Elif Bozkurt

Recep Tayyip Erdoğan’ın gelecek seçimlerdeki olası en büyük rakibi olan Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması ile başlayan sürece damgasını en çok vuran kesimlerden bir tanesi şüphesiz öğrencilerdi. CHP’yi, aşmamaya çalıştığı düzen muhalefeti sınırlarının bir nebze dahi olsa ötesine itmeye çalışan bu mücadeleci kesim ne yazık ki karşısında durduğu rejimin aksine bir mücadele programına sahip değildi. Her gün kayyum rejiminin yeni bir saldırısına uğrayan öğrencilerin bu seferberlikte başını çektiği eylemlilikler tepkisel olmanın pek de ötesine geçemedi. Gerek kampüsleri gerek meydanları dolduran üniversiteliler neyi istemediklerini en başından beri oldukça iyi biliyor: Üniversiteliler kayyum rektörleri, atanmış ve liyakatsiz akademisyenleri,  onların ihtiyaçları gözetilmeden akademik hayatlarına dair alınan kararları istemiyor ancak bütün bunların yerine neyi, neden ve nasıl koyacaklar? Bütün bu sorular ancak en geniş kesimler tarafından inşaa edilen bir mücadele programı içerisinde yanıt bulabilir. 

Bu mücadele programını yaratabilmek için de öğrencilerin öncelikli olarak ÖTK’lar gibi özörgütlülüklere ihtiyacı var. Seferberlik sürecinde GSÜ’de, İTÜ’de ve daha birçok üniversitede filizlenen temsilcilikler de, bizlere bu örgütlülüklerin ne derece mühim olduğunu bir kere daha gösterdi. Şu da unutulmamalıdır ki, ÖTK’lar kampüslerinin duvarlarını aşmadığı sürece en geniş kitlelere ulaşma hedefini gerçekleştiremez ve de mücadelede oldukça yetersiz kalır. Ülkenin dört bir yanındaki üniversitelilerin sorunları birbirinden kopuk değil, ne ODTÜ’deki kayyum rektör Boğaziçi’ndeki kayyum rektörden, ne de Ege Üniversitesi’ndeki kötü yurt koşulları Hacettepe’deki kötü yurt koşullarından bağımsız. Tüm bu sorunların kaynağı içerisinde bulunduğumuz rejim ve onun beraberinde getirdiği yıkımlar. Öğrencilerin tek kurtuluşu ise Tek Adam ve onun kampüslerdeki gölgelerinin birbirine kenetlendiğinden daha sıkı kenetlenmek ve kurdukları okul temsilciliklerinin arasında ulusal çapta bir örgütlenme yaratmaktan geçiyor. Ancak sadece öğrencilerin seferber olduğu dar eksenli bir mücadele elbette ki yeterli değil.

Tek adam rejimini yıkmak, rejimin en büyük dayanağı olan sömürü çarklarının altında ezilen emekçilerin mücadeleye katılmadığı bir senaryoda gerçekleşebilecek bir hedef değil. Bu nedenle de kurtuluşun yolu sınıf eksenli bir mücadele hattından geçiyor. Seferberlik sürecinde bu gerçekliğin farkına varan gençlik hareketi, gerek kürsülerde gerek meydanlarda “Genel grev, genel direniş!” sloganını yükseltmekten geri durmadı. Doğru bir perspektiften yola çıkılarak yükseltilen bu slogan seferber olan öğrenci kitlelerinin oldukça olumlu bir biçimde yüzünü sınıfa dönmesine yol açsa da, genel grev çağrılarının sendikal bürokrasi tarafından boşa düşürülmesi maalesef öğrenci hareketinin altından kalkamadığı bir hamle oldu. Daha geniş bir kitle seferberliği içerisinde özneleşen, ortak bir mücadele programı etrafında hareket etmeyen, politik deneyimsizlikleri ve seferberliğin hızı gereği de bu programı inşa etmeye yanaşmayan öğrenciler çözümü kısa yollarda aradı, sendikal bürokrasi üzerinde kurdukları baskıyı daha kaba yöntemlerle artırmayı tercih etti. Eğer “Genel grev, genel direniş!” sloganının hakkını vermek istiyorsak işçi sınıfını sendikalarının bürokratlarına indirgememeli, bizzat bu sendikaların tabanındaki işçileri genel grev perspektifine kazanmalıyız; ki bu da net bir program etrafında şekillenecek uzun ve sabırlı bir çalışmayı gerekli kılıyor. Öğrenciler; direniş ateşini büyütmenin yollarını sendika kapılarında veya makam odalarında değil, fabrika ve iş yerlerinde aramalıdır!

Önümüzde uzun ve taşlı bir yol var ve bizler bu yolda kayıp ve yalnız düşmemek için yolu elimizde bir yol haritasıyla işçiyle, emekçiyle birlikte yürümeliyiz. Nasıl ki tek adam rejimi; öğrenciden, emekçiden, emekliden, kadından ve lgbti+dan haklarını, emeklerini ve ürettiklerini zorla alırken bunu planlı ve programlı bir şekilde yapıyorsa bizler de bu rejime karşı koyabilmek için aynı şekilde bir plan ve program etrafında mücadele etmeliyiz. Aksi takdirde mücadelemiz bugünün bir adım ötesine, tepkisel yürüyüş ve mitinglerin ilerisine geçemez. 

Sınıf mücadelesini merkezine almayan ve bir program doğrultusunda ortaya talepler sunmayan direniş biçimleri, bu süreçteki öğrenci hareketinde olduğu gibi bir saman aleviedasında hızlıca tutuşup sönmeye mahkumdur. Bizleri 1 Mayıs arifesinde ihtiyaç ve taleplerimiz yerine mekan tartışmalarına sıkıştıran da bu savruk mücadele biçimidir. Üniversite personellerinin iş güvenliği yokken, öğrencilerin bursları tıpkı emekçilerin maaşı gibi enflasyon altında ezilirken, kampüsler öğrencinin ihtiyacına göre değil sermayedarın cebine göre şekillenirken öğrencilerin Emek ve Dayanışma Günü adına tartışması gereken mesele bütün bunlar için nasıl bir çözüm yolu izleyebilecekleri ve o gün de bu çözüm yolu adına ne yapabilecekleri olmalıdır. Eğer ki öğrenciler 1 Mayıs alanında söz hakkına sahip olmak istiyorlarsa bunun arayışına sendika binalarının önünde toplanarak veya sendikal bürokrasiden birkaç isim ile görüşmeye çalışarak değil sendikaların doğrudan muhattabı olan sınıfa giderek ve onunla bir bağ kurarak girişmelidir. Sendikal bürokrasiye bir basınç oluşturulacaksa bunu yapacak olanlar bu sendikalarda örgütlenen, oranın tabanını oluşturan işçilerdir; dolayısıyla da işçinin iradesi adına bir karar alınmasını isteyen öğrenciler bürokratlara değil sınıfa ulaşmalıdır. Sendikalar emekçilerin örgütlendiği, taleplerini onlar üzerinden en geniş kitlelere ilettiği mekanizmalardır ve bu bağlamda öğrencilerin sahip olduğu sendikalar da Öğrenci Temsil Kurulları’dır. İşçi ile kenetlenerek mücadeleyi büyütmek ve sürekli kılmak isteyen öğrenciler bunu üniversitelerinde ÖTK’lari inşa ederek yapabilirler. Örgütsüz yürütülen mücadeleler geçtiğimiz seferberlikte de gördüğümüz üzere konsolide bir şekilde devam edemez. Öğrenci hareketi sürekliliğini sağlayabilmek için kalıcı mevziiler yaratmalıdır. Yarattıkları bu mevziilerden doğru emekçiler ile bir dayanışma oluşturulabilir. İşçi ile birleşemeyen, işçinin sözünü en gür şekilde haykıramayan bir öğrenci mücadelesi sesinin hemencecik kısılmasına ve bu mücadeleden geriye kuru bir boğaz ağrısı dışında bir şey bırakamamaya mahkumdur.

Önceki İçerik1 Mayıs afişlerinde görmediklerimiz
Sonraki İçerikBoğaziçi Üniversitesi’nde Kadın Düşmanlığına ve İstismarcılığa Karşı Öğrenciler Eylemdeydi!