18 Ekim 2019’da kafasını kaldırıp gündelik yaşama egemen olan Şili Devrimi’ni başlatan olay, liselilerin ulaşıma yapılan zamları protesto etmeye başlamasıydı. Liselilerin zammın geriye alınması için verdikleri mücadele, kısa bir sürede darbeci Pinochet’nin askerî diktatörlüğünün mirası olan anayasa ile siyasi rejimin devrilmesini hedefler oldu. Şili devrimci süreci bir süre önce bir referandum aracılığıyla bir Kurucu Meclis’in toplanmasını karar altına aldı bile. Böylece neredeyse yarım asırlık bir burjuva statüko, bugün kendi tarihinin en deriz kriziyle karşı karşıya.
Şili’de liselilerin mücadelesi, dolu bir küvetin tıpasının açılmasına benzer bir işlev gördü. Açılan ufak bir delik, mermerde oluşan ufak bir çatlak bütün ezilenler ile sömürülenleri elektriklendirdi; tıpa kapalıyken durağan bir biçimde yüzeyde bekleşenler, olduğu gibi olmakla yetinenler harekete itildiler.
Boğaziçi seferberliğinin henüz böylesine bir toplumsal etkiye yol açtığını elbette iddia etmiyoruz. Ancak bu mücadele bir psikolojik eşik olma özelliğini taşıyor. 1000 senelik bir devlet geleneğine yaslanmakla övünen rejim, son teknik ve teknolojik ekipmanlar ile teçhizatlandırılmış ve askerîleştirilmiş Özel Harekat eşliğinde, söz konusu “devlet geleneğine” yaslanıyor olmanın da verdiği dayanılmaz “ihtişamla” olsa gerek, gecekondularda yaşayan 20’li yaşlardaki gençlerin evlerine baskınlar düzenliyor. Bu, rejim tarafından ifade edilen bir imdat yakarışıdır; en basit demokratik haklar ile özgürlükler karşısında dahi, kendi rejiminin DNA’sına işlenmiş olan despotik kodları hayata geçirmek zorunda kalanların şaşkınlık ve korkuyla dile getirdikleri bir imdat yakarışı.
16 Nisan tarihindeki hileli referandumun gayrimeşru sonuçlarını sineye çekmediğini gösteren kısmî seferberlik belirtilerinden sonra ilk defa, belirli mücadeleci sektörlerin bir araya gelerek, demokratik bir talep etrafında seferber olduğunu görüyoruz. Hiç şüphesiz bu henüz devrim, hatta ayaklanma dahi değildir. Ancak bu bir seferberlik biçimidir: Şu ana dek rejimin kolluk kuvvetlerinin gerçekleştirdiği operasyonlara boyun eğmemiş ve muhalif düzen partilerinin de içinde etkisiz kalmayı sürdürdüğü bir seferberlik.
O halde henüz buz kırılıp, yol açılmamıştır ancak buz çatlamıştır ve kuşkusuz yol da açılacaktır.
İnsanların eyleme geçme kapasitelerini felç eden, onları atalete sürükleyen temel olarak üç etken söz konusuydu: 1.) Başkanlık rejiminin kolluk kuvvetleri, paramiliter çeteleri, savcılar ve yargıçları üzerinden sürdürdüğü şiddetli baskı politikası, 2.) ekonomik krizin neticesinde hayatta kalma şartlarının olağanüstü derecede kırılganlaşması ve böylece sosyal psikolojinin mevzi kazanmak yerine elde olanı muhafaza etmeye yönelmesi ve 3.) genel olarak solun, rejimin ezilenleri ayrıştıran ve bölen söylemine ve baskı politikasına karşı kitleleri kazanabileceği bir alternatif yaratamamış olması.
Boğaziçi’nde kayyuma karşı gelişen mücadele bu üç maddenin herhangi birisini tersine çevirmedi, hayır, ancak bu mücadele bu sorunları gündeme getirdi. Şimdi bu sorunların gündemleşen ağırlıkları altında özellikle de genç kuşaklar bilimsel bir politik perspektif ile yönelişin inşa edilmesi için duyulan yakıcı ihtiyacı hissediyorlar. Açıkça ifade etmekte yarar var; bu arayış ile ihtiyaca cevap vermek hiç de kolay olmayacak. Tarih bu tip gereksinimleri kendi mekanik yasalarının bir sonucu olarak otomatik olarak tedarik edemez. Genellikle bu ihtiyaçların giderilmesi için yorulmak bilmeksizin çalışan insanlar talep eder. Bu insanların bugün var olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. Onlar mücadelenin ön saflarındalar ve birçok yönden mücadelenin nasıl şekilleneceği meselesi de onların devrimci bir programla karşı karşıya getirilmeleri sorununda yatıyor.
Programla bu karşı karşıya gelişin önemli uğrakları var. Misal hileli, uyarlanmacı, hatalı ve yenilgiyi hazırlayıcı siyasal perspektiflerin önüne geçilebilmesi bu önemli uğraklardan birisi.
Üniversitelere kayyum atanmaması, üniversite bileşenlerinin demokratik seçme ve seçilme haklarının restore edilmesi, gençliğin kendi kaderini teknokratların elinden çekip alması, yürüyüş, örgütlenme ve toplanma benzeri haklar önündeki anayasal ve fiili engellerin kaldırılması: Seferberlik esnasında, bu talepleri öğrencileri dinler gibi gözükmek için benimsiyormuş gibi gözüküp, daha sonra diyaloğa açık izlenimi veren bu yönlerini mücadeleyi yenilgiye uğratmak için kullananlar olacaktır. Bunlar muhalefetteki düzen partileridirler. Bunlardan birkaç tanesi, iki partili bir aristokratik yönetim paradigmasına dayanan rejimin bizzat içinden bölünerek kuruldular. Bunların hiçbirisinin Melih Bulu’nun kafasında tasarladığı üniversite modeliyle bir sorunları yok: Kapitalist sanayi ile silah üretimine endeksli, piyasa ilişkileri karşısında akademik bağışıklığı parçalanmış, egemen blokların ticari çıkarları uyarınca üretim yapan, öğrencileri müşterilere dönüştürülmüş, milliyetçi-muhafazakar müfredatlarla donatılmış bir üniversite.
Programla buluşmanın önündeki bir diğer engel de, herkesin bildiği üzere, rejimin resmi ideolojisi çerçevesinde şekillenen kara propagandası. Rejim seferberlik sırasında, bilinçlice hareketi bölmek üzere seçtiği öğrencileri gözaltına aldı. İdeolojik hegemonya o denli vahim bir boyutta ki, değişik üniversitelerden öğrenci sektörlerinin birbirleriyle dayanışma eylemlerine girişmeleri, rejim tarafından “Boğaziçili olmayanların provokasyonu” şeklinde tanıtılınca, ortada gerçekten de bir provokasyon olduğu düşünülebiliyor. Halbuki Boğaziçi ile dayanışan her öğrenci ve işçi, aynı zamanda kendisinin okuduğu veya çalıştığı okul ile işyerindeki sorunlara dair de mücadele etme kararlılığına sahip demektir. Dayanışma, provokasyon değildir. Yalnızca bu dayanışmayı etkili bir politik mücadeleye dönüştürebilmek önemlidir.
Çoğumuzun sandığının aksine, tarih kendini asla tekrar etmez. Ne bir devrim diğerine, ne de bir ayaklanma diğerine benzer. Dolayısıyla beklentileri ikinci bir Gezi olanlar ancak hayal kırıklığına uğrayacaklardır. Gezi yalnızca farklı bir siyasal rejimin altında patlak vermedi, aynı zamanda sosyal kompozisyonu, hedefleri ve kendisine katılanların bilinç düzeyleri itibariyle de oldukça kendine özgüydü. 2013’ten bugüne dek iktidarın bütün baskılarına, hukuksuzluklarına ve saldırılarına rağmen ikinci bir Gezi olmamasının nedeni, insanların kayıtsızlığa veya apolitizme savrulmaları değildir. Hayır tam tersine, ikinci bir Gezi olmadı çünkü insanlar zaten mevcut rejim karşısında ikinci bir Gezi ile kazanamayacaklarının bilincindeydi. Bu bakımdan aslında kitleler, kendi “öncülerinin” daha önündeydiler. Onlar kaybedecekleri bir meydan savaşına daha kalkışmanın politik anlamsızlığı ile gereksizliğini kendi psikolojileri çerçevesinde sıkıca kavradı. “İkinci” Gezi’nin varlık krizi, onun Gezi’den birçok yönden daha sıkı, daha disiplinli, daha mücadeleci, daha kitlesel, daha güçlü, daha sabırlı ve daha öngörülü olması zorunluluğunda yatıyor. İnsanlar bütün bu “daha’ların” mümkün kılındığını görmedikçe, Gezi’yi aşmaya çalışmanın bir anlam ifade etmeyeceğini hissediyorlar.
Boğaziçi bu mümkünatı gündeme taşıdı, insanları düşünmeye şevk etti, onları tartışmaya sürükledi. Bu tartışmanın bir tarafı olmayı başarmalıyız.