Türkiye devrimi ve bu devrimin öznesi ile katalizörünün hangi toplumsal sınıf olacağı ve sosyal devrim sırasındaki ve ertesindeki sınıf dinamiklerinin oluşturduğu ekonomik-politik terazinin hangi tarafının ağır basması gerektiği üzerine, Türkiyeli sosyalist siyaset tarafından birçok kere yazıldı ve çizildi. Bu, elbette, Türkiye özelinde sıkışıp kalmış ve bu topraklara has bir tartışma değildi. 20. yüzyılın başından itibaren, 1917 Rusya’sının Şubat ayında şiddetlenmesiyle beraber, bu tartışma, devrimin teorik ve pratik güncel sorunlarından biri olup çıktı ve hiç şüphesiz Türkiye’deki hareket de bundan nasibini aldı.

Kalkış noktası olarak ele alınan, Türkiye tarihinde bir burjuva demokratik devrimin tamamlanmamış olması, aynı zamanda düğüm noktasını da oluşturuyordu: Türkiye devriminin sınıf karakteri ne olacaktır, ne olmalıdır?

“Cevdet Bey ve Oğulları”, Abdülhamit döneminden Cumhuriyet’in 70’li yıllarına kadar gelen bu panoramik roman, bu konu üzerine bize birkaç ipucu verebilecek durumda ancak kuşkusuz, bütün bir teorik sorunsal bu romandan alınan alıntılar ile karşılanamaz. Buna rağmen romanda yer yer karşımıza çıkan kimi pasajlar konuyu aydınlatır nitelikte.    

Bir keresinde Marx, Genç Hegelciler hakkında “Kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beynin üstüne çıkmıştır.” diye yazmıştı. (1) Biz de “burjuva demokratik devrim” kavramını yeryüzüne indirerek başlayalım. Bir burjuva demokratik devrim karşısına esas olarak dört adet sosyal sorun alır: 1.) Ulusal sorun, 2.) tarım sorunu, 3.) demokrasi sorunu ve 4.) bağımsızlık sorunu. Bütün bu toplumsal sorunlar, kitleler nezdinde büyük bir öneme sahiptirler ve bir toplumun çoğunluğunu ilgilendiren hayati meselelerdir.

Lakin bu krizlerin çözümü sırasında hangi sınıf(lar) en önde, öncü rolünde bayrağı taşıyan olmalıdır?

19. yüzyılın sonlarından ve 20. yüzyılın ilk senelerinden itibaren üretimde ve sermayede yaşanan muazzam yoğunlaşma tekelleri yarattı ve böylece kapitalizmin tekelci aşaması dediğimiz emperyalizm olgusu tarih sahnesine çıkmış oldu.

Bundan böyle, gelişmiş kapitalist ülkelerin varlığı, yarı-feodal üretim ilişkileri ile boğuşan “geri kalmış” ve derinlemesine sanayileşememiş ülkelerin varlığını zorunlu kılıyordu, dahası, bu ülkelerin mevcut ekonomik geliş(me)mişlik seviyelerinde kalmalarını da zorunlu kılıyordu. Slavoj Zizek’in özetlediği gibi: “Amerika’nın varlığı, Kongo’nun varlığını zorunlu kılar.”

Şurası açıktır ki, emperyalist devletler ile onların sömürgeleri ve yarı-sömürgeleri arasında var olan ekonomik ilişki skolastik değil, diyalektiktir. O halde Stalinizmin aşamalarından bahsetmenin maddi hayatta herhangi bir tezahürü yoktur ve olamaz da. Ekonominin toplumsal örgütlenişinin ifadesi olan bu sosyo-ekonomik aşamalar, emperyalist dünya ekonomik sisteminin, ileri veya geri olsun, bütün ülkeleri kapsayan kapitalist üretim ilişkileri ağı içerisinde birbiriyle organik olarak kaynaşmışlardır.

Eğer burjuvazinin varlığının kendisi ve onun metropollerdeki (ve elbette dünyanın geri kalanındaki) ekonomik hegemonyası, kendi sömürge ve yarı-sömürge ülkelerinde hüküm süren semi-kapitalist üretim ilişkileriyle ve bu ülkelerin altyapısal kurumlarının, Batılı emperyalist devletlerininkinin aksine, burjuva demokratik bir devrim sonucu nitel bir sıçrama yaşamamış olmasıyla uyum ve barış halindeyse ve bunun önüne geçebilmek uğruna devrimci bir atılım gerçekleştirmiyor ise, burjuvazi 150 sene önce oynadığı ilerici rolü kaybetmiş ve dahası kendi devriminin sorunlarını bile çözemez duruma gelmiştir.

Cezmi’nin Ayşe’nin ailesi, yani ticaret burjuvazisi üzerine dediklerine bir bakalım:

Trabzon’da bir Hacı İlyas Efendi var. Tüccarlık yapıyor, zengin, dinine düşkün, tefecilik de yapıyor! Ha, evet, yani yüksek faizle borç veriyor… Bu adamın inkılaplara karşı olmasını biraz anlıyorum… Ama ya sizin aile? Tabii, ben onlar inkılaplara karşılar demiyorum, yapılan şeyleri sevinçle karşıladıklarını biliyorum, nasıl düşündüklerini biliyorum. Ama görüyorum ki, gene de bütün bu yapılanları biraz da şüpheyle karşılıyorlarmış gibiler… Ya da yeterince heyecanlı değiller! Oysa düşünüyorum ki, şehirlerde oturan zenginler, yani Avrupa’yı bilen zenginler, anlatabiliyor muyum, yani iyi zenginler inkılapları benimsemeli. Ama onlar heyecanlı gözükmüyor.(2)

Cezmi’nin umutsuzluğu trajiktir, özellikle de ders kitaplarına “inkılap” adı altında geçenlerin aslında Bonapartist devlet aygıtının yukarıdan aşağı bir şekilde baskı organlarını kullanarak zorla dayattığı ve demokratik talepler karşısında tamamen işlevsiz kalan birkaç cılız reform olduğunu düşünürsek. Reformların bu cılız niteliğine rağmen, Türkiye burjuvazisi kendi devriminin demokratik görevleri karşısında yalpalamaktan kendini alıkoyamaz.

“İnkılaplar”, ne Kürt sorununun ne de tarım sorununun çözümü yönünde bir adım atıldığının göstergeleri değillerdir: Kimi coğrafyalarda feodal toprak ağalarını dokunmadan bırakmış, daimi orduyu ve İstiklâl Mahkemelerini Kürt halkının karşısına dikmiştir.

Popülistlerin ağızlarından düşürmedikleri Aşar Vergisi’nin kaldırılması ise yoğun bir sınıf mücadelesinin sonunda elde edilmiş olan bir kazanımdır. Aşar Vergisi’nin kaldırılması, 1923 senesinde toplanmış bulunan İzmir İktisat Kongresi’nde kararlaştırılmıştı. Ne var ki, vergi ancak 17 Şubat 1925 yılında kaldırıldı; verginin ekonomik yükü altında ezilen köylü kitlelerinin nüfusun önemli bir kısmını oluşturdukları bölgelerde Şeyh Sait isyanının 14 Şubat’ta, yani verginin kaldırılmasından 3 gün önce alevlenmesi ise kaderin bir cilvesi olsa gerek… Buna rağmen, köylünün mahsulünün %12’sine el koyan Aşar Vergisi kaldırıldığında, yerine köylünün ürettiklerinin %10’una zorla el konulmasını yasallaştıran Toprak Mahsulleri Vergisi getirildi.

Öte yandan şu gerçek de bütün çıplaklığıyla göze çarpmaktadır: Ekonomi politiğin pre-emperyalist dönemine dair olarak Marx sanayi gelişimini üç aşamaya bölmüştü; 1.) el zanaatları, 2.) imalathane, 3.) fabrika. Türkiye’de ilk iki aşamanın doyurucu bir süreklilik ve yoğunlukla yaşandığını kim iddia edebilir?

İlk iki aşamanın niceliksel küçüklüğü, dolayısıyla da niteliksel etkisizliği açıktır. Ancak, bu durum, finans kapitalin bütün dünya ile birlikte Türkiye’ye de egemen olduğu gerçeğini değiştirmez. Lenin’in emperyalist çağda banka sermayesi temeli üzerine inşa edildiğini söylediği “mali oligarşi” bu durumun yaratıcılarındandır. Marx’ın üç aşaması, meta ihracının yanında sermaye ihracının da muazzam bir önemde olmadığı 1800’lerde tamamen geçerliydi. (3) Günümüzde ise görece bir geçerliliğe sahiptir: Artık ilk iki aşama, geç sanayileşmiş ülkelerde yok denecek kadar nicel bir küçüklüğe sahiptir.

İki elin parmaklarının sayısını geçmeyen birkaç ülkenin ekonomik gelişmişliğinin geri kalanların sömürgeleştirilmiş ve sömürülmüş üretici güçlerine (doğal kaynaklar, insan gücü ve teknik) bağımlı olması eşitsiz bileşik gelişmeyi oluşturan çelişkilerin önde gelenleri arasındadır. (4) Bunların bir bütün (emperyalist dünya ekonomisi) içerisinde kaynaşması/erimesi, tarihsel aşamaların atlanmasının olanağının yanında zorunluluğunu da doğurmuştur.

Kendi devriminin demokratik sorunları karşısında aciz kalan burjuvazinin bu durumunun en temel sebeplerinden birini, onun varlığının toplumsal devamlılığının ve kurduğu sınıf diktatörlüğünün ekonomik düzlemdeki pozisyonunun tarım, demokrasi, bağımsızlık ve ulusal sorunun çözümsüzlüğüne sımsıkı bağlı olması oluşturur. Onun sınıf kurumları, yani egemenlik organları bu meseleler ile çelişmez.

Refik’in nasıl söylendiğini hatırlayalım: “Bari köylülüğün üzerindeki ağa baskısı kaldırılsaydı…(5)

Diyalogun diğer ucundaki Süleyman Ayçelik karakterinin cevabı dikkate değerdir: “Bunu inkılabın yapamayacağını biliyorsunuz. Bunu Bolşevikler yapmak ister. Ama onlara Türkiye’de hiç söz düşmüyor. (…) Nereden geldik buraya? (…) Evet, inkılap ağalara dokunamaz.(6)

Burjuvazinin ve toprak ağalarının azami ekonomik çıkarları birbirlerine paraleldir. Emperyalizm bu çıkarların iç içe geçmesinde aktif bir rol üstlenmiştir. Türkiye tarihine göz attığımızda, 1950’li yıllar boyunca tarımda makineleşmenin hız kazandığını fark ediyoruz. Lakin bu durum Batı ve Orta Anadolu için geçerli olmuş ve Doğu bölgelerinde toprak ağalığı kurumu varlığını sürdürmüştür.

Ne var ki, Batı ve Orta Anadolu’da tarımın kapitalist bir nitelik taşımaya başlaması, hiç şüphesiz, tarım sorununu çözmemiştir, aksine yeni toplumsal krizleri beraberinde getirmiştir. Büyük toprak sahipliğinin, küçük kapitalist işletmelerine dönüşüm süreci beraberinde muazzam bir topraksızlaşma sürecini de getirmiştir. Sermayenin toplandığı kentlere akan bu topraksız köylüler ise, bir yedek sanayi ordusu, yani işsizlik ordusu oluşturur iken, bunun yanında kentlerdeki lümpenlerin oranını da artırmışlardır.

Bu topraklarda 1908 tarihinde başlamış olan burjuva demokratik devrimin tarım sorunu konusunda karşılaştığı ekonomik çıkmazların sebebi nedir? Sebebi, Türkiye tarımının emperyalist dünya pazarına bağımlı olmasıdır. Burjuvazi için, emperyalizme askeri ve mali anlamda bağımlı olmak, iktisadi bir kalkınma sorunundan çok, dünya ekonomisinin dinamiklerinin ve uluslararası işbölümünün zorunlu bir sonucudur.

Bunun bir sonucu olarak, tarımda kapitalistleşme, aynı zamanda kronik işsizlik, kronik verimsizlik ve ele geçen artığın geçimlik düzeyde kalması anlamına gelmiştir. Büyük burjuvazi, kendi devrimini sonuna kadar götürmeye cesaret edemiyordu ve açıktan açığa kendi tarihsel kökenlerine ve devrimine ihanet ediyordu. Türkiye burjuvazisi, demokratik programı (kurucu meclis, toprağın müsaderesi, ulusal bağımsızlık, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, sekiz saatlik iş günü) gerçekleştirebilecek devrimci politik devinime uzun yıllardır sahip değildi.

Dolayısıyla üretimin görece pre-kapitalist bir karaktere sahip olduğu kimi coğrafyalarda demokratik devrimin tek başına yalıtık bir halde ele alınıp, tek hedef olarak gösterilmesi, emperyalist dünya ekonomisinin diyalektik yasaları ve eşitsiz bileşik gelişimin varlığıyla taban tabana bir zıtlık oluşturuyordu.

Bütün günahları biliyorum,” diye öfkeleniyor yine aynı karakter Dersim harekatından bahsederken ve devam ediyor, “bütün günahları benimsiyorum. Çünkü başka bir yol olmadığına inanıyorum! Siz de eğer bir şey yapmak istiyorsanız, eğer devlete bir yararınız olsun istiyorsanız günahları benimseyecek kadar cesur olmalısınız… Doğrusu günah da diyemem onlara… Devlet için yapılan hiçbir şey günah sayılamaz.(7)

Hakim sınıfın, ulusal sorun karşısında eli kolu bağlıdır. Kendi ticari ve sınai çıkarları, onu “milli birlik ve beraberlik” yönünde adım atmaya iter, silah zoruyla olsa da… Türkiye burjuvazisi, tarım sorunu karşısındaki kaypaklığını ulusal sorunda da gösterir. Özellikle bu iki sorunun iç içe geçmişliği, onun omuzlarındaki yükün çözümünün ancak radikal dönüşümlerden geçtiğini hissettirir. Türkiye solunun ıskaladığı nokta, demokratik devrim ve program mücadelesini burjuvazinin omzuna yüklemenin, mevcut toplumsal hareket kanunları ile alabildiğine çelişen ütopik ve gerici bir hayal olduğuydu.

Burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün ve egemenlik organlarının asgari demokratik talepleri sırtlayamadığı ve bunları karşılayamadığı açık. Türkiye için de sonuna kadar geçerli olan bu durum karşısında geleneksel solumuzun tavrı ne olmuştur?

Ve eğer, burjuva devriminin önünde yürüyebilecek bir burjuva demokrasisi yoksa ne olacaktır? O zaman icat edilmelidir. Menşevizmin vardığı sonuç budur. Kendi hayalinden, nitelikleri ve tarihi ile birlikte bir burjuva demokrasisi yaratır.(8)

Aşamalı devrim anlayışının Türkiye’de somutlaşmış hali olan “Milli Demokratik Devrim” teorisi, aslında 1917’de bizzat Lenin tarafından çöpe atılmış olan demokratik diktatörlük formülünün stratejik olarak Türkiye işçi sınıfının önüne koyan sayısız Stalinist varyantlardan birisiydi. Bu formülün günümüze uyarlanmış olanlarından en popüleri olan ve tıpkı diğer kuzenleri gibi farklı sınıfları ortak bir kota içerisinde harmanlayan Halk Cephesi hükümeti ise, işçi sınıfının devrimci politikasını burjuvazinin ekonomik çıkarlarının ve mevcut toplumun çürümüş yanlarının restorasyonunun kuyruğuna takarak, sınıfa ve onun savaşımına darbe üzerine darbe indiriyordu. Halbuki, “hedefe ulaşmak için yalnızca ama yalnızca tek bir yol vardır, o da proleter komünist unsurların küçük burjuva unsurlardan derhal, kararlılıkla ve geri dönüşü olmayan bir şekilde ayrılmasıdır.” (9)

Burjuva demokratik devrimin sorumluluklarının işçi sınıfının omzunda hissedildiği bir tarihsel dönemde “proletaryanın ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü”nden bahsetmek vülger Marksistlerin eskimiş ve artık geçerli olmayan mutlak şemalarının acizliğini gözler önüne seren bir çırpınmadan farksızdır.

“Şu an yalnızca ‘proletaryanın ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü’nden bahseden biri zamanın gerisinde kalmıştır ve fiilen proleter sınıf mücadelesine karşı küçük burjuvazinin safına geçmiştir; bu tür kişilerin devrim-öncesi ‘Bolşevik’ antikalar müzesine (‘eski tüfek Bolşevikler’ müzesi de denebilir) gönderilmeleri gerekir.” (10)

“Eski düşünme tarzına göre, burjuvazinin egemenliğinin ardından proletarya ve köylülüğün egemenliği, proletarya ve köylülüğün diktatörlüğü gelebilir ve gelmelidir.

Oysa gerçek hayatta, işler şimdiden farklı gelişmiştir; birinin diğeriyle son derece özgün, yeni ve eşi görülmedik bir tarzda iç içe geçtiğini görüyoruz. Şu an yan yana, birlikte, eşzamanlı olarak hem burjuvazinin egemenliği (…) hem de iktidarı kendi rızasıyla burjuvaziye bırakan, kendi rızasıyla burjuvaziye eklenti olan proletaryanın ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü vardır.” (11)

Kerenskici hükümet, tıpkı bütün diğer Bonapartist nitelikli klikler gibi sınıflar üzeri ve arası bir konuma sahipmişçesine havada asılı kalırken bu formülün savunucuları demokratik sorunların çözümü için hala burjuvazinin gözünün içine bakmakta ısrar etmeye devam ediyorlar. 20. yüzyıldan bu yana demokratik devrimlerin bütünü, görevleri açısından burjuva, özneleri ve talep edenleri açısından ise sosyalist devrimler olmuşlardır. Burjuva devriminin görevlerinin yerine getirilmesi ancak proletaryanın devrimci iktidarında mümkündür; 1848’in Fransa’sı ile Almanya’sı bile demokratik devrimler karşısında burjuvazinin kaypaklığının en açık göstergesidir.

Menşevizm geleneğinin taşıyıcısı Stalinizm kendi aşamalı devrim teorisiyle sosyalizmi (onlar için) asla gelmeyecek olan bir zamana ertelerken, burjuva demokratik devrimin görevleri işçi sınıfının programında yerini almış ve demokratik devrimlerin bilinçli sosyalist devrimlere evrilmediği sürece günlük mücadelelerin asgari taleplerinin bile karşılanamayıp sönümlenip gittiği görülmüştür. Her demokratik devrimin, sosyalist bir devrime dönüşme potansiyelini taşıdığı mevcut gerçeklik içerisinde işçi sınıfının karşısına “aşamalar” çıkarmanın neye tekabül ettiğini burada not düşmeye gerek yok…

Ezbercilerin bugün hala sayıkladıkları “proletaryanın ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü”, “halk devrimi”, “milli demokratik devrim”, “ulusal demokratik işçi-köylü (ve hatta bazen memur!) devrimi” gibi işçi sınıfına duyulan güvensizlik üzerine inşa edilmiş olan sınıf işbirlikçi tezler, burjuva demokratik devrimin programını tamamlama olanağına sahip olan tek sınıfın, yani proletaryanın, sadece demokratik devrim ile sınırlı kalmayacağına ve bunu sürekli kılarak mevcut mülkiyet ilişkileri ağında da “gedikler” açacağına duyulan korkunun sayısız ifadelerini oluştururlar. Anlaşılan, şemacılar, Marx’ın kimi şablonlarını, Husserl’in fenomenleri gibi apodiktik sanıyorlar.

Türk Solu’nun, sürekli kendini tekrar eden feryatlarını ezbere biliyoruz; “Proletarya, sosyolojik bir kategori olarak daha olgunlaşmamıştır! Bir işçi devrimi ancak tamamen kapitalizmi sindirmiş olan bir ulus için geçerlidir. Bu sebeple şu anki durumda proletaryanın eli kolu bağlıdır ve biz de emperyalizme karşı ilerici bir rolü olan yerel burjuvazimizi desteklemeliyiz!”

Emperyalizmin boyunduruğu altında ulusal devrimin burjuvazi tarafından yürütülebileceği yanılgısı, Türk Solu’nun sermaye diktatörlüğünü tekrar ve tekrar meşru kılmaya çalışması ile sonuçlanan bir trajedidir.

Refik nasıl mırıldanıyordu?

Peki özgürlüğü kim istiyor? Devlet istemiyor! Tüccarlar buna fazla meraklı değiller. Toprak ağaları nefret ediyor! Köylü duymamış. Başka kim var? İşçiler?… Bir de ben! Hah, hah…(12)

Refik’in, Eldorado’ya özlem duymanın özgürlük istemek sanmasını bir kenara bırakacak olursak, bizim geleneksel solumuzun yaptığı gibi işçilerin “özgürlüğü” isteyip istemediğini sormanın pratikte hiçbir anlam taşımadığı ortada değil midir? Devrimci taktikler ve stratejiler, teorik programlar, pratik deneyler ve geçiş programı anlayışı ile oluşturulmuş sloganlar ve propaganda metinleri, kitlelerin duyarlılıklarına ve hassaslıklarına göre değil, onların bilinç düzeylerine, sınıf mücadelesinin mevcut dinamiklerine ve yasalarına göre şekillenmeli ve belirlenmelidir.

Mesele, işçilerin hazır olup olmadıkları değil, nasıl ve ne için hazırlanmaları gerektiğidir.(13)

Dahası, “eğer sosyalizm yalnızca halkın fikri gelişmesinin elverişli bir düzeye erişmesiyle gerçekleşecekse, daha beş yüzyıl sosyalizmi göremeyiz.(14)

Devrimimizin burjuva karakterli olacağını söyleyerek, proletaryanın bütün mevzilerini liberal burjuvazinin politikalarının arkasından seferber etmek ancak kısmi sonuçlar vermek ile kalmaz, bu sonuçların, tıpkı Kuomintang örneğinde yaşandığı gibi, proletaryaya karşı cephe almasını da doğurur.

Burjuvazi artık 16. ve 17. yüzyıllarda kendi üretim tarzını geliştirdikçe kiliseye olan mücadelesini daha da şiddetlendirip ateizm propagandası yapan sınıf değildir: Jakobenizm geleneğini terk etmiş olan, kendi devriminin toplumsal yankıları karşısından aciz kalan ve üretici güçlerin gelişiminin önüne set kuran bir sınıftır ve bu 1900’lerin başından (emperyalizmin doğuşundan) bu yana böyledir.

Böylece proletaryanın sınıf diktatörlüğünün ilk görevi burjuva demokratik devrimin görevlerinin tamamlanması olacaktır ancak proletarya bunu yaparken karşısına çıkan özel mülkiyet kurumunu da tarihsel görevi doğrultusunda karşısına almak durumunda kalacak ve böylece devrim bir süreklilik kazanarak sosyalist devrime dönüşecektir.

Türkiye Menşevizmi, Türkiye’nin üretici güçlerinin Batı dünyasının üretici güçlerinin gösterdiği seviyede bir gelişmişlik göstermediğini mazeret olarak gösterip ilkelerde tavizler vermeye yöneliyor ve cumhuriyetin kurucusunu bir “burjuva devrimcisi” olarak selamlayarak yurtsever ideolojisini anti-emperyalist bir kılıfa sokmaya çabalarken şekilden şekle giriyor.

Halbuki, geç kapitalistleşmiş olmanın getirdiği görece gelişmemiş sanayi ve tarıma hâkim olan feodal unsurlar, sosyalizmi bir dünya sistemi olarak ele alırsak mutlak bir engel olmaktan çıkarlar. Marksizmin kurucularının yapmış oldukları da tam olarak budur; sosyalizmi bir dünya sistemi olarak tasvir etmek.

“Demek ki proletarya ancak dünya çapında tarihsel olarak mevcut olabilir, nasıl ki proletaryanın işi olan komünizm de, ancak, dünya çapında tarihsel olarak var olabilirse.” (15)

Dipnotlar

1.) ‘Alman İdeolojisi [Feuerbach]’, K. Marx – F. Engels, Sol Yayınları, Yedinci Baskı, Ankara 2010, sayfa 31.

2.) Cevdet Bey ve Oğulları, Orhan Pamuk, İletişim Yayınları, 25. baskı Ocak 2012, İstanbul, sayfa 291-292.

3.) “Serbest rekabetin tam anlamıyla hüküm sürdüğü eski kapitalizmin alameti farikası meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü kapitalizmin son aşamasının alameti farikası ise sermaye ihracıdır.” Bkz. Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Vladimir İ. Lenin, Agora Kitaplığı, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Birinci Basım, Ekim 2009, sayfa 62.

4.) “İşletmelerin, farklı sanayi dallarının ve ülkelerin eşit olmayan ve kesintili gelişimi kapitalist sistemde kaçınılmazdır.” Bkz. agy. sayfa 62.

5.) Cevdet Bey ve Oğulları, Orhan Pamuk, İletişim Yayınları, 25. baskı Ocak 2012, İstanbul, sayfa 408.

6.) Agy. sayfa 408.

7.) Agy. Sayfa 408-409.

8.) Bkz. Sürekli Devrim-Sonuçlar ve Olasılıklar, Lev Troçki, Yazın Yayıncılık, Çeviri: Ahmet Muhittin, Üçüncü Baskı, Mayıs 2007, sayfa 114.

9.) Bkz. Nisan Tezleri, Vladimir İ. Lenin, Agora Kitaplığı, Çeviri: Ferit Burak Aydar, Birinci Basım, Şubat 2011, sayfa 35-36.

10.) Agy. sayfa 28.

11.) Agy. sayfa 29.

12.) Cevdet Bey ve Oğulları, Orhan Pamuk, İletişim Yayınları, 25. baskı Ocak 2012, İstanbul, sayfa 412.

13.) Bkz. Nisan Tezleri, Vladimir İ. Lenin, Agora Kitaplığı, Çeviri: Ferit Burak Aydar, Birinci Basım, Şubat 2011, sayfa 12.

14.) Lenin’in bir konuşmasından. Aktaran, Dünyayı Sarsan On Gün, John Reed, Yordam Kitap, Çeviri: Rasih Gûran, Üçüncü Basım, Ekim 2011, sayfa 291.

15.) ‘Alman İdeolojisi [Feuerbach]’, K. Marx – F. Engels, Sol Yayınları, Yedinci Baskı, Ankara 2010, sayfa 62.