Türkiye kamuoyu dehşet verici bir cinayetin şokuyla sarsılıyor. 1994 doğumlu araştırma görevlisi Ceren Damar, odasında 8 yerinden bıçaklanmış, kalbine iki kere ateş edilmiş ve dövülmüş bir vaziyette bulundu. Çankaya Üniversitesi’nde yapılan Medeni Usul Hukuku sınavında gözetmen olarak bulunan Ceren Damar, kopya çektiğini gördüğü Hasan İsmail Hikmet hakkında tutanak tutuyor; Hasan İsmail, polise verdiği ifadede de belirttiği üzere “kendisine karşı gelinmesine dayanamıyor” ve 16:00’daki Ticaret Hukuku sınavından çıkıp odasına geçen Ceren Damar’ı öldürüyor.

Bu olay örgüsünün dışa vurduğu bir toplumsal yozlaşmışlığın, benlik kaybının ve tepkisel bönlüğün var olduğu açık. Türkiye toplumu on senelerdir, ancak özellikle de son 17 senedir politik ve etik bir çürümüşlüğün, vazgeçişin ve asalaklığın cenderesine terk edilmiş vaziyette. Bina edilmiş olunan yeni rejimin sosyo-politik doğasına uygun karakterdeki “erkek” tipleri; bu lümpen ve arsız insancık tozları her yerde türüyorlar. Bunlar, kendilerinin niteliklerine uygun mahkemelerce, polislerce, devlet kurumlarınca ve bir tane de sarayca etraflarının güvenle sarılmış olduğunun bilinciyle hareket eden bir küme.

Ceren Damar’ın katli – kimse aksini iddia etmeye dönük bir kelime dahi sarf etmeyi hayal etmesin – politiktir. Bu öncelikle bir kadın cinayetidir, münferit de değildir. Kamusal alanda kendini gerçekleştiren, kişilere ve aile benzeri kurumlara bağımlı olmadan var olabilen, olan kadın figürüne dönük, rejimin en tepesinden pompalanan sistemli bir şiddet programının üniversitedeki tezahürüdür. Siyasal iktidar tarafından sürekli olarak ev-içi ve aile-içi sosyal konumlarından dışarı çıkmaması tembih edilen kadınların, bu erkek egemen burjuva kırmızı çizgiyi aşması, geçmesi halinde, iktidarın yarattığı insan tiplerinde uyandırdığı kıskançlığın, ego krizlerinin, aşağılık kompleksi ile zavallı bir varoluşa sahip olmanın silahlar ve bıçaklarla ifade edilen manifestosudur bu cinayet.

Katil Hasan İsmail, erkek olduğu için – kadın olan – hocasını öldürme hakkını kendinde gördü. Bu patriarkal karakterli cinayetin önemli bir kaynağı, hiç şüphe yok ki, nesilden nesile aktarılan bir gelenek olarak toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin kendisi. Bu cinayetin işlenebilmesine imkan veren dinamik, tam da kadının toplumsal cinsiyet rollerine, mevcut sosyal örgütlenme yapısı tarafından atfedilen rollerin bağrında yaşıyor. Bu, erkek patronun, kadın işçi üzerinde kurduğu hiyerarşiden özerk bir egemenlik ilişkisi; bu, sınıflar arası geçişselliği olan somut bir patriarkanın, iktidarının tehlikede olmasıyla gösterdiği acınası bir refleks.

Bu cinayet aslında bir yönüyle iktidar sorununu doğrudan doğruya gündemimize sokmuştur. Habermas’ın “kamusal alan” tanımının ataerkil getirilerine sosyalist feminist bir cepheden muhalefet eden ve kadınların “karşıt kamusal alanlar” oluşturması gerektiğini, aslında halihazırda da oluşturduklarını ileri süren Nancy Fraser’ın uyarılarına kulak asarak şunu söyleyebiliriz: Kamusal alanın karakteri, iktidarın karakteriyle belirlenir; orada soluk alıp verecek, kendini gerçekleştirecek ve üretecek insanın özellikleri, rejimin aradığı ve ihtiyacını hissettiği özelliklere paralel olarak saptanır.

Gayrimeşru metotlar ve hilelerle egemenliğini ilan etmiş olan bugünkü rejimin, kendini var edip muhafaza edebilmek için kamusal alanda aradığı, gereksinim duyduğu insan özellikleri bellidir; erkek, Türk, muhafazakar, sapkın düzeyde dinci, küçük-burjuva, kraldan çok kralcı, özgürlük ve eşitlik düşmanı, karşı-devrim tutkunu, sermaye taraftarı, işçi karşıtı, kariyerist, rekabetçi, neoliberal bir hezeyan sahibi, komplocu, irrasyonel ve eleştirel düşünceye nüfuz edemeyecek denli karakteri törpülenmiş bir insan(cık).

Şimdi bizim farklı insan niteliklerine ihtiyacı olan farklı bir rejimi dört ayağı üzerine kurabilmemiz, en azından bunu kapsamlı bir alternatif olarak ulusun karşısına koyabilmemiz şart. Evet, reformlar gerekiyor ve kısmî ilerlemeler yeni politik alanlar açıp, onları olanaklı kılabilir. Ancak bu sırada (ki yeni rejimin reformist manevralara başvurabilecek bir siyasi kapasiteye sahip olduğuna veya olmak zorunda kalacağına samimi olarak ihtimal vermiyorum) reformların var olanı yıkmadığını, onu sonlandırmadığını; yalnızca eski olanda görece düzeltmeler ve iyileştirmeler organize edebildiğini, dolayısıyla da yeniyi doğurmadığını ama eskiyi yeniden ve yeniden ürettiğini, hatta belki bu sefer meşru kılarak ürettiğini unutmamak lazım.

Reform tartışması neden önemli? Misal, Ceren Damar’ın katli üzerine T24’te bir yazı kaleme alan Deniz Bağrıaçık, aşağıdaki öneriyi ileri sürmüştü:

Bugün, özellikle üniversite, hastane, okul gibi kamusal hayatın saygı ve hiyerarşi üzerine inşa edilmiş alanlarının bir dizi reformla sağlanacak yaptırımlarla değişimi acilen gerekmekte.

Kamusal alanın kadınların, işçilerin ve gençlerin lehine reforme edilmesi gerektiğini unutmayalım; ama bir başka kamusal alanın, ezilenler lehine reformlara hiç ihtiyaç duymayan başka bir kamusal alan ihtimalinin de hayalet gibi kol gezdiğini, mümkün olduğunu sürekli kendimize hatırlatalım.

Bu cinayetin gündeme taşıdığı sorular çok. Bunlardan bir diğeri, Türk kapitalizminin dönemsel pazar ve iş gücü ihtiyaçlarına, yine siyasal iktidar tarafından endekslenmiş bir eğitim politikası anlayışı. Bana soracak olursanız, üniversite diplomasının serbest piyasanın meta fetişizmi yasalarına tabi tutulmadığı, yani pazarlanmadığı alternatif bir eğitim sisteminin “bebeklerden katil yaratan bir karanlığı” var etmesi nesnel olarak mümkün değil.

Çankaya Üniversitesi, Sıtkı Alp Eğitim Vakfı tarafından 9 Temmuz 1997 tarihinde kurulan bir vakıf üniversitesi. Üniversitenin Mütevelli Heyeti’nin başkanı Sıtkı Alp’in kendisi. Kendisi Özel Eğitim-Öğretim Derneği’nin sahibi bir trilyoner. 1984’te Özel Arı Lisesini, 1985’te Özel Arı İlkokulu’nu, 1991’de Özel Arı Fen Lisesi’ni, 1996’da Sıtkı Alp Eğitim Vakfı’nı, 1997’de Çankaya Üniversitesi’ni, 2000 yılında da Arı Önokulu’nu açarak, bir gelenek halini almış olan eğitimin liberal piyasaya ve sanayiye açılması politikasından nemalanmış öncü patronlardan biri. Az önce bahsettiğimiz, iktidarın kamusal alanda gereksinimi olduğu rekabetçi, neoliberal, kralcı öğrenci modelinin başlıca mimarlarından birisi, bizzat kendisinin bir temsilcisi olduğu bu ticari eğitim politikaları.

Şimdi bu bilgileri neden verdim? Kaba ve yüzeysel bir “Bakın şu burjuvaya hele, her şey onun yüzünden!” demeci vermek için değil elbette. Burada bir açıya vurgu yapmak istiyorum: Sıtkı Alp’leri yaratan bir kapitalist eğitim anlayışı diplomaları kirli bir ticaretin konusu yaptığı müddetçe, üniversite eğitimi bireyin kendisini gerçekleştirmesinin değil ucuz işgücü piyasasında hayatta kalmasının şartı olmayı sürdürdükçe, kopya çekecek veya mezun olmasını kolaylaştıracak başka metotlara başvuracak öğrenciler olacak ve öğretmenler de, mesleki görevleri gereğince onlarla karşı karşıya kalmaya mahkûm edilecek. Ve hayır, kopya çeken öğrencinin tutanağını Sıtkı Alp’ler değil, eğitim işçileri tutmak zorunda kalacak.

Haliyle bir insanın psikolojik sınırlarını tartışmıyoruz. Bir insanın cinayete teşebbüs ettiği veya etmeye kalktığı konjonktürü yaratan, bu panaromada insanları karşı karşıya getiren bir toplumsal ilişkiler bütününü tartışıyoruz. Üniversiteler, büyük burjuvazinin pazar politikalarının insafına terk edildikçe, öğrencilerin öğretmenleri kendilerinin mezuniyetinden, haliyle de meslek hayatından ve hayatta kalma şartlarından sorumlu tutması “normalleşecek” (bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek için kısa bir not düşmek gerekiyor; bu argümanla Hasan İsmail cinayetten sorumlu değildir demiyoruz. Hasan bir emekli polisin oğluydu ve yukarıda tarifini yaptığımız iktidarın yarattığı insan tipine uygun düşen bir karaktersizlikten besleniyordu. Kendisi suçludur, yargılanmalıdır. Burada anlatılmak istenen, Hasan İsmail’leri yaratan bir ilişkiler kümesinin var olduğudur). 

Anlaşılan o ki, yeni rejimin inşası ve onun çevresinde biriken oligarşinin iktisadi talan politikaları, toplumsal yaşantının bütün köşelerindeki ilişkilere dokunuyor, onları yeniden, kendi çıkarının cephesinden üretiyor. Bu noktada öğrenci ile öğretmen figürlerinin, sözde bir çıkar çatışmasının sahte özneleri haline getirildiği açık. Halbuki geleceğin işçileri ve işsizleri ile eğitim işçilerinin sosyo-ekonomik düzlemde birleşebileceği, omuz omuza, yan yana durabileceği; hatta bunu yapmak zorunda olduğu, yoksa ikisinin de iktidar karşısında ağır bir hezimet yaşayacağı açık. Mesela bu noktada eğitim işçileri sendikaları, özellikle Eğitim-Sen, sendikanın kapısının öğrencilere de açık olması için derhal bir kampanya organize etmeli. Öğretmen ile öğrenciyi birbirlerine düşürmeye karar kılmış bir neoliberal eğitim politikaları zincirinin karşısına, aynı eğitim sendikasında birleşmiş öğrenciler ve öğretmenler olarak çıkmak, mantığın veya olasılığın çok mu dışında? Hayır, aksine mümkün olan biricik çare. Anayasaya göre öğrencilerin sendikalara üye olması yasak. Bu çağ dışı yasağın artık ortadan kalkmasının, en azından bu yasağın ilga edilmesi gerektiğinin tartışılmaya başlanmasının zamanı gelmedi mi?

Sosyalist bir pedagoji de burada anlam kazanıyor. “Kopya çekmek”, etraflıca düşünüldüğünde ne demek? Bir bilmeyenin, aslında artık bilen seviyesinde olduğunu kanıtlamak için, hileye başvurarak bilgiye kaçak yoldan erişim sağlaması. Ceren Damar’ın cinayetinin ardından, konu üzerine yazılmış birtakım metinler, cinayetin öğretmenlere, bilenlere, eğitimlilere dönük saygının yok olmuş olduğunun bir işareti olduğunu iddia ettiler. Bu iddia elbette belli başlı yönleriyle doğru; zira iktidar cahil olmanın ve kalmanın pozitif bir insanî özellik olduğu yönünde kesintisiz bir propaganda aygıtını aralıksız olarak işler halde tutuyor. Ancak iddia eksik.

Bu, aynı zamanda eğiten-eğitilen şeklindeki geleneksel sınıflı toplum hiyerarşisinin, bu neoliberal iş bölümünün eleştirel bir perspektife tabi tutulması gerektiği anlamını taşıyor. Bertolt Brecht’in tiyatrodaki seyirci-oyuncu karşıtlığını ortadan kaldırmak için ortaya attığı Diyalektik Tiyatro metodunu eğitim alanında inşa etmek isteyen Paulo Freire’in “Ezilenlerin Pedagojisi” başlıklı yapıtı, hem konu üzerine yapılmış en değerli ve eşsiz çalışmalardan biri olmayı sürdürüyor, hem de sosyalist pedagojinin liberal pedagoji karşısındaki ideolojik, kültürel ve insanî üstünlüklerinin anlaşılmasında bir rehber işlevi görüyor.

Eğiten-eğitilen biçimindeki suni karşıtlığı tarihsel bir masala dönüştürmenin koşulu, bilgiyi meta olmaktan, yani kopyasının çekileceği bir ticaret nesnesi, bir entelektüel mülkiyet olmaktan çıkartmak değil midir? Bunu tavsiye eden mücadele programları öğrencilerin ve öğretmenlerin kendisine kazanılmasını bekliyor.

Sosyalist pedagojinin beslendiği sosyal ilişki, aslında sosyalist teorinin dayandığı temellere bir hayli benzer. Üretici güçler olarak adlandırdığımız işçilerin, emekçilerin, köylülerin artık üretim ilişkilerine sığmadığını; yani söz konusu artı değer, bölüşüm, dağıtım ve sömürü yasalarıyla bir çelişkiye girdiğini, onları bertaraf etme durumuna geldiklerini söylüyoruz. Aynı şekilde eğitimin üretici güçleri de (öğretmenler, öğrenciler), içerisine sokuldukları eğitim ilişkilerine (okulların ekonomik karakterine, siyasal işlevine) sığmıyorlar ve onlarla tezatlar yaşıyorlar. Ancak gündelik yaşamda tecrübe ettikleri bu tezatlığı politik ifadelerine kavuşturarak asıl sorumluya yönlendireceklerine, tıpkı Türk işçinin Suriyeli emekçiye düşman kesilmesi gibi, birbirlerine düşman kesilebiliyorlar. Bu sorunu aşmak şart; hem sendikal araçların yardımıyla, hem de “başka bir eğitim mümkün” anlayışının pedagojik metotlarını tartışmaya açarak.

Ceren Damar cinayetiyle ilgili sorulması gereken daha çok soru var. Kampüse protesto pankartı sokmayan bir üniversite yönetimi, nasıl oluyor da defalarca kereler okula kesici silahlarla giren ve bu konuda sürekli şikayet edilen birisinin bu şımarıklığına ve taşıdığı potansiyel tehditlere göz yumabiliyor? Bu provokatöre neden müdahale etmiyor? Emekli polis çocuğu ve erkek olduğu için mi? Aynı saldırganlık, sorumlu öğretim görevlisi erkek olsaydı da gösterilir miydi? Kadınları, özellikle bilim ve eğitim emekçilerini sürekli hedefe koyan kinci dilin kurucuları kimler? Pekiyi yeni rejimlerini bina ederken üniversiteleri silahlı veya silahsız haydutların, politik korsanların, saraylarına bağımlı kadrolu veya kadrosuz lümpenlerin yöntemlerine teslim edenler, teslim etmek zorunda kalanlar kimler ve onlar hesap verecek mi? İşimizi ve aşımızı güvencesiz çalışma koşullarına ve mafyatik tehditler ile şantajlara mahkum edenler nerede? Çıkardıkları KHK’lerle, eğitim kurumlarındaki sosyalist ve demokrat birikimi ihraç eden politikalarıyla bu saldırının zeminini döşeyenler öne çıkabilir mi? Buna yüzleri var mı?

Öyle sanıyorum ki, bu soruların cevapları ile Ceren Damar cinayetinin sorumlularının kim olduğu sorusunun cevabı, birleşik bir küme oluşturuyor.