Bu kesimlerden burjuvazi dışındaki bir kısmı şöyle sıralanabilir: Askeri ve sivil bürokrasi, vakıflar oligarşisi, artık ruhban “sınıfına” dönmüş olan dinî ayrıcalıklılar kümesi, şirket-cemaatler ve menfaat çevreleri, lümpenler, vurguncular, rantçılar, küçük ve orta ölçekli tüccarlar ile sanayi erbapları, bir kısım KOBİ’ler ile esnaflar, sınıf atlama gayesi taşıyan fırsatçılar ile kariyeristler, vs.

Dolayısıyla başkanlık rejiminden çıkış konusunda sorun bir noktadan sonra Erdoğan’ın “tabanının” erimesi veya yok olması değil; karşıdevrimci uygulamalardan nemalan bu elitler kümesinin politik olarak silahsızlandırılması ve onların demokratik dönüşümün karşısında pasif kalmaya mecbur bırakılmasıdır. Demokratikleşmenin öngerekliliği bu asalaklar kümesinin Millet İttifakı’nın önerilerine ikna edilmesi değildir. Demokratikleşmenin önşartı, bu elitlerin ayrıcalıklarına karşı kitlelerin seferberliğine dayanan ve bu elitlerin siyasetteki mevcut ağırlıkları ile belirleyeciliklerini yok edip onları etkisizleştirecek olan bir sosyalist stratejinin oluşturulmasıdır. Yani bu taban “kazanılmamalı”, onun kazanılması beklenmemeli ama bu taban siyasal olarak mülksüzleştirilmelidir. Ancak bu, savunmada kalan politikalarla mümkün değil. Peki saldırı politikaları neler olabilir? O daha uzun bir tartışmanın konusu.

Örneklerimizi derinleştirelim. Sendikalaşma mücadelesi verirken bir yandan da AKP’ye oy atmayı sürdürüyor olan bir fabrika işçisi Erdoğan’ın değil, Türkiye devriminin tabanının bir parçasıdır. Bu örnekte yaşanmakta olan, işçinin sendikalaşma mücadelesi veriyor olmasıyla AKP’ye oy atıyor olması arasında yaşanan açık çelişkidir. Bu çelişki iki yerde çözülebilir: Ya Diyanet İşleri Başkanlığı’nın siyasal talimatları doğrultusunda hazırlanan Cuma hutbelerinden birisinde, ya da sendikalaşma çalışmalarının mücadele okulunda. Evet doğru, bu çelişki sandıkta çözülemez. Dolayısıyla Millet İttifakı’nın işçiye, bu çelişkiyi seçimlerde çözme çağrısı yapıyor olmasının bir karşılığı yoktur.

Millet İttifakı’nın söylemleri genel olarak devleti ve onu var eden nizamı korumaya ve kollamaya yönelik. Bunun karşısında Erdoğan ise sürekli olarak kendi hayal gücünün ürünü olan birtakım “üst akıllarla”, yani bir çeşit spekülatif nizamla mücadele ettiği söylemini benimsiyor.

Bahsini ettiğimiz fabrika işçisi sendikalaşmaya çalışırken, Millet İttifakı’nın korumaya ant içtiği devlet, sendikalaşma anayasal bir hak olmasına rağmen, işçiye bu mücadelesinde yardımcı olmuyor; aksine sendikalaşma çalışmaları dolayısıyla patron işçiyi işten çıkardığında, patronun yanında saf tutuyor veya sendikal yetki alındığında, bu devlet patrona, mahkemelerde yetkiye itiraz etme hakkı tanıyor.

Bu durumda işçi açısından politik düzlemdeki iki büyük seçenek şu şekilde duruyor: Sendika düşmanı devletin çok yara aldığından şikayet edip, onu ihya edeceğini söyleyen Millet İttifakı ve onun karşısında, tıpkı Trump gibi nizam karşıtı bir sahte söylemi ağzından düşürmeyen Erdoğan. Bu tercihler arasından fabrika işçisinin Erdoğan’a meyletmesi, onu hiçbir şekilde Erdoğan’ın “tabanının” bir parçası kılmaz. Bu durum yalnızca işçi sınıfının mahkum edildiği seçeneksizliğin ve devrimci önderlik krizinin yakıcılığının altını çizer.

KONDA, 25-26 Eylül 2021 tarihleri arasında 31 ilde 2402 kişiyle yüz yüze yapılan görüşmelerden elde ettiği birtakım sonuçları geçtiğimiz haftalarda açıkladı. Bu sonuçlardan bir kısmı şu şekilde: Türkiye’de hakları en çok ihlal edilen kesimlerin sırasıyla %45 ile kadınlar, %30 ile yoksullar ve %20 ile Kürtler olduğu düşünülüyor. %56’lık bir kesim, bu hak gasplarından en çok siyasetçileri sorumlu görüyor. %84’lük bir kesim hükümeti eleştirmeyi ve protesto etmeyi doğal bir hak olarak görüyor. Her beş kişiden üçü toplumsal eylemlere biber gazı ile müdahale edilmesini insan hakkı ihlali olarak görürken, %70 ise Boğaziçi Üniversitesi’ndeki rektör atamalarına karşı yapılan protestoları haklı buluyor.

Bu araştırmadan çıkan 5 sonuç şöyle:

1.) Türkiye en çok kadınların, işçilerin ve Kürtlerin ezildiğini biliyor.

2.) Türkiye polis şiddetinin sözde meşruluğuna ve mücadele etmenin kriminalize edilmesine ikna edilmiş değil.

3.) Türkiye, hükümeti eleştirmeyi ve ona karşı eyleme geçmeyi doğal bir hak olarak görüyor.

4.) Devletin kutsallığına dair aralıksız propagandaya maruz bırakılmış olan bir halk, bu devletin yöneticilerinin, yani siyasal elitlerin hak gasplarından sorumlu olduğunun farkında; yani işlenen karşıdevrimci politik günahların oldukça bilincinde.

5.) Türkiye sadece iktidarı değil, düzeni de değiştirmek istiyor.

Bu verilerden yola çıkarak şunu rahatlıkla ileri sürebiliriz: Türkiye devriminin toplumsal tabanı, bu devrime psikolojik olarak hazırdır. Sorun, onu bu devrime siyasal olarak da hazırlamaktır. Bu ise ideolojik değil sınıfsal aidiyetleri merkezine alan, yaygın önyargılar ile yanılgılara teslim olmayan, mücadelenin edinebileceği boyutlar ile politik görevlerin tarihselliği karşısında muhafazakar bir korkuya kapılmayan, yarı yolda durmaksızın ilerleyen ve zorluklar karşısında yalpalamayan bir sosyalist stratejinin inşa edilmesiyle mümkün olabilir.

Oyalanmayı bırakmalı, kestirmeci yollar arayışını terk etmeli, olağanüstü bir yabancı sınıf basıncı yaratabiliyor olan küçükburjuva kamuoyuyla göbek bağını kesmeli ve halkımızla birlikte, halkımızın hak ettiği seçeneğin var edilmesine kendimizi adamalıyız.