Direnişin estetiği, politik dil ve diyalektik

Haziran Ayaklanması sırasında, genç kuşağın ortaya çıkardığı enerji, gösterdiği yaratıcılık ve duyduğu devrimci heyecan ile öfke, 12 Eylül sürecinin yaratmış olduğu yılgınlıktan doğan “bu gençlikten bir şey olmaz” şeklindeki karamsar ve tembel önyargıyı yıktı. Küçük burjuva bir mit olan bu önyargının yıkılması, aynı zamanda demoralize ve apolitize hallerin de bir göstergesiydi. Bu göstergenin krizinden bahsetmenin artık mümkün olduğunu düşünüyoruz.

Ayaklanmanın en güçlü yanlarından birisini, ortaya çıkardığı mizah ve yaratıcılık olgularının yarattığı durum oluşturuyor. Yeni dilin karnavalesk bir havaya sahip olduğu söylenebilir. Bu hava, morallerin yüksek ve umutların canlı tutulması adına olumlu bir rol oynuyor. Bu olguların varlıkları ve varlıklarının devamı/sürekliliği büyük bir önem taşıyor. Bu dinamik, doğru bir biçimde kullanıldığında, politik bir araç olarak işlevinin ağırlığı elbette artacaktır. Bu karnavalesk dilin ve düşmanının sosyal tutarsızlıklarıyla alay eden mizahın arkasında yatan duygu, hiçbir şekilde ciddiyetsizlik değil, korkusuzluktur. Burjuvazi bize, kültürel ve ideolojik araçlarını ve hegemonyasını kullanarak alt sınıflara gülmeyi öğretmişti. Ayaklanma sırasında ise, kitleler burjuvaziye güldü ve işte o kahkahadır ki, mücadelede hangi tarafının psikolojik üstünlüğe sahip olduğunu belirler.

Sınıf mücadelesinin yaşadığı dalgalanmaların, iniş çıkışların ve değişimlerle dönüşümlerin, belirli bir tarihsel kesitte yer alan bireylerin ve sınıfların kullandığı sosyo-politik dil üzerinde göz ardı edilemeyecek bir ağırlığı olduğuna, birçok kereler tanıklık ettik.

Bahsi geçen bu dilin (ve dilden kastımız salt söylemsel ifadeler değildir), nesnel toplumsal şartlar tarafından değişime uğratılması, biçiminin ve içeriğinin bir noktaya kadar eşitsiz bileşik bir gelişim izlemesini beraberinde getirdi. Burjuvazi, Ortaçağın ortalarına gelindiğinde Gotik mimarisi aracılığıyla kendi dilinin formalist yapılarını inşa etmişti. Ancak bu dilin özü, 16. yüzyılın başlarındaki Reform hareketi sırasında bile eksik bir görünüm sergiler. Luther’in, Calvin’in ve Zwingli’nin kiliseye karşı gerçekleştirdikleri başkaldırının hala din sınırları içerisinde yer alıyor oluşu, birkaç yüzyıl önce kendi dilinin kabuğunu oluşturmaya başlamış olan burjuvazinin o anki örgütlülük düzeyiyle doğrudan ve karşılıklı bir ilişki içerisindeydi. Yine aynı şeklide, Almanya burjuvazisinin 19. yüzyılda içerisinde bulunduğu etap ve henüz propaganda yoluyla hazırlanıyor oluşu ile Hegel’in dini, dış biçimine dokunmadan bırakmış olması, herhangi bir tesadüften söz etmeyi imkansız kılıyor.[1]

Kabuğu oluşmaya başlayan bu dilin çekirdeğinin hala kaypak kalışının sebepleri, burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirmeden önce iktisadi alanda egemenliğini sağlamış olmasında aranabilir. Ekonomik sektörlerin egemen gücü olan burjuvazi kendi kültürel üslubunu yaratabilmesine rağmen, sosyal iktidarının araçları olacak politik aygıtlardan yoksun oluşu bu üslubun özünde feodal artıklardan temizlenememesine yol açtı.

Biçim-içerik diyalektiğinin izlediği bu eşitsiz bileşik gelişim 19. yüzyıl başlarında (belirgin olarak özellikle 1848’de), sınıflar mücadelesinin açığa çıkardığı yeni gerçeklikler karşısında ters kutuplara evrildi. İşçi sınıfı ile yoksul halk kitlelerinin geçim araçları burjuvazinin ve toprak ağalarının özel mülkünde olduğundan ve bu mülk anayasalar ile özel silahlı formasyonlarca korunduğundan, ekonominin toplumsal örgütlenişinde yetki sahibi olmak isteyen kitleler, siyasi savaşımı öne çıkarmak mecburiyeti ile karşı karşıya geldiler. Siyasi iktidarın ele geçirilişinden önce sosyalist bir ekonomi örgütlemenin sosyal olanaksızlığı, bu mücadelenin kendine özgü kültürel formlar doğurmasının önüne tuğla dizdi.

Feodal  üretim tarzı altında aristokrat sınıfınınkinin yanı sıra, ticaret burjuvazisinin de somut kültürel yapılarından bahsetmek mümkün olabiliyordu. Sınıf mücadelesinin güncel yasaları ise, sosyalizmin iktisadi olarak inşa edilmeden önce sosyalist bir kültürün doğamayacağını söylüyor. Sosyalist çağa geçiş dönemi ise, hiç kuşku yok ki, kitlelerin kültürel değil, siyasi, ekonomik ve elbette askeri mücadelelerini öne çıkaracağı bir süreç olacaktır.

Mevcut konjonktürde, iktisadi örgütlenme sınıfın inisiyatifinde olmadıkça, kültürel üstyapıyı da örgütlemek (film ve dizi çekmek, çizgi roman hazırlamak, reklam üretmek), burjuvaziye düşüyor. Olguların doğası gereği de, sınıf savaşımının yükseldiği zamanlar, kitleler kendi kendilerini ifade etmek için düşmanlarının yarattığı kültürel-politik imgeleri kullanarak, onlar üzerinden bir söylem geliştirebiliyorlar.

Aslında Haziran Ayaklanmasının duvarlara ve sokaklara döktüğü yaratıcılık ve hayal gücü de, bu durumdan nasibini almadı denemez. Egemen ilişkileri meşrulaştıran ve yeniden üretilmesinde katalizör rolünü üstlenen bir takım kültürel odaklar, kılıflarıyla aynen alınırken, içerikleri zorunlu olarak radikal dönüşümlere uğratıldı.

Yılların pasifliğinin yadsınarak ortaya çıkardığı coşku dolu bir heyecan seliyle hareket eden genç kitleler, hayatı ve onun olağan akışını mübadele değerleriyle karakterize eden bir sisteme alternatif somut kültürel araçlar grubunun yokluğunda (politik ve ekonomik bir alternatif yapının maddi inşasının gerçek anlamda varlığından bahsedemezken, örgütlü bir alternatif kültürün günlük yaşamda rol almasını bekleyebilir miyiz ki?), egemen sınıfların kültürel ve ideolojik hegemonyasının dolaylı veya dolaysız yoldan kirişleri olan bir takım simgesel görsel ve sözel aygıtları, içeriklerini değişime uğratarak kullanmak zorunda kaldı.

İmtiyazlı zümrelerin semti olarak tanınmış Cihangir’de oturan bir arkadaş grubunun başından geçenleri aktaran ve bu sırada da, inşaat işçisi figürü üzerinden bütün bir sınıfın toplumsal vulgarizasyonunu bina ederek alt sınıfların hayat şartları ile sosyo-ekonomik koşullarına ve geleneklerine yarıla yarıla kahkaha atmamızı sağlayan “Yalan Dünya” dizisinin favori repliği, sosyal öfkenin odaklandığı isimle birleşince, “Ne çektin be Tayyip” cümlesi ortaya çıkabildi.

Bireylerin, herhangi bir “olağanüstü” yeteneğe sahip olmadan kahraman olamayacaklarını söylemeye getiren, böylece onları pasifize eden, özel mülkiyet kurumunun çağımızdaki post-polisi olarak gördüğümüz bir hayal ürünü imgesinden “Gündüz Clark Kent, akşam Superman” sözü türeyebildi.

“Yüzüklerin Efendisi” ve “Hobbit” filmlerinde ak sakalları ardından ”mutluluğu sıradan insanların günlük işlerinde buluyorum”  tarzı söylemleri kullanmasıyla bize,  kırsal hayatın “büyülü” durağanlığındaki transandental  huzuru öve öve bitiremeyen Batılı muhafazakar/dindar ideoloji üreticilerini hatırlatan ve yüksek ihtimal, hayatta olsaydı T. S. Eliot’un çok seveceği o büyücünün “5. günün  şafağında doğuya bakın”  repliği, sınıf savaşımının yarını hakkında iyimser olmayı öğütleyebildi.

İktidar, eylemcileri siyasi bağlamda itibarsızlaştırmak için “çapulcu” kelimesini kullanırken, bu isim kitleler tarafından sahiplenilerek bir fiil niteliği kazanabildi ve kalabalığı birleştirebildi.

Elbette, barikatların karşı tarafında bulunanların ideolojik söylemlerine ve ister istemez politik olan imgelerine, altyapısal ilişkilerle bağlı olmanın beraberinde getirdiği olumsuz siyasi etkenler var. Ancak bu durumun, ciddi bir önem taşıyan olumlu bir tarafı da yok değil. Bu olumlu taraf, düşmanın silahlarının, düşmanın “sadece kendisi için parlayan güneşinin”, kitlelerce ele geçirilip, içi boşaltılıp, yeni bir özle doldurulduktan ve top ateşi bu sefer karşıya tutulduktan sonra ki hassas durumun yarattığı psikolojik üstünlüğün ta kendisidir.

Bir zamanlar, burjuvazinin alt sınıflara ve ötekilere gülmemiz ve onlara karşı manevi bir yabancılaşma süreci yaşamamız için farklı farklı tarzlarda pişirerek önümüze koyduğu yemek, bu sefer paket yapılarak ona geri gönderilmiştir. “Velev ki ibneyiz, her yerdeyiz” ve “İbneler burada, Tayyip nerede?” sloganlarından sonra, ayaklanmaya katılmış bulunan iki buçuk milyon insandan, hangisi veya hangileri, bir daha “ibne” kelimesini hakaret amaçlı kullanabilir ki? Kitleler kitaplardan değil mücadeleden öğreniyor. Egemen söylem tepetaklak edilmekle kalmıyor, aynı zamanda içindeki gerici irade de, biber gazı kokan sokaklarda havasızlıktan ölüyor. İktidarın sistemi yeniden üreten bütün politik söylemlerinin namluları, yadsınıp sahiplerine döndürülüyor.

Düşmanına bu kadar rahat gülebilen ve onların örmeye çalıştığı korku duvarını, yazısının ve sözünün mizahıyla yerle bir eden kitleler, egemen sınıflarda şaşkınlıklarla beraber gelen yalpalamalar yaşatırken, bir savaşın sonucunu belirlemede öne çıkan sosyolojik faktörlerden biri olan psikolojik üstünlüğü bilinçlerine pompalıyorlar.

Bu yaratıcı mizahın, içi boş olduğu da söylenebilecek gibi değil. Bir takım duvar yazıları, artlarında yatan teorik bir birikime işaret ediyor. Tıpkı bir fabrika işçisinin, Marx’ın üç ciltte anlattığı emek-değer kuramını, size birkaç basit cümleyle anlatabilecek olması gibi, bu gençlik hareketi de, üzerine kitaplar kaleme alabileceğiniz geleceksizleştirilme politikalarını, Garanti Bankası’nın üzerine “Hiçbir şey Garanti değil” yazarak özetleyebiliyor.

Dönüşüme uğratılan söylemlerin içerlerinde barındırdığı mizahın yük hafifletici ve son derece faydalı başka bir etkisinden daha bahsetmek mümkün; o da burjuvazinin saçmalık noktasına varan ideolojik argümanlarına cevaben girişilebilecek teorik gevezeliklerden bizi kurtarmasıdır. Eğri oturup düz konuşalım: Yeni Şafak gazetesinin “Başbakan’ı yedirtmeyiz” çıkışından sonra, sosyal medyada bu çıkışı itibarsızlaştırıp bir komedi haline getiren görsel analojiler, hem karşı tarafın ciddi bir cevabı hak etmeyen zavallılardan oluştuğunu, hem de bu zavallıların kendilerini savunma reflekslerinin ne kadar gülünesi ve acınası olduğunu, herhangi bir teorik-politik cevabın gösterebileceğinden daha başarılı bir şekilde gösterdi.

Dil tekelinin, entelektüel faaliyeti mesleği haline getirmiş olan profesyonellerce tutulması, günlük yaşam dilinde ve teorik yazımda kitlesel bir yabancılaşmayı ve “soğumayı” (dili üretenin dili kontrol edememesi ve onun esiri olması) beraberinde getiriyor. Sıradan insanlar, her gün, devlet dairelerinde ve resmi bürolarda kireçli bir bürokratik dille mücadele ediyorlar. Basın dili liberal tınılarıyla insanı ve onun eylemini küçümsemeye, etiketlemeye, ötekileştirmeye ve kadını aşağı görmeye devam ediyor. Dil, ancak maddi hayatı üretenlerin ihtiyaçlarına göre ve onların denetimiyle değiştirildiğinde, politik olarak sorunlu deyimlerden ve kelimelerden kurtulmuş ve temizlenmiş olacak. Bu ise, kafa ile kolun, maddi olan ile manevi olanın, kent ile köyün birleşmesinde yatan bir süreçten farksız bir olgu.

Mücadele sırasında öğrenen kitleler, burjuvazinin değirmenine su taşıyan, dilin bu hiyerarşik ve cinsiyetçi formlarını yok edecek ve insanlık, toplumun sınıflı yapısının rafa kaldırılış tarihine yaklaştıkça hiçbir kesimi ve eylemi aşağı görmeyen ve kulağa çok daha melodik gelen, esnek, dinamik ve zarif bir yeni dil ve söylem yaratacaktır.

19-20 Temmuz 2013-07-20

[1] Dahası Hegel, “Tarih Felsefesi”nde yönetim biçimleri üzerine tartışırken, birçok insanın “daha az özgürlük ile yetinmek zorunda olduğumuzu, dahası monarşik Anayasanın bu verili durum içinde ve halkın ahlaksal durumu karşısında en yararlısı olduğunu” kabul ettiğini yazdı. Bu söylem, o sıralarda Almanya’da sınıf mücadelesinin bulunduğu safhaya uygundu.

 

CEVAP VER