Bu yazı, Galatasaray Üniversitesi Sinema Kulübü’nün yayını olan “Noir” fanzininin Aralık ayı sayısında yayınlanmıştır.

***

Tabiri caizse bir “Leninolog” olduğunu söyleyebileceğimiz Lars T. Lih, Ekim kalkışmasını Lenin’in siyasal pozisyonlarıyla karşılaştırarak yorumladığı son eserinde, işçi iktidarının Bolşevik programı benimsemesinde bir “kahramanlık senaryosunun” iş başında olduğunu ileri sürüyor. Lih’e göre bu senaryo ise ideolojik kaynağını doğrudan doğruya Lenin’in düşüncelerinde buluyor. Kendisi şöyle yazıyor:

Gerçek Lenin’in iyi veya kötü tarihsel etkisi, ömür boyu savunduğu kahramanlık senaryosu olmadan anlaşılamaz… Lenin’in kahramanlık senaryosunun Sovyetler Birliği üzerindeki muazzam kültürel etkisi, ilk olarak bir kahramanlığı konu edinmesi, ikinci olarak ise bir senaryo olması gerçeğinden kaynaklanır.

Lih, Leninist öncü konseptinin sosyolojik olmayan varsayımlar taşıdığını iddia eden ilk düşünür değil. Yüksek ihtimalle sonuncu da olmayacak. Misal, monopoller arası ikinci paylaşım savaşı sırasında Gestapo tarafından infaz edileceğini düşünerek bir otel odasında kendi canını almış olan Walter Benjamin de, Moskova ziyaretinin ardından Almanya Komünist Partisi üyesi olup olmamayı kafasında tartarken, günlüklerine Marksizm’in “mesihçi” bir yönünün olduğunu düşündüğünü not edecekti. Benjamin’in kastı devrimci programın işçi sınıfına “peygambervari” sosyal işlevler yüklemesiydi.

Elbette Benjamin’in bu düşünsel yargısının sosyo-tarihsel bir altyapısı yok değildi. Zira kendisi, Rus proletaryası Stalinist bürokrasi karşısında teslim bayrağını çekerken ve doğup büyüdüğü (ve büyürken dört devrimine tanıklık ettiği) Alman işçileri de Hitler’e tek bir kurşun sıkmadan evlerine çekilirken, siyasal atmosferin içerisinde soluk almaya başlamıştı. Sadece Benjamin’de değil, ancak örneğin Zweig’da da ifadesini bulan ve bütün bir kuşağın üzerine çöreklenen politik demoralizasyon, o sıralarda Avrupalı düşünürlerin tahayyüllerinde herhangi bir “mesih” fikrini anlamlı kılamıyordu.

Ancak Lih’in ileri sürdüğü argümanlar noktasında, kaba bir refleks olarak hemen aynı mantığa sarılmayalım. Demek istediğimiz Lih’in bunu ileri sürmesinin sebebini, yüzeysel bir biçimde neoliberal yağmanın var olduğu gerçeğine indirgeyemeyiz. Bunun yanı sıra Lih haklı da olabilir. Savaş, barış, ticari anlaşma, miting konuşması, sınavı geçme, iyi bir kariyer planlama, ilgili veliler olma gibi sayısız geleneksel norm mevcut kurumlar tarafından dereceleri değişmekte olan “kahramanlık” momentleri olarak görülürken, iktidarın bir sınıftan diğerine geçişi neden “destansı” bir düşünsel form kazanamasın? Cüret edelim ve soruyu bir adım ileriye taşıyalım: “Önder” ile “önderlik” kelimelerinin sahip olduğu sosyo-politik nüans, “kahraman” ve “kahramanlık” meseleleri için de geçerli midir ve eğer öyleyse, “kahramanlık” nosyonunun alamet-i farikası nerede aranmalıdır?

Kaptan Amerika neden CEO gibi çalışıyor?

Walt Disney’in Soğuk Savaş döneminde, özgürlük fikrinin Brütüs’ü Ayn Rand ile kol kola girerek nasıl Birleşik Devletler çapında köklü bir cadı avına çıktığı bilinir. McCarthy döneminin politik arenada gerçekleştirdiği adeta püriten soykırımın gönüllü destekçileri ve foncuları rolündeki Warner Bros ve onun bilumum sektörel yol arkadaşı, İncil-aile-ulus üçgeni dışarısında ifade edilen bütün bir siyasal-kültürel çıkışlara Anglo-Sakson liberalizminin kibirle bilenmiş kılıcıyla saldırırken, yüzyılımıza miras kalacak olan bir enkazın da temellerini atıyorlardı. Ve hayır, ne yazık ki sadece Marvel’ın CEO’larından birisinin Trump’ın danışmanı olmasını kastetmiyoruz…

Mesele insan bilincinin kendisinin farkına vardığı erken yaşlardan başlayarak, soyut bir görsel düzlem üzerinden sürekli olarak zihinlere pompalanan birtakım “kahramanlık” ölçütlerinin pespayeliği ve başka da hiçbir şey değil! Modern kahraman, anladığımız kadarıyla, öncelikle bireydir ve sadece bireydir ve bu bireyin kahraman niteliği, onun var olanı zor yoluyla nasıl ve ne kadar yeniden üretebildiğine bağımlıdır. Finans kapitalin kahraman tipolojisi siyasal partiler üzeri olan bir aşkınsal muhafazakarlığa içkindir; bu kahramanın felsefesi skolastiktir ve değişim nerede yaşanıyorsa, o hareket etmekte olanı durdurmak amacıyla orada mevcut bulunacaktır. Ancak bütün bunları geride bırakan başka bir özellikleri söz konusudur kahraman algımızın: Onlar kesinlikle ama kesinlikle sıradan insanlar olamazlar; bazıları fiziksel-biyolojik bağlamda, bazıları ise zihinsel-düşünsel bağlamda olağan insan ölçütlerinin “aşılmış” olduğu bir “üst-insan” modelidir. Kafelerde laflayan, duraklarda otobüs bekleyen, bir birahanede çerez tabağının dibini sıyıran veya yolda sigarasına ateş soran insanlara düşen rol ise, kahraman olanın üstünlüğüne dönük sessiz ve uslu bir siyasal kabullenişin içerisinde olmasıdır. Zira Örümcek Adam evreninin o meşhur sloganıyla söyleyecek olursak, onlara “büyük güçle beraber büyük sorumluluk” da bahşedilmiştir. Ve elbette onlar, üzerlerinde herhangi bir hukuki kontrol mekanizması kurulmasına gerek kalmadan, bu sorumluluğun kişide yarattığı muntazam hislerin eşliğinde en uygun şekilde eyleme geçeceklerdir. 

Bir düşünelim. Birleşik Devletler’in kurumsal gardiyanı olarak dünya savaşlarına dahi katılmış olan Kaptan Amerika, neden hiçbir macerasında Klu Klux Klan’a savaş ilan etmemektedir? Bu savaşın Amerikan ulusunun çıkarlarına uygun düşmediğini mi iddia etmektedir? Yoksa Kaptan Amerika’nın asıl işlevi, çeşitli ulusal pazarlardan pay sahibi olmaya çalışan Alman sermayesini türlü yollarla defetmek midir? Doktor Octopus, gerçekleştirmek istediği plazma deneyinin mali şartları kamu kaynaklarından sağlanmayınca ve bu sebeple de bir banka soymaya karar verdiğinde, Örümcek Adam’ın banka haznelerini ve altın külçelerini korumaktı çıkarı nedir? Peter Parker finans mülkü sahibi midir, yoksa söz konusu bankada hisseleri olan bir yatırımcı mıdır? Acaba kendisi Amerikan bankerlerinin kartelleri tarafından açılan güvenlik görevlisi kadrosuna mu atanmıştır? Yok eğer durum bu değilse, faiz ve bilumum hile aracılığıyla New York kentinin sakinleri arasındaki gelir dağılımı uçurumunu derinleştirmekten başka bir işlevi olmayan bankaların mali kaynaklarına dönük olarak neden bu kadar koruyucudur? Hele ki para, bilimsel bir deney için harcanmak istenirken. Benzer şekilde Star Wars evreninin Senatosu ne hakla, kendi kaderini tayin etmiş olan gezegenlerin doğal ve beşeri kaynaklarına parlementer bildirgeler eşliğinde el koyabilmektedir? Senato’nun bunu yaparken, kaderini tayin etmiş olan gezegenlerin siyasal iradelerini kriminalize etmek için İmparatorluk’u mazeret olarak kullandığını da akıllardan çıkarmayalım. Bunun yanı sıra, bütün bir galaksi boyunca MİT ajanları gibi çalışan, nerede Senato’nun ticari çıkarları çiğneniyorsa orada ışın kılıcıyla biten ve absürt bir spiritüel inancın (“güç”) peşinden tarikat üyeleri gibi koşturan Jedi’ların, İslamcı kontgerilladan ne farkları vardır? Bize soracak olursanız, galaksinin daha eşitlikçi bir yönetim biçimine kavuşmasının ilk koşullarından birisi, Jedi adı altında hareket eden istihbarat servisi elemanlarının silahsızlandırılmasıdır. Senato’nun klonlar aracılığıyla bütün bir Cumhuriyet kolonilerinde karşılıksız işgücünü; yani köle emeğini yasallaştırmış olması da ayrı bir başlıktır. Kaderini tayin etmek demişken, Dumbledore ve onun müdürlük makamının çevresinde nemanalan çeşitli kadrolar (mesela Harry Potter), neden inatla büyücülerin kendilerini Muggle’lardan saklamaları gerektiğini deklare etmektedir? Bunun karşısında büyücülerin artık dış dünyadan saklanmamaları gerektiğini savunan, Sihir Bakanlığı’nın asimilasyoncu ajandasına karşı bir arada yaşam programını savunan Voldemort ve Grindelwald gibi savaşçılar, neden lekelenmektedir? Ev cinleri gerçekten de köle mi doğarlar, yoksa Sihir Bakanlığı uzun yüzyıllar önce bu türü sömürgeleştirmiş midir? Batman mi? Gotham şehrinin Vehbi Koç’u olan bu yakışıklı, beyaz, zengin ve erkek arkadaşımızın en meşhur çizgi serisinin ilk bölümünde, ismi “Anarşi” olan bir “kötü” ile mücadele ediyor olması tesadüf değildir. Gotham’ın Koç’u şehri değil, şehrin elitlerini korur. Kimden mi? Joker tarafından yeraltında organize edilmiş ve Gotham’ın gerçek sahipleri olan “baldırı çıplaklardan”. “We Are Robin” başlıklı çizgi roman serisinde, Batman’in görevlendirdiği Robinlerin (yani Batman’in yardımcılarının) ilk misyonu, Gotham’ın lağımlarında örgütlenmiş olan ve şehrin varlıklı semtlerine doğru bir el koyma yürüyüşüne çıkmış olan “evsizler ordusunu” durdurmaktır. Hiç şüphe yok ki zamanı geldiğinde evsizlerin kurdukları mahkemeler, mülkiyet savunucuları Robinleri tutuklayacaktır.

Öyle sanıyoruz ki bütün bu sarkastik örneklendirmelere rağmen, kapitalist üretim ile tüketimin metalaştırdığı kahraman olgusunun en dolaysız ve çiğ örneğini, Bruce Willis ile Samuel L. Jackson’ın beraber rol aldıkları “Unbreakable” filminde görüyoruz. Filmde Bruce Willis’in canlandırdığı David Dunn karakteri bir noktadan sonra kendisine organik olarak hiçbir fiziksel zarar verilemediğini anlar. Kendisi, herkesin öldüğü ve bir tek kendisinin hayatta kaldığı korkunç bir tren kazasından sonra çocukluğunda ve gençliğinde hiç hastalanmadığını hatırlar. Ardından Dunn karakteri, sadece insanlara temas ederek onların işlemiş oldukları günahları görebildiğinin farkına varır. Böylece yeni doğmuş kahramanımız bir tren garına gider ve kalabalığa karışır. İlk olarak dazlak kafalı bir yetişkin erkeğe temas eder. Daha birkaç gün önce onun bir Nazi grubu eşliğinde, üç kişilik bir siyah arkadaş grubuna boş cam şişeleri fırlatarak saldırdığını görür. Siyahlara dönük şiddetli ve faşizan bir beyaz terörün uygulanması mı? Hayır, bu kahramanımızın el atacağı bir hadise değildir, zira işlenmiş olan günah liberal demokrasinin kırmızı çizgileri içerisindedir. Ardından Dunn bir başka erkeğe temas eder. Onun da  bir süre önce, içkisine ilaç atarak bir kadına tecavüz ettiğini görür. Cinsel şiddet, bayıltma, tecavüz; bunlar da Amerikalı kahramanımız için yeterli değildir, olmaz. Beyaz Saray’ın ataerkisi “kahramanlığa” yer bırakmamaktadır. Ancak Dunn çarpıştığı son erkekte durur. Onu takip etme kararı alır. Peki takip edip, daha sonra öldürdüğü karakter ne yapmıştır? Özel mülke izinsiz giriş. Film elbette burada dramatik bir hava yaratmak ister ve sanki özel mülkün ihlali, özel mülkte yaşayanları esir almayı şart koşarmışçasına, öldürülen karakterin aslında insanları esir alıp onlara işkence ettiğini gösterir. Özetle ırkçılık veya tecavüz değildir cezalandırılan; bir eve izinsiz giriş yapmaktır.

Londra’nın Lordlar Kamarası’ndan New York’un Wall Street’ine; kapitalin propagandasını yapmakta olduğu ideal kahraman tipolojisi ve onun ahlaki erdemleri, bu yağma ve talan mantığının çerçevesinde oluşturulmuş olan ileri polis örnekleridir.

Polevoy’un öğrencileri olmak

Boris Polevoy bir Sovyet romancısı ve yazımızın başında Lars T. Lih’in kahramanlık momenti üzerinden Lenin’in inşa etmiş olduğuna dönük olarak getirdiği yorum bağlamında, onun “Altın” başlıklık romanı, son derece ilginç “mise en scene”ler verebilecek bir konumda. Zira romanda somutlanan sosyolojik “kahramanlık” dinamiğiyle, günümüz dünyasının radikal egoist “kahramanının” felsefi bir karşılaştırması, hiç şüphesi enterasan sonuçlar verecektir.

Polevoy’un “Altın”ı, Avrupa pazarı üzerinde sürmekte olan ikinci kapitalist paylaşım savaşının içerisinde yaşanan bir öyküyü işliyor. Bir banka görevlisi adam ile bir yazıcı kadın, Moskova’nın 700 kilometre batısındaki bir kasabada kalırken, Hitler’in ordularının istikametinin bu kasabaya yönelmesi, olaylar zincirini başlatıyor. Sorun kasada bulunan büyük hazinenin Nazi’lerin eline geçmemesi. Bu iki insan hazineyi ülkenin doğusuna kaçırmaya karar veriyor.

Romanın birkaç sahnesi bizim için özellikle önemli. Öncelikle savaşın ardından altını taşıyan üç kişiye ulusal madalya için isimleri sorulduğunda, onlar kendi isimlerini (Musya, Nicolas, Tolya) vermiyorlar. Grubun verdiği isimler, altını kaçırırken geçtikleri köylerde ve kentlerde kendilerine yardımcı olan köylülerin ve işçilerin isimleri.

Yine benzer biçimde, Musya’dan altınları teslim alan Çerednikof Bankası sorumlusunun sorgu sırasında Musya hakkında söylediklerine dikkat kesilelim: “Kız mı? Hiçbir olağanüstülüğü yok canım. Yazıcıydı… iyi yazardı, ama belli başlı bir özelliği bulunmayan, bütün ötekiler gibi bir kız.

Sorgudaki yazman devam eder: “Bütün ötekilere benzeyen bir kız. Evet, evet, hiçbir özelliği olmayan, sıradan bir kız. Doğru… Hiçbir özelliği olmayan! Ötekilerden, oğlanlardan ayrılığı olmayan bir kız, her gün rastlanan bir görüntü. Ama olağandışılık da burada zaten…

Polevoy’un kahraman tipolojisi nasıl bir toplumsal içeriğe sahip? Sovyet romancısının kahramanının ontolojik şartı, öncelikle sıradan olması! “Bütün ötekiler gibi”, “olağanüstü” ve “olağandışı” olmayan; yani son derece spesifik ve doğaüstü bir özel güce gereksinim hissetmeden, sosyal pozisyonunun ve toplumsal müttefiklerinin (işçilerin ve köylülerin) dayanışmalarıyla insanlığa hizmet edebilmiş olan bir kahramanlık.

Polevoy’un romanı, bireylerin “olağanüstü” yeteneklere sahip olmadan da kahraman olabileceğini, daha doğrusu olmak zorunda olduğu ilan eden bir manifesto izlenimi yaratıyor okurda. Toplumsal şartlarına dönük iyileştirici eylemlere girişmek isteyenlerin, bunu gerçekleştirmelerinin şartı olarak birtakım süper güçlerle donanmaları gerektiğini ileri süren ve böylece aslında kitleleri pasifize ve demobilize eden kültürel demagojiye en güzel yanıt, Polevoy’un öğrencileri olunarak verilir diyebiliriz.

Gezi’nin kahramanları

Kuşağımız Gezi’de ne yaptı? Kendi kahramanlığının sosyal dışavurumlarını ifade etmedi mi? Marvel evreninin tam teçhizatlı ve silahlı kolluk kuvvetlerine karşı eczanelerden edinilmiş göz damlaları ve solunumu koruyan bez parçaları eşliğinde seferber olunmadı mı? Lars T. Lih belki de bunu yalnızca Lenin’e ve onun beynine atfediyor ancak tıpkı Rus devriminin özneleri gibi, Gezi intifadasının katılımcıları da, Ankara’nın “olağanüstü” yetkilerine ve silahlarına sahip olan profesyonellerine karşı, sıradan insanların Taksim’i fethetmesinde kristalize olan bir kahramanlık momentinin sosyolojik parçalarıydılar.

Unutmadan eklemek gerekir ki, çocukluklarımızın kahramanları da bizleri o sıralarda yalnız bırakmadı aslında. ABD daimi ordusunun en mühim silahı gibi kullanılan ve aslında bir nevi Genel Kurmay üyesi de olduğuna inanabileceğimiz bir hayal ürünü imgesinden “Gündüz Clark Kent, akşam Superman” sözü türeyebildi. “Yüzüklerin Efendisi” ve “Hobbit” filmlerinde ak sakalları ardından ”mutluluğu sıradan insanların günlük işlerinde buluyorum”  tarzı söylemleri kullanmasıyla bize,  kırsal hayatın “büyülü” durağanlığındaki huzuru öve öve bitiremeyen Batılı muhafazakar/dindar ideoloji üreticilerini hatırlatan ve yüksek ihtimal, hayatta olsaydı T. S. Eliot’un çok seveceği o büyücünün “5. günün  şafağında Doğu’ya bakın” repliği, isyanın yarını hakkında iyimser olmayı öğütleyebildi.

Aslında belki de mesele, 5. günün şafağını yaratmaya soyunarak iyimser olabilmektedir…