Aşağıda okuyucularımızla, 9 Ocak 2020 tarihinde bir Boğaziçi Üniversitesi mezunuyla kayyum karşıtı mücadele üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajı paylaşıyoruz. İyi okumalar.

***

Merhabalar. Öncelikli sizi, daha doğrusu Boğaziçi Üniversitesi’yle olan ilişkinizi tanıyalım dilerseniz.

Merhaba, tabii ki. Lisansımı ve Yüksek Lisansımı Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamladım. Bu süreçte 8 yılım Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenci olarak geçmiş oldu. Yüksek Lisansım sırasında aynı zamanda akademik personel (araştırma görevlisi) olarak da kısa bir süre çalışmam dolayısıyla aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nin eski bir çalışanı da sayılabilirim. Şu anda bir başka üniversitede doktora çalışmalarıma devam etmekteyim.

Melih Bulu’nun kayyum olarak atanmasından önce, dolayısıyla sizin de okulun bir öğrencisi olduğunuz sıralarda, Boğaziçi’nde ne gibi sorunlar yaşanıyordu? Öğrencilerin, akademisyenlerin, eğitim işçilerinin temel şikayetleri nelerdi?

Ben Boğaziçi’ne 2010’lu yılların başlarında girmiştim. Söylediğim gibi hem lisans hem yüksek lisansı eğitimimi bu üniversitede gerçekleştirdiğim için 8 yıl gibi uzun bir süre Boğaziçi’ndeydim. Melih Bulu ile aynı süre olması şanssız bir tesadüf sanırım bu gündemde. Dolayısıyla 2010’lu yılları başından sonuna deneyimleme fırsatım oldu.

Boğaziçi tabii, genel kanı itibariyle diğer üniversitelerden çok daha rahat ve “ileri” bir kurum ve ortam gibi görülüyor. Böyle yönleri de vardır elbette. Ancak hiç şüphesiz sorunlardan azade değildi. Ben üniversiteye yeni girdiğimde öğrencilere yönelik ortak alanların azalması ve kampüsün ticarileşmesi süreci vardı; yemekhaneler dışında, özellikle Güney Kampüs’te öğrencilerin makul bir fiyata karnını doyurabileceği bir yer kalmamıştı. Bu sürece tepki olarak, o zaman ülke genelinde de bir nebze ses getiren “Starbuck işgali” ya da o zamanki deyişle “karşı-işgali” gerçekleştirildi. O sürecin sonunda bazı kazanımlar elde edildi, bunların en somutu Starbucks’a verilen alanın öğrenciler için ortak alana çevrilmesiydi. Sonraki yıllarda da okuldaki kantin fiyatlarıyla ilgili, tüm öğrencileri kapsamasa da hoşnutsuzluklar bir şekilde devam etti. Yemekhane fiyatlarının zamlandığı dönemler ya da yemekhanede hijyen skandalları ortaya çıktığında öğrenciler tarafından kitlesel yemekhane boykotları örgütlenmeye çalışıldı, genelde kısa vadede amacına ulaşamasa da kuvvetle muhtemelen bu mücadelelerin de etkisiyle kimi zaman —gecikmiş bir şekilde de olsa — yemekhane fiyatlarında ciddi indirimler gerçekleştirildi. Bir dönem de hazırlıkta kalanları ifade eden remedial  öğrencilerinin belirli özlük hakları talepleri ve mücadeleleri oldu. Bunların dışında bildiğim kadarıyla somut eylemlere dönüşmese de daha yoksul ailelerden gelen, daha doğrusu ailesinden ekonomik destek almayan ya da oldukça az miktarda alan öğrencilerin bursların azlığına ve okurken çalışmak olmak zorunda olmalarına yönelik şikayetleri öğrenci ortamında rahatlıkla fark ediliyordu.

Politik gündemler genelde merkezi siyaset ekseninde gelişiyordu. Starbucks işgalinden sonra Gezi Dönemi, Soma Katliamı, Berkin Elvan’ın cenazesi, 7 Haziran, dönem dönem oluşan tutuklu öğrenciler gündemleri ve Rojava’da hayatını kaybeden Suphi Nejat’ın cenazesi, BAK İmzacıları ve KHK süreçleri, Afrin İşgali sonrası meşhur “Lokum Olayı” okulda önemli politik momentler oldular.

Eğitim işçilerinin zaman zaman ekonomik, sendikal hak mücadelelerine yönelik eylemleri de oldu bu süreçte. Akademisyenlerin okul içi ekonomik temelli ya da hak sorunlarına dair kitlesel bir eylem sürecini hatırlamıyorum, ancak belki de benim aklıma gelmiyordur. Ancak tüm bu süreçte öğrencilerin, akademisyenlerin ve eğitim işçilerinin (bilhassa) hep birlikte en aktif olduğu ve en çok rahatsız olduğu süreç 2016’daki Gülay Barbarosoğlu’nun yüzde 90’a yakın oy alıp göreve başlatılmaması süreci olmuştu. Akademisyenlerin neredeyse hepsinin katıldığı eylemlerle başlayan süreçte, onun yardımcısı olan Mehmet Özkan göreve atandıktan sonra öğrenciler büyük ölçüde yalnız kaldı. Yine de “kayyum rektör istemiyoruz” eylemlilikleri uzun bir süre devam etti.

Peki sizce neden Boğaziçi Üniversitesi’ne ısrarla kayyum atanıyor? Bu Boğaziçi’ne özgü bir durum mu, yoksa daha genel bir politikanın bir parçası mı?

Bence başta şunu kabul etmek lazım: İntihalci, memuriyeti yok gibi kesinlikle önemsiz olmayan ama görece teknik diyebileceğim iddiaları bir kenara bırakırsak Boğaziçi’ne yapılan atamada kanun dışı bir şey yok. Ve aslında yasal olarak HDP’li belediyelere yönelik olan atamalardan da farklı bir durum var. Türkiye’de bütün üniversitelerin rektörleri nasıl belirleniyorsa Boğaziçi’nin de öyle belirleniyor. Ancak yine bunu şu anlamda “kayyum” olarak nitelendirmek mümkün: Ortada üniversitenin iradesinin gaspı ve dışarıdan — kuşkusuz siyasi — bir atama söz konusu. Sorunun son kısmına dönerek söyleyecek olursak tabii ki genel bir politikanın parçası.

Boğaziçi Üniversitesi bileşenleri elit olmakla, marjinal olmakla suçlanıyorlar. Gerçekten öyle misiniz?

Ahah. Güzel bir soruymuş. Bu suçlamalara bir tane daha ekleyebiliriz sanırım: Terörist olmak. Saray rejiminin bir süredir yürüttüğü siyaset biçimi şunu gösteriyor ki bu topraklarda iktidara biat etmeyen her canlı bir gün terörist ithamını tadacaktır. Bu soruya en güzel cevabı aslında Emniyet’in kendi servis ettiği ev baskını görüntüleri verdi. Zeytinburnu’nda kapısının üzerinde Türk bayrağı olan o gecekondu evi görseli bu ithamların ne kadar gerçek dışı olduğunun güzel bir imleyicisi haline geldi diye düşünüyorum. Öte yandan şunu kabul etmekte bir beis olmadığını düşünüyorum: Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, örneğin Marmara’ya, İstanbul’a göre görece daha yüksek gelirli ailelerden geliyorlar. Bu da tabii ki zenginliğin eğitimde yol açtığı eşitsizlikten kaynaklı. Ancak böyle deyince sanılmasın ki Boğaziçi’nin ekseriyeti zengin çocuğu. Aksine bugün net bir şekilde söylenebilir ki diğer devlet üniversitelerine göre çok daha fazla burjuva ve küçük burjuva ailelerden gelen öğrenciler olsa da Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin çoğu da emekçi ailelerin çocuklarıdır, mezun olduktan sonra emek-güçlerini sermayedarlara satmak zorunda kalacaktır, hatta azımsanamayacak bir kısmı okurken de çalışıyordur, bu yönüyle belki de yarı işçi yarı öğrencidir. Buraya kadarki kısım marjinallik meselesine de biraz yanıt olmuştur diye düşünüyorum. Öte yandan kast edilen LGBTİ+ görünürlüğü, feminist mücadelenin kamusal alandaki gücü, milliyetçiliğin/şovenizmin görece zayıf olması gibi şeylerse bu konularda Boğaziçi’nin Türkiye genelinden daha ileri bir yer olduğu söylenebilir sanırım. Ancak bu tabii ki bir marjinallik değildir, ezilenlerin mücadeleleriyle elde ettikleri kazanımlardır. Öte yandan bu iki hareket (kadın ve LGBTİ+ hareketleri) ülkesel ölçekte de önemli ölçüde güçlendi ve gittikçe güçlenmekte, dolayısıyla Boğaziçi’ndeki bu durumu gördükçe korkuyla “marjinaller!” diyenler marjinal demekte olmasa da korkmakta haklılar.

Şu an kayyuma karşı verilen mücadele üzerine düşünceleriniz neler? Bu mücadelenin ileri ve geri yanları sizce nasıl değerlendirilmeli? Ve ek olarak, bundan sonrası için nasıl bir yol haritasının faydalı olabileceğini düşünüyorsunuz?

Açıkçası kendimde şu anda öyle ya da böyle belirli riskler göze alınarak, bedeller ödenerek yürütülen bir mücadelenin ileri yönleri şunlar geri yönleri bunlar diyecek haddi ve kapasiteyi görmediğimi söyleyeyim. Ancak beni bu hareketlilik adına umutlandıran ve bence bu hareketliliği Boğaziçi sınırları dışında da değerli kılan iki temel dinamik/durum olduğunu düşünüyorum.

Birincisi: Bu tepki öğrenciler arasında da hocalar arasında da üniversiteye dışarıdan müdahaleye tepki olarak ifade edilse de biliyoruz ki hem tepkide hem şiddetinde Melih Bulu’nun niteliksizliğiyle iyice kaşınan Boğaziçi’nin kültürü, prestiji meselesi de hayli önemli bir etken. Hatta hocalarda bu etkenin daha baskın bile olduğunu söyleyebiliriz çünkü hocalar Gülay Barbarosoğlu’na görev başı yaptırılmadığında çok kitlesel tepkiler verse de onun yerine okul içinden Mehmet Özkan atandığında sürece bu kadar tepki vermemişlerdi. Öğrenciler arasında ise genel olarak atama karşıtlığı ve demokratik üniversite talebi ile Boğaziçi’nde Saray rejiminin maşası olacak bir rektör istemiyoruz hattının hangisinin baskın olduğunu söylemek zor, hatta ikisi oldukça iç içe gidiyor ve insanlar da ikisinin arasında hızla savrulabiliyorlar. Ancak hareketliliği önemli kılan durumlardan ilki tam da burada devreye giriyor. Şu anda T.C.’deki rektör atamasına yönelik düzenlemeyle uyumlu bir atama olduğu için Boğaziçi ölçeğindeki bu seferberlik hali, Erdoğan’dan “Boğaziçi kültürüne” uygun başka bir atama talep etmeyecekse yahut Boğaziçi’ne istisnai bir düzenleme talep etmeyecekse bu yasal düzenlemeyi hedef almak zorunda. Yani, tüm üniversitelerde üniversite içerisinde gerçekleşecek seçimle rektörlerin belirlenmesini savunmak durumunda. Kayyum rektöre karşı somut bir aday çıkartabilmek için bir seçim yapılmasına dair belirli öğrenci gruplarından baskılar var, hocalar bu konuda ne düşünüyor henüz bilmiyoruz. Ancak bu de facto seçim hoca-işçi-öğrenci tüm bileşenleri dahil eden bir seçim olursa diğer üniversitelerde de benzer seçimleri ve mücadeleleri tetikleyerek ülke sathında demokratik üniversite seferberliğine dönüşebilir.

Birincide bıraktığımız yerle bağlantılı olarak tam burada ülkenin içerisinde bulunduğu politik atmosfer içerisinde insanların baskılardan bezmiş olması ve demokratik hakların adeta açlığını çekiyor olması ikinci temel durum olarak ortaya çıkıyor. Bu hareketliliğin diğer üniversiteler arasında, hatta henüz sokağa yansımasa da sosyal medyada çok geniş halk kesimleri arasında sempati yaratmasının bir sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum. Gezi’den sonra belirli momentlerde sandıkta ifade bulan ancak sokak eylemleriyle kitlesel ifade bulamayan demokrasi talep eden ve mevcut iktidardan hoşnutsuz geniş kesimler rejimin geri adım attırılabileceği, arkasında seferber olunarak demokratik kazanımlar elde edebileceği süreçlere aç gözüküyor. Yoksa insanların Boğaziçi rektörünün kim olduğunu bu kadar önemsediğini düşünmek sanırım biraz naiflik olacaktır.

Bu iki durumun bu hareketliliğin üniversiteler hatta ülke çapında daha geniş bir hareketlilik belki de demokratik bir seferberlik haline gelme ihtimalini mümkün kıldığını düşünüyorum. Elbette ki bu ihtimallerin çok yüksek olduğunu söylemiyorum, ancak hareketliliği buraya doğru iten nesnel durumlar olduğunu söylemek yanlış olmaz gibi duruyor.

Öte yandan bundan sonrası için de, Saray rejiminin son 10 yılda geri adım atmak zorunda kaldığı olaylara baktığımızda (Gezi, İstanbul Sözleşmesi vs.) ancak geniş dayanışmalar ve seferberlikler sonrasında geri adım attığını, bir alanla sınırlı kalan, politikleşip hedef olmamak adına kendi içine kapanan direnişlerin ne kadar meşru gözükürse gözüksün kazanımla sonuçlanmasının oldukça zor olduğunu görüyoruz. Benim görüşüm bu hareketliliğin de mevcut rektör atamasını düzenleyen KHK’nın yürürlükten kaldırılması ve üniversitelerde hoca-işçi-öğrenci dahliyle gerçekleştirilecek seçimler talebiyle ancak kitleselleşebileceği. Ancak burada doğrudan hemen bu talebi yükseltmek mi daha işlevsel olur yoksa önce Melih Bulu’nun istifası hedeflenip adım adım ilerlemek mi emin değilim. Ancak dediğim gibi bunlar benim kişisel görüşlerim, hareketliliğin içindeki öğrenciler-hocaların görüşleri farklı ve sürece daha hâkim olabilir. Bir de her hareketliliğin kendi dinamikleri olduğundan belki bu hareketlilikte daha önceki süreçlerden daha farklı yöntemler ve stratejilerle de başarılı olunması mümkün olabilir…

Çok teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Ben bir mezun olarak bu siyasi tahakküm ve tasfiye çabasına karşı direnen öğrenci, hoca, çalışan tüm unsurların yanında olduğumu/olduğumuzu söylemek istiyorum. Bu mücadele ya da haksızlığa, sömürüye, eşitsizliğe, ezilmeye karşı her mücadele bir yanıyla hepimizin mücadelesidir diye düşünüyorum. Boğaziçi Üniversitesi’nde ve her yerde mücadele eden ve direnen herkese kolaylıklar diliyorum.