2021’in Ocak ayında Beştepe tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum, okulun içinden işçilerin, öğrencilerin ve akademisyenlerin oluşturdukları birleşik bir bileşenler bloğu tarafından muhalefetle karşılaştı. Üniversite bileşenlerinin demokratik olarak seçme ve seçilme hakkına vurgu yapan bileşenlerin bu muhalefeti, okulun dışına da taşan bir seferberlik biçimini kazandı ve Saray rejimi ile onun çeşitli bakanlıklarında ve ittifak kurduğu faşist partinin yetkili makamlarında da bocalamalar ve yalpalamalar yarattı.

Rejimin peşi sıra gelen provakasyon çabaları, seferberliğin üzerinde yükseldiği demokratik taleplerin toplumsal bir meşruiyet kazanması karşısında başarısız oldu. Yapılan anketler ezici bir çoğunluğun Boğaziçi’nde verilmekte olan demokrasi mücadelesinin haklılığına ikna olmuş olduğuna işaret ediyor. Bu kazanımın ardında yatan temel dinamik, Türkiye’nin de aslında, Melih Bulu’nun Boğaziçi’ni “yönettiği” gibi yönetilmesi. Başkanlık rejimi kitlelerde demokratik özlemleri derinleştirmekle kalmadı ancak söz konusu demokratik haklar ile özgürlüklerin kazanılması için belirli bir mücadele programını da gündeme taşıdı.

Bu bağlamda LGBTİ+ fobi, sözde dini hassasiyetlerin devlet eliyle kaşınması, mücadelenin terörize edilebilmesi uğruna gerçekleştirilen gözaltı ve tutuklama dalgası sonuçsuz kaldı. Rejimin provakatif planlarının suya düşüşü, ilk olarak mücadeleci sektörlerin, iktidarın bu tip manevraları karşısında kazandığı politik bağışıklığı gösteriyor. Eğer mücadeleci sektörlerin öğrenilmiş ustalıklı politik cevapları ve toplumsal sempati mevcut olmasaydı, rejimin saldırgan ve provakatif çizgisi Boğaziçi’nde bir pogromun örgütlenmesine dek varacaktı.

Gazeteci Ruşen Çakır, Boğaziçi direnişi üzerine yaptığı yorumlarda iktidarın çoktan kaybettiğini ve aslında direnişin bir zafere eriştiğini ileri sürüyor. Hiç şüphesiz ortada rejimin zaferinden söz edilmesini mümkün kılabilecek olan herhangi bir veri mevcut değil. Saray, Boğaziçi’nde verilmekte olan mücadeleye polisiye yöntemlerle müdahale etmeye çalıştığı her an, kendi geleneksel zaaflarını derinleştirdi ve böylece saflarında yeni krizlerin doğumunu müjdelemiş oldu. Ancak rejimin sonuçsuz kalan baskıcı grev kırıcı çizgisinin belirli bir kısır döngüye hapsolmuş olması ve Boğaziçi direnişinin çevresinde toplanmış bulunan sosyal seferberliğin katılımcılarını argümanlarına kazanamamış veya onları tarafsızlaştıramamış oluşu ve dahası toplumsal kanaatin genelini de kendi acınası mazeretçiliğinin kuyruğuna eklemleyememiş olması mekanik bir biçimde öğrenci hareketinin zafere ulaştığı anlamına gelmiyor.

Bunun nedeni açık: Hareket, henüz ileri sürdüğü taleplerin hayata geçirilmesini başaramadı. Boğaziçi direnişi patlak verdiğinden bu yana öğrenci hareketinin oldukça haklı olan dört temel talebi oldu: Bütün kayyumların istifa etmesi, polisin kampüslerden ve kampüs çevresinden defolması, LGBTİ+ fobinin sonlandırılması ve gözaltına alınıp tutuklanan bütün öğrencilerin serbest bırakılması.

Belirli mücadelelerin sahiplendikleri belirli taleplerin hayatın kendisini fethedebilmesi, yalnızca bu taleplerin tarihsel ve politik meşruiyetleriyle elde edilebilecek olan bir mevzi değil. Durum böyle olsaydı, insanlık tarihi ismini verdiğimiz olaylar ve eğilimler kümesi, çok daha az barbarlığa sahne olmuş olurdu. Bir talep, aslında belirli bir toplumsal kesimin nesnel çıkarlarının belirli bir yönünün tatmin edilmesini öngörecek şekilde, o toplumsal kesimin en yakıcı ihtiyaçlarının içinde kristalize olduğu politik bir ifadedir. Boğaziçi’nde verilmekte olan mücadele bu bağlamda bileşenlerin demokrasi isteklerinin, onların rejimin kolluk kuvvetlerinin sahip olduğu hukuki ve fiili yetki alanının kırılması arzularının ve yine bileşenlerin ayrımcılığın, cinsiyetçiliğin, ırkçılığın, LGBTİ+ fobinin olmadığı bir toplum durumunun çağrıcılığını yapmalarının bir ifadesiydi.

Tarihte hiçbir zaman demokratik talepler, rejimlerin kontrolü altındaki resmi “demokratik” mekanizmaların kendileri aracılığıyla hayata geçirilmemiştir. Bu sorunun kendisi, talepleri ilerletecek olan ve bu taleplere daha fazla insanı kazanacak olan ve bu taleplerin meşruluğu ile bu talepler uğruna mücadelenin gardiyanlığını yapacak olan örgütlenme sorununu gündeme getirmiştir. Dolayısıyla ortada bir talep veya talepler silsilesi mevcutsa, bu taleplerin bürünecekleri örgütsel biçim ve bu taleplerin kazanacakları örgütsel ifade de sıkça tartışılmış ve çeşitli öneriler doğurmuştur.

Bu konudaki değerli deneyimlerden biri 1977’de ODTÜ’de yaşandı. 1970’li yıllarda ODTÜ, yine KHK benzeri bir özel yasanın hükmüne göre Bakanlar Kurulu’na bağlı bir Mütevelli Heyeti tarafından yönetiliyordu. Hükümete yakın olan isimler arasından seçilen bu Mütevelli Heyeti 13 Şubat 1977’de ODTÜ’ye rektör olarak MHP’li Hasan Tan’ı atadı. Hasan Tan Türk faşizminin azılı bir savunucusu olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir işkenceciydi de.

ODTÜ bileşenleri bu keyfi atamayı kabul etmediler. Üniversiteyi bir boykot dalgası kapladı. Hasan Tan’a görevinde yardım etmesi beklenen birçok kişi idari pozisyonlarından istifa etti. Fakülteler ve bölümler kınama bildirileri yayımladı. Akademisyenler Hasan Tan ile üniversitenin hiçbir alanında işbirliği yapmayacaklarını deklare etti.

Bunun üzerine Hasan Tan üniversiteyi 15 günlüğüne kapattığını ilan etti ve ardından da ODTÜ’yü 2500 jandarmayla işgal etti (okuyucunun da anlayabileceği üzere, Melih Bulu aslında sadece öğrencisi olduğu Hasan Tan’ın ayak izlerini takip ediyor). Bunun üzerine okulun dekan ve bölüm başkanları istifa etti. Seferberliğin geri çekilmediğini gören Danıştay okulun kapatılma kararını iptal etti.

Bu noktada Tan taktik değiştirdi ve üniversite içindeki çeşitli pozisyonları ülkücü faşistlerle doldurmaya başladı. Ülkücülerin amacı üniversite içinde süreklileşecek bir faşist paramiliter terör tehdidinin canlı tutulmasıydı. Okul işçilerinden Feramuz Demir faşistlerin bu tip bir silahlı saldırısı sonucunda katledildi. ODTÜ Öğrenci Temsilcisi ve ÖTK sözcüsü Ertuğrul Karakaya boykotun sürdüğü 8 Haziran 1977’de jandarma tarafından ihtar verilmeden vuruldu ve daha sonra yerde süngülenerek katledildi.

Ancak bütün bu gözdağı, sindirme, ölüm ve baskı politikaları boykot seferberliğinin geri çekilmesini sağlamadı. Kayyum Hasan Tan 22 Haziran 1977’de istifa etti. 7 Kasım’da derslere tekrar başlandığında, 9 Aralık boykotu hedefine ulaşmış, atanmış rektörü üniversiteden kovmuştu. Tan’ın üniversiteye doldurduğu ülkücüler ise üniversite içinde kanlı intikam eylemleri gerçekleştirmeyi sürdürdüler.

ODTÜ öğrencilerinin başarılı deneyimlerinin kökeni, onların demokrasi talebini üniversite içinde kitleselleştirebilmesinde ve öğrencileri parçası olacakları bir örgütlenmenin içine çekerek, burada taleplerin nasıl hayata geçirebileceğine dair politik tartışmaların kendilerine kazanabilmesinde yatıyordu. Bu tartışmanın üniversitede kitlesellik kazanabilmesi ve her öğrencinin kendisini bu mücadelenin bir öznesi olarak ortaya koyabilmesi için ODTÜ’de meclisleşmeye gidilmişti. Fakülte ve bölüm meclisleri belirli aralıklara izleyecekleri yeni stratejiyi ve taktikleri tartışmak için toplanıyorlar ve bu organlardan demokratik kararlar çıkarıyorlardı.

2021’in Boğaziçi direnişinin oldukça kuvvetli yönleri var. Ancak aynı zamanda zaafları da var. Bu zaaflardan birisi, üniversite genelinde öğrencilerin içlerinde mücadeleye ve taleplere dair tartışmaya dahil olup politik hattı belirleyebilecekleri tipteki organların henüz yaratılamamış olması. Gezi Ayaklanması’ndan miras kalan forum geleneği, Gezi Ayaklanması henüz ilksel aşamalarında bastırıldığı için mücadelenin içinde gelişip serpilme ve olgunlaşma olanağı bulamadı. Böylece bu forum biçimi adeta bir fotoğraf karesi gibi donup kaldı. Gezi’den sonra gelen mücadele dalgaları ise bu donuk fotoğraf karesini verili tek meşru eylem zemini olarak mutlaklaştırdı, hatta fetişleştirdi. Halbuki bir sonraki fotoğraf karesine geçmek ve filmi ilerletmek gerekir.

Boğaziçi’nde kayyumun gönderilmesine odaklanan taleplerin hayata geçirilmesi, bu taleplerin taşıyıcıları olan üniversite bileşenlerinin rektörlük örgütlenmesi karşısında kendi alternatif tartışma ve eylem organlarını yaratmalarına bağlı. Bu ihtiyaç bir meclisleşme biçimini kazanabilir; fakülteler ve bölümler kendi içlerinde bütün işçilere, öğrencilere ve akademisyenlere açık olan bu tip özörgütlenmeler aracılığıyla taleplerine somut bir hareket ve gelişim alanı kazandırabilirler.

Önceki İçerikBilgi Dayanışması, Koral Hacıbeyoğlu’nun tutukluluk sürecindeki hukuksuzlukları açıkladı
Sonraki İçerikBoğaziçi direnişi ve ötesi: Nasıl bir üniversite istiyoruz?