Geçtiğimiz günlerde Efe Demir isimli genç bir arkadaşımızın, hayatını sonlandırmadan önce çalıştığı bankaya yazdığı istifa mektubunu içimiz acıyarak okuduk. Kendisinin de dediği gibi, hayatıyla ilgili o ‘’tatsız kararı’’ almamış olsaydı, bu sıradan bir istifa mektubu olacaktı belki. Ama Efe, yazdığı son satırlarda yaşadığımız bu düzeni ve onun zorunlu çıktısı olan yozlaşmış kurum ve kuruluşların varlığını bize kan dondurucu bir şekilde yeniden hatırlattı. Anlattıklarına göre çalıştığı banka deprem sırası ve sonrasında yalnızca elde edeceği karları ve itibarını düşünmüş, hatta depremzedeler için yararlı sayılabilecek kararları bile ancak bunlardan ikincisinin kaygısıyla, diğer benzer kurumların kendilerini göstermelerinden sonra alabilmişti. Bir yandan ise çalışma arkadaşlarına sitem ediyordu. Biliyorum kararları biz almıyoruz diyerek kendinizi rahatlatıyorsunuz, ama kararları etkilemek için ne kadar uğraştınız ya da bu kararlara rağmen hiç rahatsız olmadan nasıl çalışmaya devam edebildiniz diye soruyordu.

Ama Efe’nin satırlarında sadece okuyup öfkelenmemiz gereken değil, aynı zamanda cevaplamamız ve neticesinde harekete geçmemiz gereken sorular var. Örneğin ‘’kararları biz almıyoruz’’ diyerek vicdanını rahatlatan insanların varlığı bize şunu sorduruyor: Öyleyse bu kararları kim alıyor? Efe’nin seslendiği çalışma arkadaşlarının bir üst kademesinde olanlar mı? Yoksa onların da bir üst kademesinde çalışanlar mı? Müdürler, yöneticiler, mülk sahipleri ve hatta yine birçok çalışanı, sahibi ve yöneticisi olan diğer ortak şirketler mi? Bankaları yahut da düzenin diğer işlevsel aygıtlarını kimler kullanır ya da yönetir? Bunun cevabının bir ya da bir grup insan olmadığı ortada. Bunu cevaplamak için sizi eskiden bu meseleler üzerine fazlaca kafa yormuş birisine, zamanda geri götürmeme izin verin ve bu uzun ama gerekli cevabı mazur görün.

Karl Marx’ın kapitalist sistemin işleyişine dair ortaya attığı en önemli kavramlardan biri meta fetişizmi idi. Her ürünün belli bir fiyatı olduğunu biliriz. Her ürünün fiyatını belirleyen ve ortaya çıkaran ise biz insanların kendi arasında kurduğu ve belirlediği üretim ilişkileri ve onu kullanma amaçlarımızdır. Bir metanın üretilmesi için kaç saate, kaç işçiye yahut da ne kadar malzemeye ihtiyacımız olduğu ve yine o malzemelerin de kendi ilişkilerimizle belirlediğimiz fiyatları, üretilen bu metanın fiyatını belirler. Marx’a göre sorun, bizim ‘’arka sahnede dönen’’ tüm bu belirleyici öğeleri değil, sadece yüzeydekini, yani ürünü ve onun fiyatını görmemizdir. Bu durumda, bir ürünün fiyatı, hatta bir fiyatı olması dahi bize gayet ‘doğal’ ve ‘başka türlü olamaz’ gibi görünür. Halbuki komünist bir toplumda yaşıyor olsaydık, pek tabii ‘herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre’ ilkesiyle hareket ederek ürettiklerimize bir fiyat biçmeyebilirdik de. Ama durum bize günlük yaşamın rutinleri içerisinde hiç de öyle tezahür etmez.

Marx’ın bu kavramsallaştırmasındaki temel mantığın izlerini, geçerlilik alanı genişletilmiş haliyle Györgi Lukacs’ın şeyleşme (reification) kavramında da görürüz. Sonrasında bu kavram, birçok önemli düşünür tarafından farklı alanlarda ve farklı bağlamlarda kullanılmıştır. Ama nihayetinde tüm hikâye, var olan olguları yahut da herhangi bir ilişkiler bütününü, tıpkı önümüzde duran ve değişmez görünen kaskatı ‘şeylermişçesine’ algılayarak yanılgıya düşmemizdir. İşte banka ya da devlet gibi kurumlar da özünde insanların birbirleriyle bir ilişki kurma şekli, kısaca bir ilişkiler bütünüyken, onlardan bahsederken bize elle tutulup gözle görülür birer ‘şey’ gibi görünürler. Tıpkı sürekli yakındığımız ve nasıl ödeyeceğimizi düşündüğümüz o fiyatların sahibi ürünler gibi bize karşı, bize ‘yabancı’ bir düşman halini alırlar.

Amerikalı ünlü yazar John Steinbeck, Gazap Üzümleri adlı romanında bizim burada yaşadığımız yüzleşmeye benzer bir yüzleşmeyi ele alır. Yaşadığımız durumu anlamlandırmak ve bundan çıkış yollarını bulmakta bize yardımcı olması açısından çok önemli bir kitap olduğunu düşünüyorum. Bu romanda konu edinilen, bankalar tarafından önce borçlandırılıp, sonrasında ise ödeyemedikleri bu borçlar yüzünden tarlalarına el konan ve şehre göçmek zorunda kalan köylülerin bir proleterleşme hikayesi. Romanın başında tarlasına el konan köylülerden biri bu kararı kimin verdiğini öğrenmek ve onunla konuşmak, hatta yüzleşmek istediğini söyler, ısrarla sorumluyu aramaktadır. Sadece işlem yapmakla görevlendirilmiş ‘emir kuluyla’ arasında geçen diyaloglar ise çok etkileyicidir:

‘’Evet, ama banka da insanlardan kuruludur.

Yo, orada yanılıyorsunuz… çok yanılıyorsunuz. Banka, insan olmayan bir varlıktır. Bankadaki herkes, bankanın her yaptığından nefret eder. Ama banka onu yine de yapar. Banka insanın dışında bir şeydir, söylüyorum size. Canavardır. Onu insanlar yaratmıştır ama, insanlar kontrol edemez.’’

Köylü kimle muhatap olacağına dair sorusuna cevap alamamıştır:

‘’Kim verdi bu emri sana? Onun peşine düşeyim ben. Esas onu öldürmem gerek.’’

Yanılıyorsun, o da emri bankadan aldı. Banka ona, ‘Ya bu insanları alandan temizlersin ya da seni işinden kovarım’ demiştir.

Eh, bu bankanın bir başkanı var elbet. Bir yönetim kurulu var. Tüfeğimi doldurur bankaya dalarım.

Birinden duyduğuma göre banka da emirleri Doğu’da bir yerlerden alıyormuş, gelen emirlerde ya kar edersiniz ya da sizi kapatırız deniyormuş.

Ama bunun sonu neresi? Kimi vuracağız biz? Beni açlıktan öldürmek isteyen herifi gebertmeden ölmek istemiyorum.

Onu bilemem. Belki de vuracağın kimse yoktur. Belki insan değil suçlusu. Belki de senin dediğin gibi, toprağın, mülkün kendisi yaratıyor bu dertleri. Her neyse, ben sana aldığım emri söyledim.’’

Gördüğümüz üzre, suçlanacak bir kişi ya da bir grup insan yok belki de; belki de sorun kurduğumuz ilişki biçimlerinde. Yani hayatımızı düzenleme amacıyla var ettiğimiz, çalışma ilkesini ise kar etmek olarak belirlediğimiz bu ilişki biçimleri. Suçluların izini sürmeye çalıştığımızda birtakım yöneticilerden onların daha üst kademesinde yer alan yöneticilere, oradan hisse sahibi kişiler ve şirketler, onların yarıştığı ve daha fazla kar ederek karşısında galip gelmek zorunda oldukları diğer kurumlar, onların içinde bulunduğu ülke ve devletler ve onların birbiriyle olan rekabetine kadar geliyoruz. Bir adım geriye çekilerek baktığımızda ise birbirimizle yarışma ve birbirimizi alt etme üzerine kurduğumuz bu düzen çıkıyor karşımıza. Peki ne yapacağız? Tarlaları elinden alınan köylünün de sonradan oturup düşünürken kendi kendine söyledikleri gibi:

‘’Bunu durdurmanın bir yolu olmalı. Deprem değil, yıldırım değil bu. İnsanoğlunun başının altından çıkan kötü bir durum var. Elbette bir çaresi vardır bunun.’’

Evet, insanoğlunun başının altından çıkan, ama sonrasında ona yabancılaşıp düşman olan, onun tam karşısında duran ‘şeyler’ var. Bunun çaresi ise bunlara sebep olan ilişki biçimlerimizi, yani üretim ilişkilerimizi, insan hayatı yerine sermayeyi ve karı koyan bu kapitalist düzeni kökten bir biçimde değiştirmek ve yerine bir yenisini koymak.

Bize yol göstermesi ve güç vermesi açısından, Lenin’in, kendi ellerimizden çıkmasına rağmen karşımıza düşmanca dikilen bir başka ‘şeye’ (devlete) dair sarf ettiği sözlerle bu yazıyı bitirmenin uygun olacağını düşünüyorum:

‘’Ve ancak dünyanın hiçbir yerinde sömürü ve sömürme olanağı kalmadığında; toprak sahibi ve fabrika sahibi kalmadığında, patlayana dek tıkınanların karşısında açlıktan kıvrananlar kalmadığında… ve bunların bir daha var olmalarının olanağı da kalmadığında, bu makineyi hurdaya çıkaracak, parçalanmaya terk edeceğiz.’’